Yok etmenin hazzı
Kültür/Sanat Haberleri —
- Yaşadığı ülkeyi anlatırken kurduğu, “On beş kuşaktır okuma yazma bilen bir ülkede yaşıyorum” cümlesi beni çok düşündürdü, daha doğrusu imrendirdi. Üç kuşaktır okuma yazma bilen bir ailede ve anadilimin yasak olduğu kendi öz ülkemde yaşıyorum.
PELİN ÜNAL
Bu bir Kafka yazısı değil ama bu yazıya konu olan kitabı okurken de hakkında yazmaya karar verirken de aklımın bir köşesinde hep Kafka vardı. Kafka ve onun muhteşem şehri Prag. Sanırım yeryüzünde hiçbir şehir bir yazarla bu denli özdeşleşmemiştir. Ne Joyce Dublin’le, ne Dostoyevski Petersburg’la, ne Orhan Pamuk İstanbul’la, ne de Ahmed Arif Diyarbekir’le... Kafka’nın acısı, yalnızlığı Prag’a da yakınlık duymamı sağlamıştır. Oradan hep ayrılmak istemesi, Berlin’e yerleşmesi bile Prag’a duyduğum yakınlığa engel olamadı.
Bir başka Praglı yazar olan Bohumil Hrabal’a da Kafka ve Prag’dan ve yine dev bir Praglı olan Milan Kundera’dan dolayı çok olumlu bir önyargıyla yaklaştım. Zaten Kundera’nın da çok etkilendiği bir yazarmış. Bu da Hrabal’a karşı kayıtsız kalmamamın bir diğer sebebi.
Hanta da Kafka da yalnızdır
Bohumil Hrabal’ı Notos yayınlarından çıkan “Gürültülü Yalnızlık” adlı kitabı ile tanıdım. Otobiyografik bir roman. İsmi bana Kafka’nın “Büyük Gürültü” adlı kısacık öyküsünü hatırlattı. Kafka bu öyküde aile içindeki yalnızlığını anlatıyordu. Bohumil Hrabal da “Gürültülü Yalnızlık” adlı eserde, Prag sokaklarında ve birahanelerde burun buruna geldiği anlar, kağıt preslerken çıkan gürültü, daldığı hayaller yüzünden oldukça gürültülü bir yalnızlık içinde debelenip duran Hanta’nın yaşamını anlatır. Sebepleri farklı olsa bile Hanta da Kafka da yalnızdır. Fakat Hanta yalnız olduğunu kabul etmez, “Tek başımayım, düşüncelerin kalabalıklaştırdığı bir yalnızlığın içinde yaşarım” der. Ona göre onunki yalnızlık değil, tek başınalıktır.
Kitap şu cümleyle başlıyor: “Otuz beş yıldır atık kağıt işinde çalışıyorum, bütün lovestory’m bu benim. Otuz beş yıldır kitapları ve atık kağıtları presliyorum…”
Çalıştığı yer, yeraltında bir mahzendir. Her gün binlerce kitap ve röprodüksiyon presler. Yukarıya benzemeyen bambaşka bir dünyadır burası. Sıçanların ve farelerin kol gezdiği, hatta sıçanların farelerle ölüm kalım savaşı verdiği bir mahzen. Kazanan yeraltının efendisi olacak.
Yerin altı ve üstü
Şehrin kanalizasyon boruları da buradan geçer. Hanta kanalizasyonlar hakkında çok şey bilir. Misal, arıtma tesisine akan pisliklerin pazarları ve pazartesileri farklı olduğunu, prezervatif akışına göre hangi mahallelerin daha çok seviştiğini... Yerin altı ve üstü. İki ayrı dünya. Üstte yaşayanlar hasıraltı ettiğini sandığı her şeyin aşağıda bir yerlerde görüldüğünü bilmeden yaşayıp gider. Akla Dostoyevski’nin “Yer Altından Notlar” eserini de getiriyor. Çalıştığı yer de yaptığı iş de oldukça ironiktir. Zaten ironi eser boyunca hep yanı başımızda durur. Tıpkı Kafka ve Kundera’dan alışık olduğumuz gibi bir ironi. Sanırım ironi Çek yazınında bir huydur. En azından benim gördüğüm kadarıyla.
Gökler insancıl değil
Kitap boyunca, “gökler insancıl değil” cümlesini yineler duru Hanta. İster istemez, “Gökler insancıl değilse insancıl olan nedir?” sorusunun peşinde buluruz kendimizi. Hanta bu soruya beni oldukça tatmin eden bir cevap verir kitabın sonunda. Yazar, hem “Otuz beş yıldır atık kağıt işinde çalışıyorum” hem de “Gökler insancıl değil” cümlesini dönüp dolaşıp telaffuz eder. Bu bana; insan ne kadar dönüp dolaşsa da evrende onu çeken sabit bir nokta yada kişi olduğunu ve tıpkı dünya gibi insanın da bir yörüngesi olduğunu, bu yörüngenin dışına çıkamadığını, yürüdüğünü zannettiği yolun çoğu zaman başladığı yere insanı bıraktığını düşündürdü. Çünkü Hanta apayrı dünyalara, zamanlara, yaşamlara gider ve her seferinde dönüp bu iki cümleyi yineler.
Yaşadığı ülkeyi anlatırken kurduğu, “On beş kuşaktır okuma yazma bilen bir ülkede yaşıyorum” cümlesi beni çok düşündürdü, daha doğrusu imrendirdi. Üç kuşaktır okuma yazma bilen bir ailede ve anadilimin yasak olduğu kendi öz ülkemde yaşıyorum. Benden sonraki kuşak da anadiliyle yaşama başlayıp zorla dayatılan resmi dille yaşama devam ediyor. Bu zulmün sınırı nereye varacak bilemiyorum. On beş kuşaktır okuma yazma bilen bir halkla üç dört kuşaktır okuma yazma bilen üstelik anadili yasaklı olan bir halk yaşamda da yazında da aynı imkanlara sahip olamaz.
Auschwitz’ten sonra edebiyat ne yapabilir?
20. yüzyılda hem Nazilerin hem de Sovyetlerin işgaline uğrayan bir ülkede yaşam yine de insanlar için normale dönebilmiş. Naziler demişken kahramanımız Hanta’nın onları es geçmediğini de belirteyim. Zaten kitaba konu olan olaylar 2. Dünya Savaşı sonrasında geçer. Savaşın izleri hala çok tazedir. Hanta bir Çingene kızını sevmektedir. Kendisinden önce eve gelip onu kapıda bekleyen, her gün ona aynı yemeği pişiren, sobasını yakan, herhangi bir talebi, beklentisi olmayan bir kızdır. Hanta bir gün eve döndüğünde onu bulamaz. Sonraki gün de gelmez kız. Ondan sonraki gün de. Çingenelerin bir anda ortadan kaybolduklarını kimseler fark etmemiştir. Sonradan Gestapo’nun sokaklarda Çingene avına çıktığını ve sevgilisinin de diğer Çingenelerle birlikte Auschwitz’e götürüldüğünü öğrenir. Yazar Nazi nefretini Çingeneler üzerinden verir. Yine Çek bir yazar olan Vajlav Jamek, Bohumil Hrabal’ın bütün yapıtlarında şu soruyu yanıtlamaya çalıştığını söyler: Auschwitz’ten sonra edebiyat ne yapabilir? Adorno’dan daha iyimser bir yazar var karşımızda.
Yıllar sonra mahzenine gelen Nazi yayınlarını çingene sevgilisinin hayali eşliğinde zevkle yok eder. Zaten genel olarak kağıt preslemekten zevk alır Hanta. “Kitaplar bana yakıp yıkma zevkini ve mutluluğunu aşıladı" der. Kağıt preslerken Talmud’daki şu cümleyi telaffuz eder sık sık, “Zeytine benzeriz biz, en iyi tarafımızı ancak ezilince veririz.”
Hanta’nın çağı bitti
Emekli olduktan sonra kağıt preslediği makineyi satın alıp evde kitap yok etmeye devam etmek ister. Bu fikri aklına sokan da dayısıdır. İstasyon memurluğundan emekli olduktan sonra bahçesine lokomotif alıp hafta sonu lokomotifle bahçede tur atan dayısı. İnsanların yıllarca alıştığı seslerden bir anda kopması zordur. İşler tabii ki umduğu gibi gitmez. Daha güçlü presleme makinelerinin ortaya çıkmasıyla Hanta’ya da, onun eline de, emeğine de ihtiyaç kalmaz artık. Yeni bir çağ başlıyor. Hanta’nın çağı bitti, fakat o kendi cennetini kolay kolay terk edebilecek biri değildir.
Kitapta nerdeyse hiç diyalog yok. Ama Hanta monologlarıyla bizi İsa’dan Lao Tzu’ya, Alman filozoflardan Antik Yunan filozoflarına, çingenelerden aziz heykellerine, Prag’a, yeraltına ve daha birçok uzak noktaya götürür. Gittiğimiz her yerde yazarın derin ironisine eşlik eden güçlü mizah bizi mest eder.
Albert Camus’u hatırlatan ifadelerin çok etkileyici olduğunu da özellikle belirtmek istiyorum. Annesi öldüğünde akıtacak gözyaşı kalmamıştır artık. Hayattaki tek yakını olan çok sevdiği dayısının ölümünü anlatırken kupkuru bir ifadeyle, “Dayım dün toprağa verildi” der. Bu ifade Camus’un "Yabancı" romanındaki giriş cümlesini çağrıştırıyor. Sevdiklerini yitirdikten sonra yaşadığı hiçliği ifade etmek için de Sandburg’un dizelerini telaffuz eder: “İnsandan geriye bir kutu kibrit yapmaya yetecek kadar fosfor ve bir idamlığın çivisini dövecek kadar demir kalır sadece.”
Kitap sadece düz anlamıyla okunduğunda pek de bir şey ifade etmez ama simgelerin peşine düşüldüğünde Milan Kundera gibi bir dehanın Bohumil Hrabal'dan nasıl olur da bu kadar etkilendiği daha net anlaşılır.
Kundera’nın Nobel alması dileğimi göklere yollayarak bitiriyorum yazıyı.