Son bakış
Arif ALTAN yazdı —
- Hüzünlü güzelliğin o hiç eskimeyen gururlu yüzü. Ado! Dört bin yıl geçti, ölü bir günün şafağına gömülü, sımsıcak uykusuna kutupların soğuğunu veren mercan gözleri. Bir iç çekiş, “son bir kez dönüp bakayım” diyen bir merhamet nefesi, bir yumuşacık sesin yürekten çekilişi.
- Senin yasını tutuyoruz Ado, ah senin yasını, ey solup giden mavi göklerin uçsuz bucaksız imgesi! Alevler sarıyor ve biz dönüp bakıyoruz senin zaman ötesi mercan gözlerinle, bir tek bakış uğruna senin gibi can versek bile.
Eğilip bakıyoruz, yanmakta olan kuru dalların çatırtılarını andıran bir yürek burkulmasıyla. Kanımız çekilip tenimiz çatlayan buzun soğukluğuna dönüşünceye. Gözlerimizi alamadan bakıyoruz, katılaşıp ölü kristalin şeklini alıncaya, yağmur ve ışıkla içimiz ve dışımız bir oluncaya. Dört bin yıl geçti, öyle içli, öyle zarif, hala öyle dokunaklı. Hüzünlü güzelliğin o hiç eskimeyen gururlu yüzü. Ado! Bir güzel yankı, günahkar çocuğunun kefaretini çekmeye gönüllü bir annenin kirpiği ucundaki billur tuzun saydam ışığı. Dört bin yıl geçti, ölü bir günün şafağına gömülü, sımsıcak uykusuna kutupların soğuğunu veren mercan gözleri. Bir iç çekiş, “son bir kez dönüp bakayım” diyen bir merhamet nefesi, bir yumuşacık sesin yürekten çekilişi. Zümrüde çalan durgun göllerin, ışığa bölünüp dökülen ipek dokulu çağlayanların sesi. Çökmekte olan görkeme son bir veda bakışının duruluğu. Tutuşan bir yürek ki, doğup büyüdüğü Sodom’un kızıl kuleleri. “Kim yasımı tutar?” diyor. Sahi, ansızın tenimizden canımız çekilse şuracıkta, kim tutar yasımızı?
Ama biz senin yasını tutuyoruz Ado, çöken gök kubbe altında bozulmuş uzak bahçelerin sessiz duygusu, onun bilinmez derinliklere akıp giden gözyaşlarıyla. Sarı hüsranlar ve yeşil hasarı anılarda günahsız bir şehidin açık kalan gözleri. Waile bir ağıt, bir hıçkırık, biz ise Ado dedik sana. Çatlayan göz kapaklarımıza düşen damlanın serinliği, yapraktan süzülen çiy taneciğinin balkıyan sevinci, kuşların tünediği diri ağacın sonsuz neşesi. Toprağın kokusu, yeryüzünün saflığı, yağmur sonrası gökyüzünün berraklığı. Ama bak işte, gök kubbe çöküyor ve onunla birlikte her şey. Şu dünya son gecenin ağırlığı, her şeyin düşüşü. Bir yıkıntı, bir çözülüş, bir sonsuz boşluk. Unutabilir, yitip gidebilir; karanlık, gökyakut alevler gibi yutabilirdi. Ama dokunan bir şey, saran, kavrayan bir şey: Bizi ve her şeyi tutan senin ellerin, bizi sımsıcak kucaklayan hala senin tuz buğulu bakışların.
Dört bin yıl geçti, çoklar daha az, kalabalıklar daha seyrek, yalnızlar daha eksik. Korkuyor, adını anmıyor hiç kimse. Günah ve korku dökümlü dini metinler, tövbe dolu bir geri dönüşe muhtaç nefretin tercümesi papirüsler, kitabeler, elyazmaları… Lut ve lanet denince ölü denizlerce anımsanan Kadın! Gövdelerine sıcaklığından sunmak için canından eksilttiğini yumuşak son bakışını veren kül ve yangınlar kavminin ecesi! Dünya alev almak üzere, herkes kendine, sen kül yağan ülkene, biz sana bakıyoruz binlerce yıl geriden. Zaman ilerlemiyor, eskimiyor, taşın tarihi de tuz dikitlerine sinmiş acının rengi de. Lanetlense de kim tutulabilir senin gibi kavmine, el-Lisan’ın sığ sularına gömülen Gomora’ya kanından, yutulan Sodom’un görkemli kulelerine eriyen yüreğinden kim sunabilir? Ve tek bir bakış uğruna kim can verebilir bugün, bütün zamanlardan silinmiş adıyla, bilerek, arzulayarak bütün kalbiyle kim yitip gitmek isteyebilir hiç okunmamış eşsiz şiirinin tuz kaplı katmanları arasında? Aşk dedin ve aşk dönüp bakmaktı, akmaktı bir başkasının gözlerinden kendi derinliklerine. Gözlerini alamama gücüydü merhametin bütün veçheleriyle.
İşte adı olmayan bizler, adı olmayan sana en güzel adı vermek için dönüp bakıyoruz. Senin günahsız dupduru gözlerinle görüyoruz. Arınmışız seninle, zamandan ve bütün korkulardan. Solmuş bir dünyanın son günbatımı güzelliği, sen geçmişimiz, sen, son veda bakışımız. Ve sen yitirilmiş olan daha en başından, inmekte olan gökalev kasırgalar içinde. Ve gözlerimizi bağlıyor bizden olan, dönüp bakmamak, bakıp görmemek için gözlerimize tuz, ruhumuza karanlık basıyor bize şah damarımızdan yakın olan. Hile, özel bir parıltı vermiş bakışlarına; kötülük, pırıl pırıl bir ışıltı katmış seslerine. Kapsandık, ele geçirildik; önce meselelerden, sonra ruhlarımızdan. Halbuki hepimiz gibi kusurluydular, bizden fazla olan yalnızca karanlıklarının ihtişamı. Gözlerini kapamayı iyi bilmeleri, her şeyi söyleyip hiçbir şeyi söylememeyi, baştan sona süzüp hiçbir şeyi görememeyi. Basitliğin neşesi, budalanın mutluluğu. Değişimin tüm hikayesi dönüşmekle mi ilgiliydi, kötüden en kötüye? Bir incelik düşü müydü sadakat, uçurumla biten bir masalın son kelimesindeki titreşim mi?
Şimdi dönüp bakmamayı ve kendilerine inanmayı buyuruyor, en iyi fiyatı veren sadakatlerini bile satın alabiliyorken. Hâlbuki yanan kuşların kanat sesleri yankılanıyor içimizde. Ve senin yasını tutuyoruz Ado, ah senin yasını, ey solup giden mavi göklerin uçsuz bucaksız imgesi! Babil ne kadar hüzün, Ninova ne kadar yangın, Palmira ne kadar gözyaşı biriktirdiyse. Yalçın kayalıklarda, tutuşmuş koyaklarda, geçit vermez dağların doruklarında birbirine yanık yaralarından bağlı oğulların ve kızların ne kadar acıya biriktiyse. Alevler sarıyor ve biz dönüp bakıyoruz senin zaman ötesi mercan gözlerinle, bir tek bakış uğruna senin gibi can versek bile.