'Artık benim için dönülecek bir akademi kalmadı'

Dosya Haberleri —

Zeynep Erk Emeksiz eşi Murat Erk ile

Zeynep Erk Emeksiz eşi Murat Erk ile

  • "Artık benim için dönülecek bir akademi kalmadı. Öncesinde bir gülistandı demiyorum ama mücadele edebiliyorduk ve umudumuz vardı. Dediğim gibi, artık üniversite benim için bir ev değil. 2019’da pasaportumu alır almaz yurt dışı burslarına başvurmamın başlıca nedeni buydu sanırım."

BİLGE AKSU

 

İnsanlığın tarihi göçlerle dolu. Bunların pek çoğunu, neler olup bittiğini ancak sınırlı veriler ve daha çok tahminlere dayanarak anlamaya çalıştığımız, insanlık tarihinin karanlık dönemlerinde kalan göçler oluşturuyor. Evrimsel Biyolojinin ışığında olup bitenleri incelersek, Afrika’da filizlenen sapiens yaşantısının uzun bir süreç içinde önce kuzeye ve sonra doğu-batı ekseninde her yöne doğru ilerlediğini görürüz. Sapiens, aklını kullanabilen bir tür olduğundan, eski türlere oranla daha fazla alet yapsa, dili daha iyi kullanıp iletişimini geliştirse bile, dış dünyanın koşulları onları da yerlerinden hareket etmeye zorladı. Tarım devriminden sonra hareketlilik eskiye nazaran azaldıysa da, insanlığın başta ekonomik olmak üzere, çeşitli sebeplerden ötürü yer değiştirme alışkanlığı hiç yok olmadı.

Modern döneme geldiğimizde, ulus devletlerin ortaya çıkışı ve devlet sınırlarının daha işlevsel kullanılır oluşu bu hareketleri kısıtlamış gibi görünüyor. Artık herhangi bir topluluk, kafasına estiği gibi yola düşüp başka bir coğrafyaya doğru harekete geçemiyor. Bunu yapabilmesi için epey önemli şartların oluşması lazım. Savaşlar, afetler gibi. Ki bunlarda bile ortaya çıkan duruma ‘mülteci krizi’ dediğimize göre, şartların sağlanması da pek işe yaramıyor. Çok da uzak olmayan bir gelecekte milyarlarca insan, geri kalan milyarlarca insanın insafına kalmış halde yer değiştirmeyi bekleyecek belki. Ulus devletlerin çizili sınırlarını doğanın içinde gözle göremesek de, devletlerin ‘namus’ bellediği sınırların kurgusal tahakkümü, üzerimizde Demokles’in Kılıcı misali salınıp duracak.

Türkiye’nin son döneminde hız kazanan bir gerçeğe bakacağız bu röportaj serisinde. Çoğunluğu genç kuşaktan olan sayısız insan, Türkiye sınırlarını aşıp başka ülkelere doğru bir seyahate çıkıyor son yıllarda. Buna beyin göçü denebilir mi, gidenlerin geride bıraktığı ülke onları kaybetmiş sayılır mı, bu bir kaçış refleksi mi yoksa kimse geride kalan ülkeyi o kadar da umursamıyor mu? Buna benzer cevapları her hafta farklı bir röportaj serisiyle aramaya çalışacağız. İlk konuğum, Türkiye’de barış akademisyenleri olarak adlandırılan topluluğa dahil bir akademisyen. Dilbilim ve Modern Edebiyat alanında çalışmaları bulunan Zeynep Erk Emeksiz, 2016 yılında imzaladığı barış bildirisinden sonra üniversiteden uzaklaştırılanlardan biri. Eşi Murat Erk de aynı şekilde. İki akademisyen, uzun süre boyunca Türkiye’den çıkış yapamadıkları, pasaportlarına el konulduğu epey zorlu bir süreçten sonra nihayet Almanya’ya yerleştiler. Bakalım Zeynep Hoca’nın gözünden Almanya nasıl bir yer.

Buraya geliş hikayeniz epey sancılı oldu sizin, barış akademisyenlerinden biri olarak uzun süre Türkiye’de alıkonuldunuz bir bakıma. Sizin pencerenizden nasıl cereyan etti bu olaylar?

Darbe sonrası Güneydoğu’da yıllardır süren olağan üstü hal tüm Türkiye’ye yayıldı biliyorsunuz. Biz barış akademisyenleri de Türkiye’deki gerilimi sürdürmenin başlıca aracı haline getirilen Kürt sorunu gibi ötekileştirildik. Terörist ilan edildik. Darbenin hemen ardından KHK listeleri, dolup taşan cezaevleri, şehir giriş çıkışlarında kontrol noktaları ve sürüp giden bir cemaat avı ve hainler mezarlığı girdi yaşamımıza. Tüm bu karanlık önce beni yabancılaştırdı yaşadığımız sürece. İnanamadım ve bir kabustan uyanmayı bekler gibi bekledim. Bekledik. Ama bu arada boş durmadık. Tüm barış akademisyenleri örgütlendi. Zaten çoğumuz örgütlü olmanın önemini bilen ve öyle davranan akademisyenlerdik ve bu hiç de zor olmadı bizler için. Barış akademilerini kurduk. Başlangıçta ‘Biz kamudan atılmadık, kamuya atıldık’ diyerek halka açık dersler verdik. Eskişehir’de Frankfurt Okulu’nun izinden giderek eleştirel ve cesur bilimsel söylemi geliştirmek için Eskişehir Okulu adıyla dayanışma dersleri, farklı dallarda atölye çalışmaları ve seminerler vermeye başladık. Bu dersler açıkça benim yaşama tutunmamı sağladı. 

Yeni bir akademik yaşam kurmak kolay değildi ama bu uğraş beni heyecanlandırdı ve yeni bir eve taşınmış gibi oldum. Cassin Nostalji kitabında ‘İnsan ne zaman evindedir?’ diye soruyor ya, ben de bir akademisyen ne zaman akademidedir gerçekten’ diye soruyorum. Özgürce ve kendi bakış açısıyla üretebildiği; sevildiğini ve hoş görüyle karşılandığını bildiği yer evidir insanın bence. Bu nedenle Eskişehir Okulu gerçek bir ev/akademi oldu bize. Tanıl Bora Eskişehir Okulu’nda verdiği derste ‘soylu bir inat’ demişti barış akademileri için. Evet, bu soylu inadın da evidir Eskişehir Okulu. 

Bu süreçte ayrıca davaları takip eden ve sesimizi duyuran sıkı bir ekibimiz vardı. Onlara buradan yürek dolusu teşekkür etmek isterim. Ancak şunu da belirtmeliyim ki Eskişehir’de bizleri destekleyen ve yanımızda olan pek çok insan ve örgüt vardı. Yalnız bırakılmadık. Öte yandan taşradaki akademilerden atılan meslektaşlarımız çok zor günler yaşadılar. Taşınmak zorunda kaldılar. Büyük bir coşkuyla doktora cübbesini giyen Mehmet Fatih Traş bu değersizleştirmeye ve yüzüne bir bir kapanan kapılara dayanamadı. Yaşamına son verdi. Bu süreçte kanser olan ve aramızdan ayrılanlar oldu. Yaralarımızı sarmaya çalışsak da bazen yetişemedik birbirimize. Eskişehir’de başlangıçta yaklaşık 30 kişiydik ama zaman içinde çoğumuz yeni bir yaşam kurmak için taşınmak zorunda kaldı.

Tamamen zorunluluktan mı buradasınız peki? Toplumsal bir meseleye duyarsız kalmadığınız için cezalandırıldığınız bir ülkede kalmayı her şeye rağmen ister miydiniz? 

Gitmemin temelde iki nedeni vardı: 686 nolu KHK ile atılmamızla birlikte İçisleri Bakanlığı’nın tahdit kararıyla pasaportlarımıza el konuldu. Atılanlar için ağaç kökü yesinler dendi ve bildiğim kadarıyla doktorlar hariç hala KHK’lıların bir iş yerinde çalışmaları yasak. Atılır atılmaz Rosa Lüxemburg Vakfının bursuna başvurdum ve kazandım. Pasaport davası açtım. Kaybettim. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yaptık. Bu arada Rosa Lüxemburg Vakfı uzunca bir süre hakkımı saklı tuttu ama süreç uzayıp çıkamayacağım anlaşılınca bu hakkımı kaybettim. Yaklaşık bir ay önce AYM bir barış akademisyenin pasaport iptaliyle ilgili başvurusunda hak ihlali kararı verdi. 2018’de yine AYM barış bildirisi için düşünce özgürlüğü kapsamında herhangi bir suç unsuru içermemektedir diye karar verdi ama OHAL komisyonu bu karara rağmen keyfi bir biçimde başvurularımızı bekletiyor. Geçen yıllar içinde Türkiye akademisi tüm bu sessizliğinin karşılığını aldı. Keyfi işten çıkarmalar, gece kararnameleriyle yapılan rektör atamaları ve içeriğin gittikçe çoraklaşması bu bedelin sadece bir kısmı. Artık benim için dönülecek bir akademi kalmadı. Öncesinde bir gülistandı demiyorum ama mücadele edebiliyorduk ve umudumuz vardı. Dediğim gibi, artık üniversite benim için bir ev değil. 2019’da pasaportumu alır almaz yurt dışı burslarına başvurmamın başlıca nedeni buydu sanırım. Humboldt Vakfı’nın Philip Schwartz bursuna Mainz Üniversitesi Türkoloji bölümü benim adıma başvurdu ve kabul edildi. Bu süreci yürüten ve uğraşan meslektaşım Julian Rentzch’e minettarım. 
Yurt dışına çıkmamın  bir nedeni de ‘gidebileceğimi, gidip dönebileceğimi’ görmek istememdi. Uzunca bir süre Platonov’un Can romanındaki duşalar (canlar) gibi hissettim. Nazar Çagatayev bir sabah uyandığında komündeki canların gittiğini görür. Ve bir gün canlar geri dönerler. Onlara neden gittiklerini sorduğunda canların ozanı ‘gidip dönebileceğimizi görmemiz gerekiyordu’ der. Yurt dışına çıkasıya kadar bu gerilimi yaşadım ve hala her giriş çıkışımda aklımın bir köşesinde gidip dönebilecek miyim sorusu var.  
Elbette kendimi bu mücadelenin ve direnişin bir parçası olarak görüyorum ve direnişin sınırla kuşatılamayacağını da biliyorum. Eskişehir Okulu’na Mainz’dan katılıyorum. Ülkeme bir gönül kırgınlığım yok ama artık evim gibi de hissetmiyorum. Döner miyim? Henüz bu sorunun yanıtını ben de bilmiyorum. 

‘Batı’ ve ‘doğu’ arasındaki farklar Türkiye’nin iki asırlık tartışması… Sizin de özellikle edebi eserlerde bu izleği görmeyi sevdiğiniz söyleniyor. Bu konularda neler gözlemlediniz ‘batıda’ yaşarken? Özellikle gündelik yaşam pratikleri düşünsel süreçlere nasıl yansıyor sizce? 

Kimler söylüyor acaba :)  Türkiye edebiyatında tanzimattan bu yana batı aklı ve batı romanı üzerine karşıtlık üzerinden yürüyen bir tartışma var. Akademide de öyle. Sanki romans ve roman Avrupa icadı gibi ele alınır. Oysa doğunun binlerce yıllık anlatı geleneği var. Destanlar ve mesneviler de doğu coğrafyasındaki romanın mayasıdır. Ben de edebiyatta bu mayayla yoğrulmuş romanları seviyorum. Hem doğuya hem batıya eleştirel bir gözle bakabilen bir anlayışı destekliyorum. Olgulara yalnızca karşıtlıklar üzerinden baktığında bazen olgulara özgü bir takım güzelliklere körleşiyor insan. Bu yüzden doğuya da batıya da hem kendi bağlamlarında hem de karşıtları üzerinden bakabilmek gerek. Bunun için de mesafe gerek. Burada oluşum da biraz böyle. Henüz bir yıldır bu eyaletteyim ve genellemeler yapabilmek için yeterince deneyimim yok ama gene de bir kaç gözlemimi aktarabilirim. Buraya geldiğimde yaşamın durağanlığı ve huzur ortamı çok etkiledi beni. Burada devlet eliyle üretilen bir gerilim yok. Tam tersi, gerilime neden olabilecek konularda devlet refleksi çok güçlü. İlkeler ve kuralların işlediği bir ortamda olmak gerçekten çok iyi geldi.  Örneğin, eyaletle olan bürokratik bir işlemde ‘acaba devlet beni kandırır mı? Haksızlığa uğrar mıyım’ diye bir endişem yok. Biliyorum ki herkes kurallar çerçevesinde işini yapıyor. Sınırlar belli. Türkiye’de yaşadığımız belirsizlik gerçekten çok yıpratıcıydı. Güne ‘bugün acaba ne olacak’ demeden başlıyorum. Akademide de oldukça özgür bir ortam var. Ders içeriğime kendim karar veriyorum. Şimdi buradan bakınca Türkiye akademisinde çalışmanın da ne kadar kaotik olduğunu görebiliyorum. Sürekli dekanlıktan ve rektörlükten gelen bildirimler, son tarihler, not işleri, v.b. şeyler yok. Bütün enerjimi akademik çalışmaya verebiliyorum. 

Ailenin kutsanmadığı ve hatta sıradanlaştığı bir yer burası. Balkonda otururken uzun uzun küçük çocukları izliyorum. Ebeveynleriyle geldikleri parkta tek başına oyun kuruyor ve saatlerce sessizce oynuyorlar. Ebeveynleri uzaktan izliyor. Çocukların kendi kendine oyun kurması özgürlüğün ilk adımı gibi. Türkiyede ise çocuk ‘oynatılır’. Ebeveynler oyun kurar ve çocuklar katılır. Bu da bağımlı birey yetiştirmenin ilk adımı herhalde. 

Son olarak Eskişehir’de bir sohbetimizde psikolog bir dostumuz ‘Türkiye’de yaşamanın duygusal yükü çok ağır’ demişti. Benim için bu duygusal yük de biraz hafifledi. Evet, her gün Türkiye haberlerini okuyorum ve hüzünleniyorum ama mesafe ve buradaki dinginlik bu hüzünle baş edebilmemi kolaylaştırıyor.  En azından burada sokakta yaralı korumaya muhtaç canlı görmüyorum. Elimde mama kabıyla dolaşıp kedi köpek doyurmaya çalışmıyorum. Ama Eskişehir’deki canlarımızı beslemeye devam ediyoruz komşularımızın da yardımıyla.  

Tanpınar Türkiye’nin, evlatlarına kendinden başka bir şeyle ilgilenmesine müsaade etmediğini söyler biliyorsunuz. Almanya izin veriyor mu buna? 

Burada politik olarak örgütlenmek, bir mücadele içinde olmak, devleti eleştirmek suç değil. Hatta bazen şakayla karışık eşimle birbirimize ‘devlet iyi bi şeymiş yahu!’ diyoruz :) (şaka yahu!) Türkiye’de yılın her gününe bir acı düşüyor neredeyse. 10 Ekimden bu yana yaşadığımıza bile utanır olduk. Oysa burada yaşamın diğer yanlarını birey olarak kendi ihtiyaçlarını, var oluşunu düşünebiliyor insan. Ne istediğini çekinmeden sorabiliyor ve utanç hissetmiyor bunun için.   

Akademide bir kadın olarak sürdürdüğünüz bir kimlik mücadelesi var mıydı Türkiye’de? Almanya’da nasıl bu durum? 

Türkiye’de kadın hareketini hep yakından izledim ve kimi zaman içinde oldum. Ancak Almanya’daki feminist hareketin durumunu bilmiyorum. 

Son yıllarda Avrupa ve Türkiye arasında bir göçmen pazarlığı var. Yükselen sağ hareketlerin tepkileri, Avrupa ülkelerinin para ödeyerek göçmenleri geri göndermeleri, yaklaşan iklim krizinin doğuracağı yeni göç dalgaları derken… Gidişatı nasıl yorumluyorsunuz? Yeni bir milliyetçi dalganın varlığını orada yaşarken hissediyor musunuz hiç? 

Dediğim gibi Almanya’nın görece liberal ve sosyal demokratların güçlü olduğu bir eyaletindeyim. Ancak sağ muhafazakar seçmenlerin neredeyse sol ve liberaller kadar olması kaygı verici. Şimdilik devletin faşist yükselişlere karşı geliştirdiği bir politika var. Ayrımcılık bir suç olarak tanımlanıyor. Ancak buradaki seçim sonucu da umut verici bir yandan. SDP ve Yeşiller koalisyonundan bahsediliyor. Umarım yeni hükümet daha adil bir göçmen politikası üretir. Kişisel düşüncemi bilirsin, sınırsız herkesin her istediği yere gidebileceği bir dünya vatandaşlığı olmasını isterim. 

Türkiye’de yıllar süren baskı politikaları genç kuşağı da ülkeyi terk etmeye itti. Almanya’ya eğitim için gelip yerleşen çok sayıda öğrenci var. Bu gençlerin kayda değer bir kısmı politik bilince sahip olsa da, aralarında batılı bir ülkeye yerleşince birçok problemin ortadan kalkacağına inanan büyük bir kitle de söz konusu. Sizce böyle bir ‘dreamland’ gerçekten var mı? İşçiler, yoksullar, göçmenler, kadınlar, translar için Almanya nasıl bir yer? 

Dünya üzerinde insan eliyle kurulmuş hangi uygarlık ‘dreamland’ oldu ki burası olsun! Elbette savaştan, yangından kaçıp gelen göçmenler için sakin ve huzurlu bir sabaha uyanmak paha biçilmez bir olanaktır. Göçmen olarak kabul edilenler için hemen bir entegrasyon süreci başlıyor ve insanca şartlarda yaşayabilmeniz için gerekli koşullar sunuluyor.  Ne yazık ki kabul edilen göçmen sayısı Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar az. Ötekileştirme ve linç söylemi suç olarak kabul edildiği için sokakta ve günlük yaşamda bunu hissetmiyorsunuz. İş ve çalışma olanakları açısından kendi alanımla ilgili gözlemimi aktarayım: Akademik kadro çok sınırlı ve tanıdığım pek çok akademisyen geçici kadrolarda devlet projeleriyle çalışıyor. Dolayısıyla bir akademisyen için çalışma koşulları açısından pek de dreamland değil. 

Özgürlüğün azaldığı yerlerde sanatın bir direnişe dönüştüğü söylenir hep. İran için yıllar boyu bunu duyduk, sonra Türkiye için de dile getirilir oldu. Almanya’da nasıl bu durum? Görece özgür bir ülkede sanat direniş olmaktan çıkıyor mu? 

Zor bir soru. Özgür ülkelerde daha evrensel bir boyut kazandığını düşünüyorum. Burası özgür bir ülke olsa bile kapitalizm her yerde. Mücadele alanı yalnızca özgürlükler değil ki… Ancak özellikle Avrupa’da kavramsal sanatın bu kadar popüler olması düşündürücü. Kare filmini izlediğimde sanatın bir tükenmişlik içinde olduğunu, doğayla bağının koptuğunu ve ciddi bir burjuva koleksiyonu malzemesine dönüştüğünü düşünmüştüm. Tıpkı Berger’in ifade ettiği gibi. Belki sorunu da bu biçimde yanıtlayabilirim. Güzel sanatlarda klasik sanatın ölçütlerini reddeden ve kendi varoluşunu sorgulayan bir sürecin sonucu. Sanatsal üretimi bir burjuva sergi malzemesi olmaktan kurtaran bir anlayış. Bir direniş biçimi olarak da okunabilir böyle bakınca. Ama bir salona toprak yığmak ve buna felsefi bir ad koymak sergilemek için yeterli görülebiliyor. Tüketilebilen ve bir süre sonra ortadan kaybolan bir eser. Bunu hiç anlayamadım. Hem kalıcı estetik formlar üretilebilen hem de burjuva sanat anlayışını eleştiren bir anlayış en ideali olsa gerek. Almanya özelinde bakınca, Alman sanatında iki savaş dönemi arasında üretilmiş Bauhaus gibi etkileyici ve eleştirel bir sanat anlayışı var. Örneğin Paul Klee hem içinde bulunduğu dönemi eleştiren hem de kendine özgü formlar yaratan  bir ressam. Alman sineması da güçlü bir eleştirel damarla besleniyor. Fırsat buldukça kitapçıları dolaşıyoruz. Alman edebiyatında polisiye romanlar en çok okunanlar listesinde. Örneğin Murat bir süredir Wolfgang Schorlau’yu okuyor. Alman derin devletinin yakın geçmişini konu edinen romanlar. Bir tür yüzleşmeyi taşıyor okurlara. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.