Demir parmaklıklardan süzülen öyküler

Dosya Haberleri —

Turnalar

Turnalar

  • “Turnalar”, bir pencerenin ardında saklı kalan çocuklukların, demir parmaklıkların ve yas tutan kuşların sesi. Her sayfasında cezaevinin soluk havası, bir annenin hasreti ve küçücük bir çocuğun eksik kalan oyunları yankılanıyor.
  • Kitabın ismini, cezaevinde annesiyle birlikte kalan bir çocuktan aldığını söyleyen 28 yıllık tutsaklıktan sonra tahliye olan yazar Ergül Çiçekler, "Kitapta 'Simurgun Çocukları' adlı bir öykü var. O öyküde bir tutsak çocuğun isyanı ve isyana yanıt veren turnalar var. Orada turnalar, aslında tutsak devrimcilerdir. Bir de bildiğimiz turna kuşu var; eşe dosta selam götüren" diyor.
  • Sessizliğin çok güçlü bir imge olduğunu söyleyen Ergül Çiçekler, "Susan bir kadın korkutmalı. Dehşet saçan bir insandan çok daha fazla korkutmalı. Susan bir çocuk ölesiye korkutmalı bizi. Bir kuş düşünün, ötmüyor. Hasta olduğunu düşünürüz. İnsan da böyledir. Susmak konuşmaktır ve büyük etki yaratır" diye belirtiyor.

ERDOĞAN ALAYUMAT

“Turnalar”, bir pencerenin ardında saklı kalan çocuklukların, demir parmaklıkların ve yas tutan kuşların sesi. Her sayfasında cezaevinin soluk havası, bir annenin hasreti ve küçücük bir çocuğun eksik kalan oyunları yankılanıyor. Bu kitap, yalnızca bir öykü değil; duvarların içine sıkıştırılmış hayatların, isimleri silinmiş anıların ve kolektif bir direnişin küçük, kırılgan bir aynası gibi.

Kitap, yaşanmış acıları anlatırken onları yüceltmiyor, dramatize etmiyor. Aksine, hayatın içinden geçen sade bir dil kuruyor; sessizliğin de bir anlatı gücü olabileceğini hatırlatıyor. Turnalar, cezaevinde geçirilen yılları bir hesaplaşma değil, bir yüzleşme biçimiyle ele alıyor. Her satırda hem geçmişle hem de bugünün adaletsizliğiyle hesaplaşan bir duyarlılık hissediliyor.

Ve şimdi, demir parmaklıkların ardından süzülerek, beton duvarların ötesine çıkan Turnalar, okuruyla buluşuyor. Cezaevinde başlayan yazım serüveni, 28 yıllık tutsaklığın ardından özgürlüğe kavuşan Ergül Çiçekler’in ve hala tutsak olan Esra Soyaktaş'ın kaleminden hayat buluyor.

Ergül Çiçekler ile, bu uzun yolculuğu, edebiyatla kurduğu bağı ve “içeriden yazmanın” bıraktığı izleri konuştuk.

Turnalar nasıl ortaya çıktı?

Aslında Turnalar’ın hikayesi benden büyük ve yalnızca benim yazdığım bölümden başlamıyor. Turnalar’ın hikayesi, annesiyle birlikte hapishaneye giren ve 6 yaşına kadar cezaevinde kalan bir çocuğun hikayesi. Devlet kuruldu kurulalı bu trajediler yaşanıyor. Cezaevinde anneleriyle kalan çocuklar için bu uygulama bir hak olarak gösteriliyor. Birileri “İyi de çocuk annesini görmesin mi?” diye soracak. Bir çocuk annesini görsün ama duvarların içinde görmesin. Bunun çözümü bu değil.

Turnalar’ın hikayesi çözümlenmemiş diğer tüm sorunlar gibi bitmemiş bir hikaye. Belki de biz bunu yazmakta çok geç kaldık. Umarım bu kitap bir etki yaratır. Bu etki zaman içerisinde sonuca dönüşür mü bilmiyorum ama olması gerektiğini biliyorum. Bizim çalışmamız bu anlamda verilmiş mütevazı bir çaba.

Kitabı okurken bazen Turnalar bir çocuk, bazen bir kadın, bazen de dört duvar arasında bir tutsak. Tüm bu betimlemelerle neyi anlatmak istiyorsunuz, vermek istediğiniz mesaj ne?

Kitap, ismini, cezaevinde annesiyle birlikte kalan bir çocuktan alıyor. Kitapta anlatılan da bir çocuk hikayesi. Hatta binlerce çocuğun yaşadığı bir hikaye. Anneleriyle birlikte içeride kalmak ya da dışarıya çıkıp annesine hasret kalmak… Kitabın bir yanı bu. İçerideyken sevdiklerini özlüyor, dışarı çıkıyor bu sefer de zindandaki sevdiklerini özlüyor. Çocuğun yaşanmamış çocukluğu ruhuna işlemiş.

Bu çalışma aslında bir fotoğraf karesiyle başladı. Cezaevindeyken annesiyle birlikte kalan iki çocuğun fotoğrafı gelmişti. O çocukları anlatmak için bir öykü kaleme aldım. Daha sonra bir fotoğraf daha geldiğinde ikinci öyküyü yazdım. Annesi de birkaç öykü yazdı. Bu yanıyla kolektif bir kitap aynı zamanda. Kitabın yazarlarından biri tutsak bir anne olan Esra Soyaktaş. Kitabın içinde yer alan çizimleri yapan iki kişiden biri tutsak. Bir de işin mutfak kısmı var…

Kitapta “Simurgun Çocukları” adlı bir öykü var. O öyküde bir tutsak çocuğun isyanı ve isyana yanıt veren turnalar var. Orada turnalar, aslında tutsak devrimcilerdir. Bir de bildiğimiz turna kuşu var; eşe dosta selam götüren, mitolojiye konduğumuz turna. Onun da bu konuda bir tavır alışını görüyoruz. “Simurgun Çocukları” öyküsünde insanlığın yaşadığı tüm trajedileri hem bir çocuğun hem de turna kuşunun gözünden görüyoruz. O turna zindandaki bir çocuğu görmekle kalmıyor. “Ben Mississippi kıyılarına indim, bir zamanlar orada asılan köleler yanıyordu. Kara derili isyana şahit oldum” diyor. Kitapta yarattığımız mitolojik turna sadece bir yere selam götürmüyor; doğanın isyanını da anlatıyor.

Kitapta bellek, sürgünlük ve özgürlük arayışı güçlü temalar olarak öne çıkıyor. Bu öyküleri kurgularken cezaevinde geçen yıllarınızın hangi duygusal eşikleri ya da tanıklıkları belirleyici oldu?

Bu çalışmayı yaparken kurabildiğim kadar empati kurmaya çalıştım. Bir de sansür engeli vardı. Kitabı parça parça dışarı gönderdim. Cezaevi Okuma Komisyonu üyeleri, “Burada ne anlattığını biliyoruz, hoşumuza gitmiyor ama bir şey yapamıyoruz” dediler. Kitabın tamamında o empatiyi yaparken soyut bir dil kullanmak zorunda kaldık. Başka türlü bir şansımız yoktu. Tek bir “yoldaş” kelimesinden dolayı bir mektubun içeri verilmediği bir dönemde bu kitap kaleme alındı.

Önceki çalışmalarımda “zindan kokmaması” için çok çaba sarf ediyordum ama bu kaygının tamamen dışına çıktım ve “Hayır, bu kitap zindan kokacak” dedim. Çünkü tutsak bir çocuk var ve aslında aldığımız zindan kokusu değil, zindanlaşmış bir toplumun kokusu. “Annesinin suçunu çocuğa mı çektiriyorsunuz” sorusunu soramayan bir toplum var. Kitapta özlem var ve bu özlem özgürlüğe özlemdir ama kendi özgürlüğüme değil, bir çocuğun özgürlüğüne duyduğum özlemdir. Tüm bu duyguları bir kitapta toplamaya çalıştık.

Bu kitap en az 15-20 defa yazıldı. Çocuğun dünyasından büyüğün dünyasına, oradan çıkıp bir kuşun o imkânsız duygu dünyasına girmeye çalışıyoruz ya da o anlamı yükleyen insanların dünyasına… Oradan her şeye hasret kalmış tutsağın dünyasına... Bu çok zorlayıcıydı.

Aynı zamanda bu çalışma kaleme alınırken Kürdistan’da kent savaşları vardı. Taybet Ana’nın cansız bedeni sokakta bekletiliyordu. İnsanlar çocuklarını buzlukta bekletiyordu. Böyle bir dönemde başladık. Bir tarafta her şeyiyle direnen bir halk vardı ama ödenen bedel o kadar korkunçtu ki biz yangının ortasında çiçek büyütmeye çalışıyorduk.

Bazı kitaplar mutlu ya da mutsuz bir sonla biter ama bu kitabın bir sonu yok. Bitmeyen bir kitap. Mutlu son yok ama umut var. Bu kitabı biz yazdık, insanlar devam ettirecek. Ne kadar okunur, nereye ulaşır bilmiyorum ama umarım bir yarayı kanatmışızdır. Yarayı kanatalım ki en azından kangren olmasın, derdimiz buydu.

Cezaevinde yazdığınız dönemle dışarıda yazdığınız dönem arasında dil, ritim ve anlatı dünyanızda nasıl dönüşümler yaşandı? Turnalar bu iki dönemin hangi kesişim noktasında duruyor?

Kandıra F Tipi Cezaevi’nden çıktıktan sonra kitabı yeniden okudum ve düzeltmeler yaptım ama konunun akışına hiç dokunmadım. Sonuçta bir çocuğun tutsaklığını anlatıyor ve bunu bir tutsak anlatmalıydı. Dışarıya çıktıktan sonra kitabı yeniden yazmayı aklımın ucuna getirmedim. Cezaevi sorunu ortadan kalkmış olsaydı bu kitap hiç yayınlanmayacaktı. Belki de yakardım. Buna bir mutlu son da yazmazdım. Yayınlanmamasını tercih ederdim. Eğer bu sorun ortadan kalkmış olsaydı büyük bir zevkle bu çalışmayı ortadan kaldırırdım.

Turnalar’da öykülerin önemli bir bölümünde sessiz, derin bir dayanışma ve ayrılık duygusu var. Turna kuşu metaforu sizin dünyanızda neyi temsil ediyor?

Biz sevdiğimize ya da sevmediğimize bir mesaj attığımızda bu saniyeler sürüyor. Ama turna kuşu yaratıldığı zaman insanlar kaleden kaleye güvercin uçuruyordu. Bizden çok önceki toplumlarda büyük bir kültürel birikim var. Tavus kuşunu düşünelim. Mezopotamya mitolojisinin en güzel parçalarından biridir. Müslümanlık geldiğinde bile o motif duvarlardan inmedi; ateşe su dökülmedi.

Turna kuşunun Alevi inancında çok özel bir yeri vardır. Japon mitolojisinde de bu var. Turna umudu, kavuşmayı, sevinci, vefayı anlatır. Çünkü turna gider ama hep geri döner. Turnalar aynı zamanda kolektif canlılardır. Birlikte uçar, birlikte yaşarlar. Toplumun özgürleştiği yerde mutlu sonun da başlayacağı yere doğru bir gidiştir. Fıtrat diye bir şey varsa bence insanın fıtratında başkaldırı var. İnsanlık başını eğdiği için köle olmuştur; baş kaldırdığı için köle olmaktan kurtulmuştur.

Bu kitabı Esra Soyaktaş ile birlikte yazdınız. Yazdığınız öykülerde kadın tutsakların deneyimi ve direniş biçimleri de hissediliyor. Bu kitapta kadın karakterleri ve onların iç dünyalarını kurarken nelere dikkat ettiniz?

Öncelikle bu soruyu Esra’ya sormalıydınız. Çünkü biz kadınlar hakkında çok konuştuk ve çok saçmaladık. Bu kitapla ilgili olduğu için cevap vermek zorunda kalıyorum. Esra’nın ya da diğer kadın tutsakların hislerinin çok azıdır bu. Örneğin “Ben yazarım” demek bile bir erkek aklının egosudur. Bu kitaba başlarken onu teşvik etmek için “Ben yazarım, hallederiz” demiştim ama Esra “Ben yapamam, beceremem. Daha önce yazmadım. Sen çok iyi yazıyorsun, ben kitabın niteliğini düşürürüm” demişti. Ben esas o zaman “Evet, bu çalışmayı bu arkadaşla yapmalıyım” dedim.

Ben empati kurmaya çalışıyorum ama aslında kitaptaki duyguların tamamı Esra’ya ait. Esra bir anne ve kızı 6 yaşına kadar zindanda kaldı. Kadınların çok daha özel bir duygu dünyaları var. Tutsaklığa, çocukların anneleriyle birlikte kalmalarına dair çok farklı bir yerden bakıyorlar. Bu onlar için tamamen siyasaldır. Ben daha duygusaldım. Çocuğun resimlerini her gördüğümde “Bu çocuk burada değil, parklarda annesiyle birlikte oynamalı” derdim. Ama Esra daha başka bir yerden bakıyordu. “Ben bu çocuğun travmasını yok edeceğim” diyordu. Ben bunu anlayamam, sadece anlamaya çalışırım.

Yazışmalarımızı defalarca birbirimize gönderdik. Bu süreç başlarken Esra, Sincan Cezaevi’ne sürgün edildi. Gönderdiğimiz her mektubun yerine varması ayları buluyordu. Normalde bu kadar uzun sürmemesi gerekirdi ama cezaevi koşullarını düşünürsek çok uzadı. Yazım süreci 3 yılı aldı. Bazı mektuplarımıza el konuluyordu, bir taraftan birbirimizin dilini anlamaya çalışıyorduk. Çok zor bir sürecin ardından bitirdik.

Öykülerinizde dil oldukça sade fakat yoğun; simgesel katman ve sessizlikler ön planda. Bu dil tercihi bilinçli bir poetik karar mı?

Bu bir roman değil, bir öykü ve dili de ona göre seçilmeliydi. Biraz şiire kaçtı. Diğer romanlarımda da bu dil var çünkü ben şiirle yola çıktım ve hâlâ şiir yazıyorum. İmgeyi çok kullanmak okuru biraz zorluyor ama 10 sayfada anlattığını iki cümlede anlatmanın verdiği yoğunluk çok güzel oluyor. Okur da bunu anladığında metin çok daha derinleşiyor. İki cümleyle anlattığımız şey aslında sadece iki cümle değil; okur o sessizliği kendi dünyasında bir yerlere taşıyor.

Sessizlik çok güçlü bir imgedir. Susan bir kadın korkutmalı. Dehşet saçan bir insandan çok daha fazla korkutmalı. Susan bir çocuk ölesiye korkutmalı bizi. Bir kuş düşünün, ötmüyor. Hasta olduğunu düşünürüz. İnsan da böyledir. Bir derdi var ama her zaman ağlamaz; bazen susar. Susmak konuşmaktır ve büyük etki yaratır. Amerikan toplumunun tarihine baktığımızda beyaz adam çok konuşur ama Kızılderili iki kelime söyler, o iki kelime çok daha büyüktür.

Sessizliğin duygusunu yakalamak gibi bir çabamız oldu ama bunu ne kadar başardık bilmiyorum. Bunu okurun yorumuna bıraktık. Bazen üç nokta koyarız ama o noktalardan önce en kısa cümleyi yazmaya çalışırız. Ne kadar az yazarsak okur o kadar çok yorumlayacaktır. Şiiri güzel kılan şey de budur.

Turnalar’ı okuyan dışarıdaki genç okurlarınıza ne söylemek istersiniz?

Tarihin öyle bir döneminden geçiyoruz ki gençlere çok şey söyleniyor ama bence onları dinlememiz gerekiyor. Bu kitap özelinde ve diğer her konuda herkes sizi dinlemeli diyebilirim. Umarım bu kitabı okuyan insanlar hafif bir öfke duyup iki satır yazıp vicdanını rahatlatmaya çalışmazlar. Bu sorun çözülmeden vicdanlar temize çıkmayacaktır. Umarım bu kitap herkese dert olur.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.