Ormandan çocukluğuna bakmak

  • En yakın bağı Per Peterson’ın At Çalmaya Gidiyouz adlı romanıyla kurdum sanırım. Romanın kahramanı 67 yaşındaki Trond, Oslo’yu bırakıp Norveç’in doğusunda bir ormana yerleşir. İnsanın ihtiyaç duyunca ormana, dağa sığınması, rahatça dolaşması, güven içinde yaşaması beni imrendirir.

 

PELİN ÜNAL

Norveç ilginç bir ülke. Özellikle de Orta Doğu’dan bakılınca. İleri demokrasi, yüksek yaşam standartları, muhteşem ve bakir bir doğa. Nerden baksan dağ ve deniz. Ormanlar talan edilmemiş, nehirlerin akışına müdahale edilmemiş, insanların mutluluğu ve konforu için her şey düşünülmüş. Kutsal metinlerdeki cennet tasvirine oldukça yakın görünüyor her şey.

Böyle bir yaşamın edebiyata nasıl yansıdığını merak ediyor insan. Zaten son yıllarda oldukça popüler yazarlar yetişti. Per Peterson, Erlend Loe, Ray Jacopsen okuma fırsatı bulduğum yazarlar. Üçünde de dikkatimi çeken şey, oldukça sakin görünen hayatların arkasında kolay kolay kendini ele vermeyen yıkım. Uzaktan göründüğü gibi değil mi demeye çalışıyorlar acaba?

En yakın bağı Per Peterson’la kurdum sanırım. Özellikle de At Çalmaya Gidiyoruz adlı romanıyla. Romanın kahramanı 67 yaşındaki Trond. Oslo’yu bırakıp Norveç’in doğu ucunda bir ormana yerleşir. Erlend Loe’nin Doppler adlı romanındaki Andreas Doppler de bir gün aniden evini, işini, ailesini bırakıp ormana yerleşiyordu. Oslo’dan kaçmak bana biraz “bulmuş, bunuyor” gibi gelse de üzerinde durmuyorum. Ama insanın ihtiyaç duyunca ormana, dağa sığınması, orada rahatça dolaşması, güven içinde yaşaması beni imrendirir. Düzenin zora dayalı yöntemleriyle bizi kontrol altında tuttuğu beton yığını, ruhsuz, kirli şehirlerden kaçabileceğimiz tek yer olan doğa da saçma gerekçelerle bizim için oldukça tehlikeli bir alan haline getirildi çünkü.

Geçen yaz başka bir şehirde yaşayan 15 yaşındaki kuzenim ve arkadaşı köyün hemen karşısındaki dağın yamacında kamp kurmaya karar verdiler. Evlerle yamaç arasında taş çatlasa 400 metre mesafe ancak var. Çadırı kurdular. Hava kararıp ateşi yakar yakmaz köyü jandarmalar bastı. Şaşırmadık. Ama Norveçli yazarların doğayla kurdukları yakın bağ, ormanda kimseye hesap vermeden yaşamaları beni oldukça şaşırtıyor.

Romanın kahramanı Trond da yaşamı boyunca sessiz, sakin, her şeyin, herkesin uzağında bir yaşam sürmeyi hayal etmiştir. Yıllardır hayalini kurduğu yaşama, köpeği Lyra’yla birlikte nihayet başlar. Günler çok sakin geçmekte. Gün içerisinde ufak tefek işlerini görürken BBC World’ün radyo kanalı sürekli açıktır. Ama radyodaki her şey ona yabancı gelir çünkü Norveç’ten hiç bahsedilmez. Trond bu durumdan oldukça memnun ama. Seviyor bu yabancılığı. Norveç haberlerin değil, hayallerin konusu zaten. Özellikle uzak ve yalnız ülkelerde kurulan hayallerin.

Kulübesi bir gölün kıyısındadır Trond’un. Çam ve köknar ağaçlarının arasında. Akşam, uzaktan ışığını gördüğü bir kulübe daha var ormanda. Orada yaşayan kendi yaşlarındaki adamı birkaç kez uzaktan görmüş. Bir gece yarısı adamla tanışan Trond sonrasında hiç beklemediği bir yere, çocukluğuna gider. Bu, başına gelmesini istediği en son şeydir. Norveç’te bile yaşasa insanın etkisinden kurtulamadığı bir çocukluğu olabiliyormuş. Thomas Bernard’ın Kireç Ocağı romanında Kondrad’a söylettiği gibi;  “Çocukluğa bakmak bir felakete bakmaktan başka bir şey değilmiş. Tıpkı cehenneme bakmak gibi. Ne zaman çocukluğuna bir kapı açsa zifiri karanlığa kapı açmış oluyormuş. İçerden gelen tek şey soğuk ve insafsızlıkmış.”

Koyu bir karanlığın gölgesi 

Hatırlamak mühim. Özellikle de güzel hatırlamak. Benim, geçmişe tahammül edemediğim şey tam da bu galiba. Çünkü çocukluğuma dair en güzel anlar bile mutlaka koyu bir karanlığın gölgesi altında kalmıştır. İlkokula hiç bilmediğim bir dille başlamam, bildiğim tek dilin yasaklanmasıyla koyu bir sessizliğe mahkum olmam, izlediğim hiçbir çizgi filmi anlamamam, hiç sevmediğim bir şehre taşınmak zorunda bırakılmam… Bu ve buna benzer şeyler arasında öğütülen bir çocukluğa mümkün olduğunca uğramamaya çalışıyorum. Peterson ise neredeyse tüm kahramanlarında olduğu gibi Trond’un da eylemlerini “hatırlamak” üzerinden verir. Aynı zamanda romanın anlatıcısı olan Trond’un çocukluğu aracılığıyla bizi 1948 yılına götürür. Almanlar üç yıl önce gitmiş ama bazı etkileri hala devam etmekte. Nazilere karşı direniş hikayeleri, bazı kahramanların direniş üyeleri olması zaman zaman kendini hissettirir. 

Müthiş bir usta

Babasıyla iki yazdır Oslo’dan ayrılıp İsveç sınırındaki köye gelir Trond. Babasının orada bulunan her şeye bir aşinalığı olduğunu düşünse de üstünde durmaz. Jon adındaki kendi yaşıtı bir çocukla arkadaşlık kurar. Bir sabah at çalmaya giderler. Gerçekten çalmazlar. Heyecan olsun diye, at binmeye “çalmak” ismini vermişler. Heyecana gerçekten ihtiyaç var çünkü. Ne oluyorsa o gün olur. Herkesin hayatı bir anda altüst olur. Sandıktaki sırlar birer birer ortaya saçılır. Aradan 50 yıl geçmiş olmasına rağmen Trond’un peşini bırakmaz.

Peterson her iki zamanı aynı anda verme konusunda müthiş bir usta. Geriye dönüşlerle anlattığı olaylar ve şimdiki zamanda anlattığı olaylar birbirini çok güzel tamamlıyor. Büyük laflara gerek duymadan sadece İskandinav ülkelerine has olduğunu düşündüğüm bir sakinlikle anlatıyor. Trond’un çocukluğunu anlatırken verdiği detaylar ve o detayların omuzladığı hikaye oldukça etkileyici. Çocukluğu ve 67 yaşındaki hali dışında arada kalan yılları bilmiyoruz. Bilmeye de çok ihtiyaç duymuyoruz zaten. Ama emin olduğumuz bir şey var: “Gökyüzü gibi bir şey çocukluk, Hiçbir yere gitmiyor”. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.