‘Viyana saldırıları, Türk ırkçılığı ile siyasal İslamcılığın ortak işi’

Dosya Haberleri —

THOMAS SCHMIDINGER

THOMAS SCHMIDINGER

  • Türk devleti, Avrupa’daki Türk diasporasını kendi çıkarı için her anlamda kullanmaya çalışıyor. Bunu Almanya ve Avusturya’daki dernek ve oluşumları destekleyerek, gizli ajanlar yerleştirip onlar üzerinden bu kuruluşları baskı altına alarak yapıyor. Zaten önceden beri aşırı sağcı Bozkurt söylemiyle ideolojik eğitimden geçmiş bir çevre vardı. Gülencilerin devre dışına itilmesiyle birlikte bu, AKP ile yeni bir oluşum halinde şekillendi.

LACE SANSİZ

Ağırlık noktaları Kürdistan, cihatçılık ve Ortadoğu olan ünlü Avusturyalı politik bilimci ve sosyal antropolog Thomas Schmidinger ile DAİŞ’in Avrupa’daki ve Avusturya’daki örgütlenmesini, son saldırısını ve bunun yanında Türk faşistlerinin başkent Viyana’da Kürtler ve göçmen solculara yönelik saldırılarını konuştuk.

Avrupa, Fransa ardından Avusturya’da yaşanan DAİŞ saldırılarıyla sarsıldı. Özellikle Rojava’da önemli bir darbe yiyen ama varlığını çeşitli saldırılarla göstermeye devam eden DAİŞ’in Avrupa’daki ağı ve örgütlülüğü ne düzeyde? 
DAİŞ’in örgütlenmesini bir soğana benzetebiliriz. Örgütün asıl merkezinde Irak ve Suriye’deki kendisine Halife İbrahim unvanı veren Ebu Bekir el-Bağdadi vardı ve “halife” olarak kendisine sadakat yemini ediliyordu. Bu merkezin dışında kendi başına örgütlenmeler olarak ortaya çıkmış ama DAİŞ’e 2014 yılından sonra katılmış bir dizi örgütlenme var. Bunlar DAİŞ’le, yani merkezi örgütle birlikte davransalar da kendi başına siyasi çizgileri olan örgütler. Örneklersek, Nijerya’da Boko Haram, Mısır’ın Sina Yarımadası için kurulmuş Bayt al-Maqdi, Orta Asya ve Afganistan’daki benzeri örgütleri sayabiliriz. Soğanın diğer bir zarını örgütle gevşek ilişki içinde olan dünya çapındaki sempatizan ağı oluşturuyor ki, bunun içinde Avrupa da bulunuyor. 
Dünyanın çeşitli bölgelerinde varlığını sürdüren bu yapılar, merkezi örgütün ürettiği materyalleri referans alarak, propagandasını yaygınlaştırıp tekrarlayarak eylemsel bağlamda ortak davranış içinde oluyorlar. Bu, merkezi örgütle emir komuta biçiminde bir ilişki değil. Bunlar daha çok kendi bölgelerinde ilişki ağı kurmuş olan sıkı ve sert birimlerden oluşuyor. Bu tür örgütlerde yer alanların bir kesimi oldukça genç insanlar. Mesela Viyana’daki saldırıyı gerçekleştiren militan, daha 20 yaşında biriydi. 
Düşünün: Bir kere DAİŞ 2014’te zirvedeyken bu genç adam daha 14 yaşındaydı. Bu gencin de içinde olduğu kuşak, eski kuşağın yerini dolduran bir kuşak olarak, DAİŞ’le daha gevşek bir örgütlenme içinde bulunuyor. Bununla bunların merkeze karşı doğrudan sorumlu birimler olmadığını söylemek istiyorum. DAİŞ büyük oranda darbe aldıktan sonra, yani 2016’dan beri, Avrupa’da doğrudan büyük saldırı niteliğindeki, örneğin 13 Kasım 2015 Bataclan katliamları gibi saldırıları yapamaz duruma gelmişti. Birkaç yıl önce Berlin, geçen Ekim ayında Fransa Nice’deki ve en son Viyana’daki saldırılar, tek kişi tarafından da gerçekleştirilebiliyor. 
Viyana’daki saldırının sadece bir kişi tarafından yapılıp yapılmadığını tabii henüz bilmiyoruz. Saldırganı oraya kimin getirdiği veya nasıl geldiği halen netleşmiş değil; pekâlâ ikinci bir kişi de onu olay yerine getirmiş olabilir. Bu tür göreceli küçük eylemler, DAİŞ taraftarlarının kendi başlarına da eylem yapabileceklerini gösteriyor. Örgütün saldırıyı özel olarak yönetmesi gerekmiyor. Bu tür bir saldırının gerçekleşmesi için zamanın ve olayı yapacak bir tarafın ortaya çıkması lazım. Aynı zamanda politik ortamın da müsait olması gerekir. Mesela İslam peygamberi karikatürleri üzerinden gündem oluşması veya Türk devletinin olayları kışkırtması durumunda birilerinin bunu yapmaya kendisini hazır hissetmesi gibi.

Avusturya’da 4 kişinin ölümüyle sonuçlanan DAİŞ saldırısı ardından yürütülen soruşturmadan nasıl sonuçlar çıktı? 
Saldırgana karşı herhangi bir soruşturma yok çünkü kişi öldü ama yetkili kurumlar ona yardım eden başka birileri var mı, onu araştırıyorlar. Buradaki can alıcı soru, oraya nasıl ve kimin yardımıyla geldi. Büyük bir saldırı silahıyla metroda yalnız başına mı gitti - ki kamera veya insanlar tarafından mutlaka fark edilirdi. Büyük bir olasılıkla oraya nasıl gidileceğini biliyordu veya yardım eden birileri olmalı. Ama bundan daha ilginç olan, Avusturyalı kurumların saldırıdan önce neden hiçbir önlem almadıkları ve neden bu denli başarısız olduklarıdır. Bu olaya ilişkin saldırgan, önceden Alman ve İsviçreli DAİŞ’çilerle görüşmüş, bir terör örgütüne üye olmaktan hüküm giymiş ve bir süre yatmış çıkmış ama izlenmemiş. Slovakya’ya gidip mühimmat almaya çalışmış ama Avusturya polisi hiçbir şey yapmamış. Bütün bunların neden böyle olduğunu ortaya çıkarmak, saldırganın bir suç ortağının olup olmadığından çok daha önemli. Bu olay, Avusturya’nın gizli haber alma örgütü olan Federal Anayasayı Koruma ve Terörle Mücadele Dairesinin (Bundesamt für Verfassungsschutz und Terrorismusbekämpfung, BVT) açıkça çuvalladıklarını gösteriyor. Bunun açıklığa kavuşturulması, en az terör saldırısının kendisi kadar önemlidir.

Peki kurumların bu denli çuvallamasının sebebi sizce nedir?
Konuya ilişkin benim bir tezim var ama tabii bunun da araştırılması lazım. Birincisi, 
Birincisi bizim federal devlet olduğumuz ve 9 eyaletin kendi BVT dairesi var ve her biri farklı biçimlerde çalışıyor. Bazıları bu çevreleri önemli düzeyde kontrol edebilirken diğerleri bu kadar başarılı değil. Bu konuda çeşitli sorunlar var. Mesela yetkin ve yeterli eleman. Birçok eyaletin BVT çalışanları normal polislerden oluşuyor, yani uzman polis değiller. Mesela cihatçılık konusunda uzman değiller. Birçok eyalette Arapça bilen uzman bulunmuyor, dolayısıyla Arapça ilişkileri takip etmeleri imkansızlaşıyor. Bu kısmen Türkçe, Çeçence dilleri için de geçerli. Ayrıca Eyalet BVT’leriyle merkezi BVT arasındaki ilişkilerde de sorunlar var. Dolayısıyla bu aynı zamanda hukuksal kurumlar olan Savcılık veya mahkemelere de bilgi akmasında bir düzine eksikliğin oluşmasına neden oluyor. 
Bir diğer önemli sorun da bu saldırıdan epey önce Avusturya gizli servisinin Luxor adı altındaki operasyonla meşguliyetleri de var. Olaydan epey sonra, yani şu sıralarda Müslüman Kardeşler’e ait oldukları savıyla İslami örgüt ve kurumlara baskınlar ve aramalar yürütülüyor. Gizli polis ve diğer kurumlar o denli Müslüman Kardeşler operasyonuna odaklanmıştı ki, Viyana saldırısıyla zamansızlıktan dolayı fazla ilgilenemediler, bunun da bir etkisi olabilir. Benim tezim bu.

Yeşiller Partisi eski Milletvekili Peter Pilz, önceki koalisyon hükümetinin kendi içinde makam savaşı yürüttüğünü ve bunun BVT’yi de itibarsızlaştırdığını iddia ediyor, buna ne dersiniz?
Doğru, birçok bakımdan Peter Pilz’in bu iddiasında haklılık payı var. BVT, o zamanki ÖVP (muhafazakâr Avusturya Halk Partisi) ile FPÖ’lü (aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi) İçişleri Bakanı Herbert Kickl tarafından ciddi bir şekilde hasara uğratıldı. FPÖ’lü bir belediye encümeni öncülüğünde normal bir şehir polisi, ekibiyle birlikte BVT bürolarını basıp çok hassas bilgilere el koymuştu. Bu olay uluslararası arenada diğer ülkelerin istihbarat teşkilatlarının Avusturya’nın istihbarat teşkilatına olan güvenini yitirmesine neden oldu. Avusturya BVT’sine verilecek bilgilerin güvende kalmayacağı şüphesine de yol açtı. 
Peter Pilz bu konuda haklı, bu gelişmelerde bunun da önemli bir rol oynadığını söylemek lazım. Ama bu kendi başına yeterli olmazdı, çünkü demin söylediğim gibi Avusturya gizli polisi Slovak yetkililer tarafından haberdar edilmişti. Ayrıca bir senedir Kickl İçişleri Bakanı değil, onun yerine Karl Nehammer bakan ama bir yıla yakın süre içinde de ciddi bir şey yapılmadığı ortada. Gizli haber alma teşkilatı BVT, Kickl tarafından önemli ölçüde itibar kaybına uğratıldı fakat itibarın yeniden düzeltilmesine ilişkin bir şey de yapılmadı. Burada ÖVP’yi muaf tutmak mümkün değil. Ayrıca FPÖ’yü hükümete dahil eden kim sorusu da karşımızda duruyor.

DAİŞ’lilerin örgütlendiği camilerle ilgili hangi ayrıntılara sahipsiniz?
Yaygın bir söylentiye göre saldırgan zaman zaman bu camilere gidiyormuş. İki farklı cami. 16. Viyana’daki Melit İbrahim Camii, IGGÖ’ye (Islamische Glaubengemeinschafts Österreich/Avusturya İslam İnancı Cemaati) bağlı olmayan, kendi başına bir dernek gibi işleyen ve derneğin içinde ibadet yeri de olan, yani resmi bir cami olmayan bir yer. Bu camide Sırbistan ile Karadağ sınırında olan Sancak bölgesinden gelen bir Selefi vaiz olan Necat Balkan aktifti. Necat Balkan, en aktif vaiz olarak daha önce tutuklanmıştı. Necat Balkan ve taraftarları, kendilerini Hazimi’ye bağlı gören ve onun yolunu takip ettiklerini söyleyen bir cemaat. Hazimi, Suudi kökenli ve aşırı tekfirci bir şeyh olarak bilinir. Hazimi’nin İslam yorumuna göre yoldan çıkmış herhangi bir müridi varsa -ki onun yoldan çıktığını bilmeyen bir imam veya şeyh kefil olduğu durumda- kendisi de yoldan çıkmış kabul edilir. Yoldan çıkmış birini mürted ilan etmeyen kefilin kendisi de mürted olur.
Tevhit Camii, IGGÖ’ye bağlı ve önemli bir vaizi ise yine Balkan kökenli Saraybosnalı Muhammed Porča. Bu akım, göreceli olarak daha az siyasi daha çok Muhammedî; o dönemi kopyalayarak onlar gibi yaşamayı amaçlayan bir cemaat. IGGÖ’ye bağlı bir cami olmaları hasebiyle de resmi bir cami konumundaydılar. Çoğunlukla Balkan kökenliler, Boşnak ve Arnavutlar bu camiye gidiyorlardı. Muhammed Porča, Sırpça vaaz veren Saraybosnalı “bilgin” bir aileden gelen biri. Ben şahsen Tevhit Camiinin doğrudan DAİŞ’le bir bağlantı içinde olduğunu sanmıyorum. Muhammed Porča, bir cihatçı olmaktan çok püriten bir kişilik. Porča, Viyana’da bilinen en eski Selefistlerden biri ve çeşitli camilerde vaazlar verdi. Porča’nın kendi camisine gidip gelen gençlerin bir kısmı çeşitli aşamalarda radikalleşmiş, ondan ayrılmış ve şiddet telkin eden hareketlere katılmıştı. Porča’nın suçu, şiddeti savunan İslami cihatçılıkla arasına net çizgi koyamaması ve onun camisinden cihatçı grupların ortaya çıkması.

Thomas Schmidinger, Kobanê’yi de ziyaret etmişti.

 

Viyana’da birkaç ay önce Kürtler ve göçmen örgütler ülkücü, Erdoğancı milliyetçilerin saldırısına uğramış; ardından Türkiye ile Avusturya arasında diplomatik kriz yaşanmıştı. Avusturya’daki Türk ırkçıların örgütlenmesi ne düzeyde? Hangi örgüt ve kurumlar var, ne tür faaliyetlerde bulunuyorlar? Hükümet buna karşı neler yapıyor? 
Bu konuda en önemli sorunlardan biri, Türk devletinin çok agresif bir diaspora siyaseti gütmesi. Türk devleti, Avrupa’daki Türk diasporasını kendi çıkarı için her anlamda kullanmaya çalışıyor. Bunu Almanya ve Avusturya’daki dernek ve oluşumları destekleyerek, gizli ajanlar yerleştirip onlar üzerinden bu kuruluşları baskı altına alarak yapıyor. Tabii bu, buradaki her sağcı gencin doğrudan Ankara’dan yönlendiği anlamına da gelmiyor. Avrupa’nın çeşitli yerlerinde zaten önceden beri aşırı sağcı Bozkurt söylemiyle ideolojik eğitimden geçmiş bir çevre vardı. Bu çevre, özellikle 2016’dan sonra Gülencilerin devre dışına itilmesiyle birlikte AKP ile yeni bir oluşum halinde şekillendi.
Geçen yaz Viyana’nın 10. Bölgesinde vuku bulan olaylar, bunu bize iyi bir şekilde açıklıyor. Kürtler, göçmen solcular ve kadın yürüyüşçülere saldıran bu grubun içinde bir genç bir taraftan “Ne mutlu Türküm diyene” derken öbür köşeden bir başka biri “Allahu Ekber” diyordu. Bu olayda Türk ırkçı ulusalcılığı ile politik İslamcılığın ortaklaştığına şahit olduk. Bu örgütlenme en büyük camiye sahip Nizamuâlemciler bağlamında 10. Viyana’da ortaklaşmış şekilde. Ayrıca Osmanen Germanen (Osmanlı Germenler) adı altında aşırı sağcı motosikletçi rockçular da bu doğrultuda bir grup olarak bu bölgede dernekleri olmasa da aktif durumdalar. Farklı biçimlerde ortaya çıkmış bu çevreler, aynı ideolojiye sahip olmasalar bile ortak düşman algısına sahip oldukları gözlemlenebilir durumda. Bunların ortak düşmanları, Kürtler, Aleviler, Ermeniler, solcu Avusturyalılar ve solcu Türkiyeliler. Geçenlerde bir kiliseye topluca zorla girme girişimi de yine bu çevreler tarafından tertiplendi.

Bir ara Kürt, Alevi, solcu Türkiyeli kadın ve erkeklerin yürüyüşüne saldırının Türk devletinin profesyonel elemanlarınca yönetildiği iddiası basına yansıdı, bu konuda sizin düşünceniz nedir?
Geçen Haziran’da olan bu olayları iki kez kendim bizzat gözlemledim. Olayın birinci günündeki saldırının spontane olduğunu belki söyleyebiliriz ama daha sonrasındaki saldırılarda bu geçerli değil. Yaşlı başlı kişilerin net bir şekilde rol oynadıklarını, hal ve hareketlerinden anlamak mümkündü ve ellerindeki telefonlarla sürekli yönlendirme yaptıklarına kendim şahit oldum. Kesin bir şekilde belli insanlar tarafından o saldırıların koordine edildiğini söyleyebiliriz ama bu görece yaşlı kişilerin Türk ajanları olup olmadıklarını bilmem mümkün değil.

Avrupa’daki DAİŞ saldırılarının özellikle de Erdoğan’ın açıklamaları ardından gerçekleştiğini görebiliyoruz. Bu saldırıları yapanların büyük kısmının da bir şekilde Türkiye’den geçtiği, bir çeşit temas halinde olduğu basına yansıyor. Buradan yola çıkarak Erdoğan-DAİŞ ilişkisine yönelik somut neleri söyleyebiliriz?
Erdoğan’ın DAİŞ’le bağlantısı olduğu açık. Bunu anlamak için sadece Suriye’deki duruma bakmak bile yeterli. Ben 2015’te Türkiye’de, daha doğrusu sınırdaki Akçakale’de bulundum. Karşı tarafta, Tal Abyad’da hâlâ DAİŞ’in bayrağı dalgalanıyordu. Bu sınır kapısı iki yıla aşkın bir süre zarfında açıktı ve Türkiye ile karşı tarafı kontrol eden DAİŞ arasında düşmanca hiçbir durum yoktu. 100 Dolar rüşvet karşılığında DAİŞ tarafına insan geçiriliyordu. 
Türkiye’nin Kürtlerin hâkim olduğu otonom bölgelere karşı tavrıysa bambaşkaydı. Mesela PYD’nin kontrol ettiği sınıra duvarlar örüldü. Sadece bu bile Türkiye’nin nasıl farklı tavır içinde olduğunun göstergesiydi. Türk devletinin DAİŞ ile gayriresmi ilişkileri hep vardı; en azından bu, gizli istihbarat teşkilatları düzeyinde süreklilik arz ediyordu. Türkiye’nin DAİŞ ile diplomatik düzlemde, özellikle Musul Konsolosluğu çalışanlarının esir alınmasında da ilişki ve görüşmelerinin olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda esir takası yapıldı ve DAİŞ’e verilen esirler arasında Avusturya’dan gitme, kötü üne sahip Muhammed Mahmoud da vardı. Her şeyden önce şunu rahatlıkla söylemek mümkün: Türkiye ile DAİŞ arasında barışçıl, yani dostça bir ilişki hep vardı. Bunun da ötesinde başka ilişkilerin olduğunu tahmin etsek de, bunları ispatlayabilecek düzeyde değiliz. Ebubekir El Bağdadi’nin doğrudan Türkiye sınırında yakalanıp öldürülmesi de önemli bir şüphe içeriyor. Ayrıca birçok eski DAİŞ’çi savaşçının daha sonra Ahrar-ı Şarkiye ve benzeri örgütler biçiminde Türkiye lehine Efrin ve Serêkaniyê’yi işgal etmeleri de konuya ilişki ayrı bir veri olarak görülebilir. 
Ebu Bekir El Bağdadi’nin öldürülmesinden sonra DAİŞ’in liderliğine gelen Tal Afarlı Sünni Türkmen İbrahim El Haşimi El Kureyşi, DAİŞ’in başına geldi. Türkiye ile daha sıkı bir ilişki içinde olduğu düşünebiliriz. Türkiye’nin Iraklı ve Suriyeli Sünni Türkmenler içinde oldum olası çok ciddi ajan örgütlemesi olduğunu biliyoruz. 
DAİŞ’in Suriyeli demokratik güçler tarafından yenilgiye uğratılmasının ortak düşman Kürtler bağlamında aralarındaki ilişkinin büyük ihtimalle daha da yoğunlaşmasına sebep olduğunu söylemek mümkün. Gizli istihbarat güçleri arasındaki ortak işlerin tam olarak ne olduğunu bilmesek de tahmin etmek zor değil. Buna ilişkin birkaç şeyi göz önünde tutmak gerekir: Birincisi Türkiye ile DAİŞ’in barış içinde olması ve sınır geçişlerinin neredeyse hiçbir şekilde engellenmemesi, önemli bir veri. Avrupa’dan gelip DAİŞ bölgesine geçenlerin hepsinin pasaportlarına Türkiye sınır damgalarının olmasının yanı sıra yanlarında Türkiye’den tedarik edilen telefon ve kartlar da var. Bu telefonları cihatçılar Suriye içinde de kullanmaya devam edebiliyor. Bu elemanların hepsi Türk telefonları üzerinden dünyanın her yeriyle, aileleriyle ve örgütleriyle ilişkilerini sürdürüyor. Ben DAİŞ yenilgisinden sonra Türkiye’ye kaçıp orada kalan birçok kişi üzerinden zaman zaman esir alınan Êzidî Kürt kadınlarının ortaya çıktığını da biliyorum. 
Türkiye, 2019’da Ayn İsa’daki bir kampı bombalamıştı. Bu kampta bulunan DAİŞ taraflarının önemli bir kısmı Türkiye’ye kaçtı. Geri kalanlar da bir gün Türkiye’ye gidebilme ve orada normal bir hayat sürdürmeyi hayal ediyorlar, çünkü Türkiye’yi DAİŞ’in bir ittifak gücü olarak görüyorlar.

Rojava’da QSD güçlerinin elindeki DAİŞ’lilerin yargılanması ve vatandaşı olduğu ülkeler tarafından alınması talebi şimdiye kadar karşılık bulmadı. Avusturya vatandaşı DAİŞ’liler de var mı Rojava’da? Bunların yargılanması, teslim alınması konusunda Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri neden isteksiz?
Benim Avusturya vatandaşı ya da Avusturya’da oturumu olan somut bildiğim dört kadın, dört çocuk ve iki erkek var. Bunun dışında zamanında burada ilticaya başvurmuş ama davası bitmemiş olan Afganistanlı bir kadın daha var ve oğlu da Irak’ta tutuklu bulunuyor. Benim bildiklerim bunlar. Bunun dışında belki birkaç kişi daha vardır. Şu ana kadar Avusturya nasıl, nerede öldüğü bilinmeyen bir annenin sadece iki küçük çocuğunu ülkeye getirdi. İki çocuk kamptaydı, ben çocukların ninesinin ricasına icabet ederek bulunmalarına yardım ettim. Nihayetinde çocukların Avusturya’ya getirilmesi başarıldı. Avusturya sadece bunları geri aldı ki bunu da çocukların yetim olmaları bağlamında kabul etti. Diğer dört çocuğu olan dört kadının getirilmesi için Avusturya Dışişleri Bakanlığı bir eğilim içinde değil. Rojava’daki özerk yönetim, DAİŞ’li ailelerini vatandaşı oldukları ülkelere vermeye hazır olduklarını defalarca açıkladı ama buna rağmen ne Avusturya hükümeti ne de diğer Avrupalı ülkeler buna karşılık verme niyetinde. Avrupalı hükümetler, Rojava’da tutulan DAİŞ’lilerin akrabalarının kendiliğinden bir yerlere gitmesini bekliyor ve böylece bu sorundan kurtulabileceklerini umut ediyorlar. Bu arada konuya ilişkin şunu da ifade edeyim: Avrupa’da DAİŞ’li esirleri geri alan tek devlet, Kosova devleti.

Fransa ve Avusturya’daki DAİŞ saldırıları ardından Avrupa Birliği, 13 Kasım’da gerçekleştirdiği bakanlar zirvesinde radikal İslamcı terörizmle mücadele konusunda iç güvenlik önlemlerinin arttırılmasını kararlaştırdı. Avrupa DAİŞ’e karşı mücadelede hangi noktada? Öncelikle yapılması gerekenler neler olmalı?
13 Kasım’da yapılan zirve, somut işbirliği adımlarının atılmasından öte, AB’nin cihatçılık konusunda kararlı olduğunu ve kendi yapısı içinde dayanışma içinde olduklarını vurgulamak için yapıldı. AB içinde istihbarat teşkilatlarının ortak davranması, bilgi alışverişinin daha düzenli ve efektif hale getirilmesi konusu ile Avrupa’da yaşayan diaspora (demin bu konuda Erdoğan’dan bahsettik) siyaseti meselesinde ortak çözümlerin ne olabileceğine dair tartışma ve fikir alışverişini içeriyor. Biliyoruz ki cihatçı akımların durumu her Avrupa ülkesinde farklı ve kendine has özellikler içeriyor. Örneğin sömürgeci geçmişle alakalı Fransa’nın Cezayir, Avusturya’nın Bosna ile hikayesi... Yani her ulusun bu konuya ilişkin farklı bir yakın geçmişi söz konusu. Bu farklı durumlarda tüm AB ülkeleri için aynı önlemleri uygulamanın doğru olmayacağı açık. Ayrıca bazı ülkelerde çok büyük cihatçı örgütlenmeler olmasına rağmen bazı ülkelerde neredeyse hiç yok.

Kimdir?

Schmidinger, 1974’te doğdu. Siyaset bilimci ve sosyal/kültürel antropolog olan Schmidinger’in ağırlık noktaları, Kürdistan, cihatçılık, Ortadoğu ve uluslararası ilişkiler. Viyana Üniversitesine bağlı Siyasal Bilimler Enstitüsünde ve Vorarlberg Üniversitesinde çalışan Schmidinger, ayrıca Ortadoğu’da aktif olan yardım organizasyonu LEEZA ile Eleştirel Antisemitizm Araştırmaları Topluluğunun yönetiminde bulunuyor. Schmidinger ayrıca Avusturya Kürdolojinin Desteklenmesi Topluluğunun da hem kurucu üyesi hem de genel sekreteri.

 

 

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.