Sinemada hapishane ve kapatılma

  • Hunger filminde mahkûmlara yapılan uygulamalar arasında copla dövme, saçlardan sürükleme, zorla yıkama gibi örnekler yer alıyor. Benzer işkenceler, 1919’daki Amritsar Katliamı’ndan sonra gelişen olayları ve devrimci beş arkadaşı konu edinen Rang De Basanti (2006) filminde de görülüyor.     

 

Artur Widak /NurPhoto via AFP

 

BÜŞRA ŞAHİN

 

Çorabın topuğundan soğuk zemin hissedilir.

Ve bot giymek yasaktır

Çünkü ölebilir insan, yapabilirse

Bir kement, ayakkabı bağlarından

Zira işkence görenler hızlı bir ölüm ister

Bunu yönetenler de bilirler

Cesetler konuşamayacağı için

Yere çıplak basmalıdır herkes” (1)

 

Gerçek hayatta çoğumuz hapishanelerin durumunu bilmiyoruz, takip etmiyoruz. Belki çoğumuz bir hapishanenin yakınından bile geçmedi, oradan gelen haberleri okumadı, insanların parmaklıklar ardında olduğunu aklına getirmiyor, hapishaneden çıkan kitaplardan haberi yok belki de. Fakat çoğumuz hapishanede geçen bir film izlemişizdir. Kapatılma, işkence, hapishaneden kaçış sahneleri görmüşüzdür. Bu bize bir ekrandan/perdeden yansıdığı için kendimizi dışarıda tutmuş, izleyici konumunun konforu ile filmi bitirmişizdir. Gerçek şu ki; kaçış temasını bir kenara bırakırsak, hapishanelerde yaşananlar filmlerdekinden farklı değil. İzolasyon, psikolojik ve/veya fiziksel işkenceler, intihar ve/veya cinayetler gerçek hayatta yaşanıyor. İzleyici değiliz, farkında olmasak da tanığıyız bu çağın.

Hapishane temalı filmlerin ortak ve en çarpıcı yanı, gerçekliği vermeye çalışmaları -ki birçoğu da gerçek hikâyelerden besleniyor. Elbette sinemada da hapishane/kapatılma denince akla ilk gelen şey bu kapatılmadan uzaklaşma, özgürlüğe kavuşma, kaçış oluyor. Burada kapatılan kişinin psikolojisi devreye giriyor. Neden aklımıza hemen kaçış gelir? İşlenen bir suçun(2) cezalandırılmasının pek çok yolu olsa da günümüzde bu yollar hep hapishaneye çıkıyor. Hapishane ise suçlunun dışarıdaki dünyayla, ailesiyle, gündemle iletişimini koparmayı amaçlar. Tam bir izolasyon hâlinden bahsedebiliriz. Sadece içerideki diğer mahkûmlarla iletişimine izin verilmekteyken hücreye kapatılma gerçeğinde bu iletişim de ortadan kalkar. Bir insanın uzun süre boyunca kendi zihniyle baş başa kalmasının getireceği sonuçları deneyimlemeden bilemiyoruz; ancak okuduklarımız, izlediklerimiz, gördüklerimiz sonucu bu durumun psikolojik rahatsızlıklara açık bilet anlamına geldiğini kestirebiliriz. Belki bir hafta, belki bir ay, belki de yıllarca sabah akşam kendinizle kaldığınızı düşünün. Aklınıza ilk gelen şey bu ortamdan kaçmak olacaktır.

Kaçış hikâyeleri

Sinema da bu ilk dürtüye uyup hapishaneden kaçışı sıklıkla konu edinmiş. Brute Force (1947), A Man Escaped (1956), Le Trou (1960), The Great Escape (1963), Papillon (1973), Escape From Alcatraz (1979), Firar (1984), Shawshank Redemption (1994) gibi arttırılabilecek örnekler hep bir kaçış hikâyesi anlatır. Kimileri başarılı olur, kimileri ise özgürlüğü umarken kötü sonlarla karşılaşır. Kaçmaya girişen veya kaçan kişilerin suçları değişiklik gösterir: Öldürme, dolandırıcılık, siyasi suçlar vb. Bunun yanında kaçış her zaman aynı bağlamda (düz bir çizgide hapishaneden özgürlüğe) gerçekleşmez. Duvar filminde olduğu gibi (Yılmaz Güney’in bizzat tanıklıklarına dayanır) bir hapishaneden başka bir hapishaneye nakil olmak için çıkartılan isyan da söz konusu olabilir. Özgürlüğe değil, ama en azından daha iyi şartlara kaçıştan bahsedebiliriz. Bu filmi özel kılan, isyanı çıkaranların henüz çocuk olmasıdır. Kimi zaman da hapishane, gökyüzünün hediye edildiği ama izolasyonun uç noktada olduğu bir ada olmaktadır. Henri Charriere’nin biyografisini yansıtan Papillon filmindeki Şeytan Adası ile Novaya Zemlya (3) (2008) filmindeki Çıplak Ada bu noktada benzeşir. Mahkûmlar, olağanüstü şartlar baş gösterince adaya terk edilmektedir. Novaya Zemlya’daki kurguda, artık dünyada o kadar çok mahkûm vardır ki hapishaneler yetmez. Alternatif olarak ada hapishaneleri projesi hayata geçirilir ve mahkûmlar bir yük gemisine bindirilerek adaya götürülürler. Suçlular artık buradan kaçmaya çalışacaktır; bu kaçış intihar bile olsa. Cennet ve cehennem konusunda takıntılı Nikolay karakterinin, bırakıldıkları ada için söylediği “Tanrı burayı unuttu. Tanrı burayı unuttuğuna göre buradaki ruhları almıyordur” repliği, Diyarbakır Cezaevi'ndeki gardiyanların işkence için kullandıkları sopalarda yazan “Allah yok, peygamber tatile çıktı” sözü ile örtüşmekte ve hapislik gerçekliğini özetlemektedir.

Eline güç verilirse

Kaçış hikâyelerinden sonra hapishane filmlerinde en sık işlenen unsur işkenceler oluyor. Bir insanın tüm özgürlük ve iletişim alanlarından mahrum bırakılması, başına da sistemin koruyucu unsurlarından olan gardiyanın konulması kaçınılmaz olarak işkenceyi getiriyor. Hapishanenin doğası gereği ezen-ezilen ilişkisi ortaya çıkıyor ve suçlu-devletin eli karşılaşmasında güçlü taraf devlet oluyor. Mahkûm bu noktada çaresiz, gardiyan ise o alan içindeki en güçlü figür. Kendi gücünün de farkında. Das Experiment (2001) filminde merkeze konan sorudan bahsediyorum aslında: Bir insanın eline, o alandaki tüm gücü verip karşısına da hâkim olacağı birini koyarsanız ne olur? Novaya Zemlya’nın Maymun karakteri de bu örüntü ile örtüşerek adada güç sahibi olur ve gardiyandan pek bir farkı kalmaz: Uyuşmadığı suçlular için küçük bir hapishane bile yapar. Eline güç verilen kişi bu güçten zevk alır, onu sahiplenir ve alanın dışına çıkmayacağını bildiği için (hatta bunu kendisi sağladığı için) gücünü sonuna kadar kullanmaya başlar. Hele ki karşısındaki, kendisinin mensup olduğu görüşten değilse. 

“Ben olsam ben de yapardım” 

Sinemada en çok gördüğümüz hapishane şiddeti, fiziksel işkenceler oluyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri olan Hunger (2008) filmi, izlemesi ağır sahneler sunup seyirciyi zorlar. Sahnelerin bu kadar açık şekilde perdeye yansıtılmasının nedeni; gerçek olaylardan alınmasının çarpıcılığını sunmak olabilir. IRA üyesi ve şair Bobby Sands’in girdiği ve sonunda hayatını kaybettiği açlık grevine giden yolu o kadar sansürsüz anlatır ki izleyici olarak “Ben olsam ben de yapardım” demekten kendinizi alamazsınız. Tabii bunu dedirten tek unsur işkence sahnelerinin şiddeti değil. Film, açılış sahnesinden itibaren izleyiciyi bu psikolojiye hazırlıyor. Bembeyaz bir lavabonun içindeki berrak suda elini yıkayan işkenceci görüntüsü ile başlayan filmin devam eden birkaç sahnesinde bu karaktere yakın plan yapılıyor. Anlıyoruz ki bu karakter çeşitli sıkıntılar içinde, bir çeşit bunalımda ve elleri her daim yaralı. İşkencecinin psikolojik dengesizliğine çekilen dikkat, onunla empati kurmamızı amaçlamıyor; aksine devamında gelecek olan şiddet sahnelerindeki dehşetin, izleyicideki etkisini arttırmak istiyor. İşkencecinin zihinsel rahatsızlığı ile seyirci adım adım gerilime ilerliyor. Aynı sahnelerde karakterin her yemek öğünü de ekrana yansıyor; izleyici açlığa hazırlanıyor. Filmdeki fiziksel işkenceler, IRA üyelerinin battaniye ve yıkanmama protestolarından beslenerek verilmiş.

Hunger filminde mahkûmlara yapılan uygulamalar arasında copla dövme, saçlardan sürükleme, zorla yıkama gibi örnekler yer alıyor. Benzer işkenceler, 1919’daki Amritsar Katliamı’ndan sonra gelişen olayları ve devrimci beş arkadaşı konu edinen Rang De Basanti (2006) filminde de görülüyor. 1920’lerde yakalanıp kısa bir süre sonra da idam edilen gençlere dayak, ellerini ezme, buz kütlesinde çıplak yatırma gibi işkencelerin yanında psikolojik işkenceler de yapılıyor. Müslümanlar ile Hindular arasındaki gerilim, hapishanedeki mahkûmlara uygulanıyor ve din üzerinden birbirlerine düşürmeye; bazen de özgürlük vaadiyle ihbarcılığa yönlendirmeye çalışılıyor. Novaya Zemlya filminde de böyle bir durumdan bahsedilebilir: Rus mahkûmların bırakıldığı adaya, bir süre sonra Amerikalı mahkûmlar getirilir ve ırk temelinde çatışma yaşanması sağlanır. Böylece işkencecinin elinden ve vicdanından kan temizlenecektir. Bu psikolojik baskılar, zaten kısıtlanmış ve hassas bir durumdaki insanları tamamen çökertmek için çoğu zaman kullanılır; şahit olmuş, görmüş, okumuşsunuzdur. Rang De Basanti’de “Inguilab Zindabad” (4) sloganı ile ilerleyen devrimcilere de idam sehpasına kadar uygulanmaya devam ediyor. İki filmin ortaklaştığı başka bir yan da şiirler. Bhagat Singh, Rajguru, Chandra Shektar Azad, Ashfaqullah Khan ve Ramprasad Bismil etrafındaki olayların anlatıldığı Rang De Basanti’de, Ramprasad Bismil’e ait olduğu söylenen şiir şu şekilde: 

Hepimizi sürükleyip

İdam umuduyla topluyorlar

Tutkunun ateşiyle yananlar

Katilin sokağında toplanıyor.

Katilin gücünü henüz sınamadık

Yüreklerimiz başkaldırma arzusuyla dolu

Katilin gücünü henüz sınamadık.

Bismil’in devrimci ruhu, Sands’in tutkusu ile benzeşiyor

100 kere yeniden doğmak isteyen, böylece ülkesi için 100 kere canını feda edebilecek olan Bismil’in devrimci ruhu, Sands’in tutkusu ile benzeşiyor. İki filmde ortak işlenen ve bu tutkuyu en çıplak hâliyle sergileyen direnme sembolü ise açlık. Sinematografik olarak Hunger filminin açlık grevi sunumu eşsiz olsa da (5) iki filmde de politik bir direnme biçimi olarak açlık grevi işleniyor. Siyasi tutsaklar olarak haklarını talep etseler de (gazete, kâğıt, kalem, radyo vb.) karşılık bulamayan mahkûmlar açlık grevini tercih ediyor. Rang De Basanti’deki karakterler kendilerine hapishane yolunu açacak eylemleri özellikle gerçekleştiriyorlar çünkü mahkemede seslerini duyurabileceklerini düşünüyorlar ancak uygulamalar düşündükleri gibi işlemiyor. Hunger’da da hapishane içi uygulamaların ve taleplerin kamuoyunda duyulması için grev tercih ediliyor: “Son dört yılda burada neler oldu? Vahşet, aşağılama… Temel insan haklarımız elimizden alındı. Bunlara bir son verilmeli.” diyen Sands’in başlattığı açlık grevi ses getirse de 66 gün sonra hayatını kaybetti. Hintli devrimciler ise idam edildi.

Gerçek hayattan beslenen ve özellikle hapishane konusunda gerçek hikâyelerle ilerleyen sinema, kapatılan kişinin maruz kaldığı işkencelere odaklanırken alt metinde iletişimsizliği ve soyutlanmayı verir. Novaya Zemlya'da, bırakıldıkları adanın ilerisindeki tepeleri göstererek “İşte dünyanın öbür ucu… En azından bizim için öyle” diyen Jilin’in, tek bir istek hakkı olduğunu belirttiklerinde cebinden mahkûmların mektuplarını çıkartıp “Bu mektupları ulaştırın” ricası, iletişim arzusu ve özlemin derinliğini gösterir. Gerçek hayatta hapishanelere gözünü, kulağını kapatmak ise dışarıdaki toplumun esareti olsa gerek. 

 

1- Bobby Sands, “Castlereagh’ın Suçu”, Hapishane Şiirleri, çev. Gökçe Çataloluk, Ve Yayınevi, 2016

 2- Bu yazıda “suç” ve “suçlu” kelimeleri, öznel değerlendirmeler içermeden kullanılmıştır. Herkesin suç anlayışı aynı olmamakla beraber, devletin gözünde suçlu kişi, genelde kendisine herhangi bir şekilde karşı çıkandır. Bunun bilincinde olarak fakat karşılığında başka bir kavram kullanmanın farklı anlamlar barındıracağı gerçeğiyle“suç” ve “suçlu” kelimelerinden devam edilmiştir.

3- Rusya’ya bağlı iki büyük adadan oluşan, adı Yeni Dünya anlamına gelen Novaya Zemlya adaları, Soğuk Savaş sırasında nükleer test alanı olarak kullanılmıştır. Şimdiye kadar patlatılan en etkili nükleer silah Çar Bombası, 1961’de burada test edilmiştir. 

4-  Slogan da gerçek hayattan alınmıştır ve filmdeki karakterlerin de üye olduğu HindustanSocialistRepublicanAssociation/Army (HSRA) oluşumunun 1920’lerde kullandığı slogandır.

5-  Michael Fassbender, on hafta boyunca günde 900’den az kalori almış ve uzun bir süre -doktor kontrolünde- sadece sardalya ve yemişlerle beslenmiştir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.