Modern zamanın dervişleri
Forum Haberleri —

Rıza Altun/Ali Haydar Kaytan
- Ali Haydar Kaytan ve Rıza Altun... Modernite koşullarında kutsal bir sırın, bir mana ve anlamın ardına düşen, bir lokma bir hırka felsefesiyle evvel zaman dervişleri gibi yaşayan iki bilge insan...
HASAN HAYRİ ATEŞ
Dersim’de çocukluğumuzun tan kızıllığıydı onlar. Yeni bir günün rahmine düşen muştu. Önce 68 kuşağının öncüleri, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya’nın adları belleklerimizde yer ediyor.
Sonra Apocular.
Dersim’de ağıtların deminde yaşanan bir dönem bu...
Soykırım, yani halk deyimi ile tertele acısı çok taze. Topraklarından sürülenlerin geri dönüşleri ise ancak yirmi yıl olmuş. Terteleyi çocuk yaşta deneyimlemiş kuşak, derin bir suskunluk içinde. Onların anne babaları, yani nine dedelerimiz ise yaşadıklarını ancak akranları ile konuşuyor ya da ağıtlarla dile getiriyorlar.
İşte böyle bir dönemde farklı farklı fraksiyonlara katılmış Dersimli gençler, özellikle üniversiteli gençler ve öğretmenler “proleteryanın ideolojik öncülüğünde” bir devrim için köyden köye koşturuyor, ateşli nutuklar çekiyor. Gündemlerinde ne dün yaşanan soykırım, ne soykırımın bugüne etkileri, ne de yarına dair bir şey yok. Yani Dersim’i, soykırımı ve yaşanan travmaları konuşan yok. Sanki böyle bir şey hiç yaşanmamış gibi.
Esas gündem üç dünya teorisi, sosyal emperyalizm, farklı ülkelerde yaşanan devrimler ve kurtuluş mücadeleleri. Elbette ulusal sorun ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı da konuşuluyor, fakat çözüm devrim sonrasına erteleniyor.
Bu dönemin en çekici konularından biri de fraksiyonlar arası tartışmalarda kimin baskın geldiği, kimin daha etkili konuştuğuydu. Bu, ortaokul öğrencileri olarak bizi de etkiliyor. Haliyle bol bol kitap okuyor, anlamlarını bilmeden kavramlar ezberliyor, sonra da üstünlük sağlamak için birbirimizin üzerine boca ediyoruz. Yaşadığımız zamanda değil, bir hayal alemindeyiz. Bilmeye, manaya, anlama değil, şekle ve ezbere önem veriyoruz. Daha doğrusu ne özsel olarak bilmenin, ne anlamın, ne de mananın ne olduğunu bilmiyoruz.
İşte, böyle bir dönemde “Apocular” ismi, gecenin ortasına düşen bir yıldırım gibi giriyor şehrin gündemine. Farklı fraksiyonlara mensup öğretmenlerimiz uyarıyor bizi, “Aman çocuklar dikkat, Apocular’dan uzak durun. Onlar Doğu’nun ulusalcıları, hem de çok tehlikeliler...”
Sonra neredeyse tüm fraksiyonların tavır aldığı Apocuların Dersim’deki öncülerinden Ali Haydar Kaytan’ın adını duyuyoruz.
Okula geç başladığı için bizden dört yaş büyük Murat adında bir sınıf arkadaşımız, bir akşam mütalaasında tok bir sesle, Ali Haydar Kaytan’a ait olduğunu söylediği bir şiir okuyor: “Ben insandım/Ağrıydım ben, Koçgiriydim/Dersim’dim, Zilandım/Günyüzü görmemiş bebeydim ben/Süngülerin ucunda sallanandım. Ben insandım/Ben bitmeyen kavga/Ben bağımsızlığa susamış ülke/Ben kurtuluşun gübrelenmiş toprağı/Ben KÜRDISTANDIM!...”
Murat şiiri okurken tir tir titriyor.
Biz de titriyoruz. Çünkü nine dedelerimizden duyduğumuz Dersim ve süngü sızısı içimize işliyor, çok sarsıcı bir etki yapıyor.
Ve Kürdistan...
Peki, Murat’ın titremesi korkudan mı, heyecandan mıydı?
Daha sonra sorduğumuzda hem korkudan hem de heyecandan olduğunu söylüyor. Meğer çok daha uzun olan ve sarı bir teksir kağıda basılan şiiri, o gün seminer vermek için yatılı okula gelen Delil Doğan ve Erdoğan Sönmez getirmişler. Tabii ki, Erdoğan Sönmez’i biliyoruz. Bizimle aynı kasabadan. Ancak Delil Doğan’ın kim olduğunu yıllar sonra öğreniyoruz.
Murat’ın korkusuna gelince, “Bizim yaptığımız şey çok tehlikeli” diyor, “Diğerlerinin yaptığına benzemez. Bizim yaptığımız ölüyü mezardan çıkarmak gibi bir şey.”
Tabii ne demek istediğini anlamıyoruz. Üstelik ölüyü mezardan çıkarmak neden o kadar tehlikeli olsun ki!
Ama öyleymiş! Bu, Tanrı’nın yasalarına meydan okumakmış.
***
Ali Haydar Kaytan ve Rıza Altun... “Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi” iki insan modernite koşullarında kutsal bir sırrın, bir mana ve anlamın ardına düşen, bir lokma bir hırka felsefesiyle evvel zaman dervişleri gibi yaşayan iki bilge insan... Mevlana’nın sözleriyle belirtmek gerekirse, “İyiden iyiye inanmış, şüphesi kalmamış iki can,” için bir şeyler yazmak kolay değil.
Onlar ve yol arkadaşları zamanın bütün bilgilerini elde etmiş olsalar da, bu bilgiyi görüş ve oluş haline getirmek için vardıkları durakların asla son durak olmadığını; aksine varlıktan tam yokluğa ve yeniden tam varlığa ulaşmak için yaşamı sonu olmayan bir yolculuk bildiler.
Sonsuz yolculuk ve sonu gelmez anlam arayışı dedikleri yaşamlarında onlardan öğrendiğimiz bir diğer şey ise, zamanın HAKİKATİ’nin, içinde bulunduğumuz an’da olduğuydu. Evet, geçmiş yol göstericiydi. Ancak yaşanmış ve geride kalmıştı. Dolayısıyla ancak zihinde mevcuttu. Gelecek ise sonsuzdu. Ufuk gibi o da daima ilerdeydi. O halde insan yaşadığı an’ı anlamlı kılabilmeli, yaşadığı an’da anlam üretebilmeliydi. Yaşam an’da üretilmiş sonsuz anlamlar bütünüydü. Hiç bir şey geleceğe ertelenemezdi. İnsan yaşam biçimiyle kazandırır ya da kaybettirirdi.
Onlar, o uzun ve ulvi yola revan olanlar, bu felsefeyle yola koyulup HAKİKAT’in sırrına erebildikleri için, bir katre sudan bir umman, bir kum zerresinden bir dağ yarattılar. Ve Kürdistan’da kör bir kuyuya yuvarlanmış yaşamı, ışık seli içinde yüzen dağın zirvesine taşıdılar.
Evet, HAKİKAT bu. Şeyh Bedrettin’in sözleri ile belirtmek gerekirse, Hakikat, öğretilen değil, olunan şeydi. Hakikate bilgiyle değil, anlamayla ulaşılırdı. Bilgi, yalnızca belleğimizin bir parçasıdır. Anlamaksa varlığımızın bir parçası.
Önemli olan Ali Haydar Kaytan ve Rıza Altun ve yoldaşlarının hakikatini anlayabilmektir.
Aşk olsun onlara ki, o ulvi yolda Hakikat’in sırrına ererek, birer kutup yıldızına dönüşebildiler. Aşk olsun o ulvi yolun daha en başında onlarla yoldaş olanlara. Aşk olsun bu yolda sonsuzluğa yürüyenlere ve halen nefes nefese yürümeye devam edenlere.