Havale edebiyatına ramak kala…

Kültür/Sanat Haberleri —

  • Şu soru kafamı kurcalıyor… Üzerinde başka bir yazarın künyesi olsaydı mesela, dünyanın çeşitli yerlerinden nitelikli kitapların önümüze sunulduğu Diyaloglar serisinde, çağın gereklerini karşılayacak örnek bir anlatı olarak Annemin Uyurgezer Geceleri’ni konuşur muyduk?

BİLGE AKSU

Twitter’da (X) “havale edebiyatı” diye bir terim var. Okul yüzü görmemiş bir terim elbette. Derinlemesine analiz ederseniz ucu bucağı Ferit Edgü’lere kadar uzanabiliyor ama ben kendime yettiği kadarını alıp kullanırsam milenyum sonrası Türkçe edebiyata tarihlerim bu akımı. Neyi kastediyor derseniz, zirveye 2010’ların ortalarında ulaşmış bir biçimsel furyayı işaret ettiğini söyleyebiliriz. Kesik, kopuk, ağdalı, sayıklar gibi cümleler ve hemen hiç olay akışının olmadığı metinler. 200 sayfa yazıyorsunuz, anlatıcı birinci kişi zaten, onu karakterden sayarsak başka da kimse yok. Belki geçmişin tozlarına karışıp gitmiş takıntılı bir aşk yahut trajik bir kayba rastlarsınız. Ama her şey anlatan kişinin dünyası kadar, ne okuyucuya ne başka karakterlere herhangi bir söz alanı tanınıyor.

Okuyucunun neyi sevdiğini yargılamak yahut günümüzün olmazsa olmazı piyasa koşullarının dayattığı zorunlulukları sorgulamak faydasız olsa da, tamamıyla melankoliye ve imgelere teslim olmuş bu dili, bu edebiyat anlayışını beğenmemek, kabul etmemek mümkün. Zaten klasik hale gelmiş kimi “usta” yazarlar o tarza pek meyletmedi. Orhan Pamuk’un ya da Ayfer Tunç’un sayıklamalardan ibaret kitapları olmadı da, olamadı da. Kuru Kız’ın neden yazıldığını bilmediğimiz gibi, Kırmızı Saçlı Kadın’ın hikmetini de anlamadık ama ikisinde de hiç olmazsa edebi kurgunun temel gereklilikleri yerli yerindeydi.

Annemiz Ayhan uyurgezer

Annemin Uyurgezer Geceleri’ni okurken en çok şükrettiğim şey de bu oldu. Ayfer Tunç, külliyatının çoğunda yaptığı gibi yine upuzun bir metinle çıktı karşımıza. Üç kuşağa uzanan, Osmanlı’dan günümüze, kabaca 120 yıllık bir hikaye. “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi”ni bilenler için tanıdık ve umut verici…  Başrolümüz İstanbul’da zaman, baş karakterimiz Şehnaz… Şehnaz’la günümüzü, büyük ninesi Esme’yle Osmanlı’nın son demlerini deneyimliyoruz. Arada cumhuriyete geçişin simgesi Hatice Şehbal ve 60’lar yaşantısının nüvesi Ayhan Hanım var. Ayhan Hanım, yani Şehnaz’ın annesi, ailede cumhuriyetin yetiştirdiği ilk memur kuşağı aynı zamanda. Şehnaz’a bıraktığı miras esasen bu olmalı ama öyle olsa, roman olmaz. Öyle olsa, kimse 440 sayfalık bir hikaye yaratamaz, Ayfer Tunç bile.

Bütün bunların dışında bir de E. karakterimiz var. Belki de E. tipimiz demek lazım. Herhangi bir isim bahşedilmemiş, sıradan orta-üst sınıf bir erkek. Şehnaz’ın takıntılı olduğu, karizmatik bir akademisyen. Boğaziçili. Ona dair yorumlarımız sonraya kalsın.

İki üst paragrafı yanımıza alarak devam edelim. Ayfer Tunç, akılda kalacak karakterler ve kimi olaylar yaratmayı başardığı bu romanında, artık eski usul diyebileceğimiz bir anlatıcılığı sürdürüyor. Mekan olarak kendini her kritik dönemeçte hissettiren bir İstanbul ve gerçek dünya imgelerini dışlamayan panoramik bir anlatı mevcut. Moda’nın eski ve yeni halleri, Bebek sırtlarının hiç değişmeyen romantik tınıları ya da çok kez el değiştiren sermayenin ve siyasal yönelimlerin hızlı bir özeti… Günümüz evrensel edebiyatında olmazsa olmaz kabul edilen bütün motifler ve biçimsel gereklilikler yerli yerinde. Ayfer Tunç’u Murat Gülsoy’la yarattıkları Diyaloglar serisinden de biliriz, nitelikli edebiyatı çok iyi takip eder ve kitlesiyle paylaşır.

Tam da o nitelikli evrensel edebiyatın olmazsa olmazı minvalinde kimi yöntemleri var yazarın. Şehnaz, aşık olduğu E.’nin öğrencisiyken aynı okulda akademisyen olmuş ve öyle bir hayat yaşamaya talip. Annesi Ayhan Hanım bütün mevcudiyetiyle bir Milli Eğitim neferi. İlk olarak bu ikisi arasında gelişen ve hiç bitmeyecek bir anne-kız gerilimi karşılıyor bizi. Psikanalizi eskiden beri seven Tunç, henüz emekli dahi olmamış Ayhan Hanım’ın uyurgezerliğini biçimsel bir işleve dönüştürerek, geçmişe dönmenin ilk sebeplerini üretiyor. Uykusunda sayıklayan anneniz, yıllar yılı babanız bildiğiniz kişinin aslında babanız olmadığını söylerse, geçmişe dönüp bakmama şansınız çok azdır. Hele ki anneniz, üniversite hocanızla ilişkinizi ahlaki gerekçelerle onaylamıyorsa… İlk tohum böylece atılıyor ve Şehnaz’ın keşif serüveni başlıyor.

Uyurgezerlik, tıbbi manada yeterince bilmediğimiz ama hepimizin duyduğu bir mesele. Kitaptaki uyurgezer anne, genel geçer uyurgezerler gibi değil. Yazarın amacına fazlasıyla hizmet edecek şekilde, kimi zaman öfkeli, geveze ve yerinde duramayan; kimi zaman melankolik atmosferi şıp diye oluşturacak bir karakter. Fakat bütün işlevi bir noktada buna sıkışıp kaldığı için Şehnaz’a dair bir dürtme etkisi yaratmanın ötesine pek de geçemiyor. Ninemiz Hatice Şehbal çok daha canlı bir karakter örneğin. Bütün iç hesaplaşmalarıyla, gri alanı bir sahneye dönüştürerek her noktasını kullanışıyla ikonik bir karakter kumaşı taşıyor. Annemiz Ayhan ise uyurgezer olduğu gecelerde anlatıyı ilerleten, ayık olduğu kısımlarda ise kimi zaman yapay gerilimlerden ibaret tartışmalara vesile olan bir konumda kalmış. Bana göre kitabın başyapıt olma ihtimali buralarda rafa kalkıyor.

Ayfer Tunç

Geçmişten gelen ‘yanlış düğümler’

Bu kuşaklar arası aktarımda dikkate değer en önemli husus, yeni nesil bilimsiz psikologların ağzından düşürmediği travma aktarımına biçilen rol. Kimi klişe laflar vardır, ‘ninenizi affetmeden sorunlarınızı çözemezsiniz’ minvalinde; biraz ona dair bu. Ayfer Tunç’un eskiden beri en başarılı olduğu şey, geçmişten günümüze uzanan kimi travmaları analiz etmek. Burada da annemiz Ayhan’dan üst kuşaklardaki Hatice Şehbal ve Esme’ye ulaşan bir çözümleme mevcut. Şehnaz’ın günlük yaşantısındaki önemli kararlar, geçmişten gelen bu ‘yanlış düğümlere’ bağlı. Yanlış erkek seçmek, kimi zaman sadece psikanalitik bir zorunluluk mudur sorusunun peşine böyle düşüyoruz. Tanzimat romanındaki babasızlığın, genç oğlanları sürekli yanlış kararlara sürüklemesi misali, belki de Şehnaz o ailede yanlış aşkın, yanlış tutkunun, yanlış bir hayatın peşine düşen ilk kadın değildir?

Yazar, anlatıya girişi de böyle yapıyor zaten. Kim olduğu belirsiz bir E. karakteri var ve biz öğrenci halimizle onun peşine düşmüşüz. 12 Eylül’ün karanlık çağındayız, akademi parlak bir yaşantının ihtimalleriyle dolu. Ama aşk, zamansız ve sorumsuz bir duygu olarak bizi sarmalıyor. Annemizi de sarmaladığı gibi. Evli bir adamın metresi olmayı, niyeyse küçümseyip durduğumuz annemiz gibi küçük bir hayat yaşamamanın gereği olarak görüyoruz. Sonra uyurgezer geceler başlıyor, eskiden beri hissedip soramadığımız kimi sırların ortaya döküleceği geceler…

Yazarın özellikle ikinci uyurgezer gecede anlatının eksenini değilse de ilk motivasyonunu kaybettiğini düşünüyorum. Elbette kendimizi yazarın yerine koymamalıyız, aşırı okumalardan kaçınmalıyız fakat kimi eserlerde bunu yapmaktan kendimizi alamayız. İkinci uyurgezer gecede Ayfer Tunç’un, kuşaklar arası travmalarda çok daha geniş bir hareket alanının olduğunu fark ettiğini ama eserin iskeletinde bir kere kendine yer bulmuş E.’ye dönüp durmasının zorunluluğunu kabullendiğini düşünüyorum. Ya da kısaca özetlersem, kitabı dikkate değer kılan kısımlar kadınların kuşaklar arası aktarımlarıyken E.’ye duyulan aşk son derece vasat bir çizgiye çekip duruyor. Bu ritim problemi de bir başyapıtla karşı karşıya olmayışımızın ikinci temel nedeni.

Unutamamanın lanetini

Üçüncü ve bu yazıdaki son neden ise, üsluptaki problemler. Şehnaz’ın zihni bazen akıcı bir gözlem halindeyken bazen ite kaka ilerleyen bir akışa teslim edilmiş. Kitabın arkasındaki tanıtım yazısında da vurgulanan “unutma yetisini kaybetmenin siyah mermerden yapılmış kaskatı bir levha haline getirdiği” bu yaşantı başka kadınların hikayelerini içerdiğinde genişleyip açılırken, sıkışıp kaldığı E’ye dair kısımları aktaran bilinçakışı benzeri kısımlarda tavsamaya başlıyor. Unutamamanın lanetini Borges’in Funes’ine benzeterek metinlerarası bir dayanak oluşturulmak istenmişse de bu yeterli olmuş diyemeyiz. Tekrarlayan imgeler yerine bu unutamama halinin verdiği yeniden anlatma arzusu pek olumlu sonuçlanmıyor. Zaten dönüp dolaşıp, son sayfalarda yine kuşaklar boyu acı çeken kadınların tasvirlerine geliyoruz. Çarpıcı bir finalle de kapağı kapatıyoruz. (Hisli alıntılar için zirve noktamız S. 414’ün sonu)

Yine de yakın döneme dair, yazının girişinde bahsettiğim “havale edebiyatı”nın sancısını fazlasıyla çekmiş bir okur olarak, Ayfer Tunç’un bu son romanını olumlu bir yere koyuyorum. Değişen siyasi iklimi, dönüşen kuşakları ve göz göre göre kaybettiğimiz kimi yaşam ihtimallerini şöyle bir yoklamak için makul bir eser var karşımızda. E.’nin dışındaki karakterler oldukça canlı, gerçek ve tutkulu. Okurların hemen hepsinin ortak hislere bürünebildiği keskin karakterleri özlüyoruz ne yalan söyleyelim. Bu açılardan, biçimsel sorunları olan ama hikayesi itibarıyla dikkate değer bir metin kısaca.

Fakat şu soru kafamı hep kurcalıyor… Üzerinde başka bir yazarın künyesi olsaydı mesela, dünyanın çeşitli yerlerinden nitelikli kitapların önümüze sunulduğu Diyaloglar serisinde, çağın gereklerini karşılayacak örnek bir anlatı olarak Annemin Uyurgezer Geceleri’ni konuşur muyduk? Bunu en başta sorsaydım belki de bu yazıya gerek kalmazdı. Ama biçimsel zorunluluklar işte böyledir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.