Aklın ihaneti

Arif ALTAN yazdı —

  • İyi entelektüel, her çağda rahatsızdı; kendisinden, sistemden, dilinden hazzetmeyendi. İyiyi taklit eden, kötü entelektüeldi. Çağın entelektüeli aklın ihanetiydi, duygu sinikliğiydi. O konuştuğunda bir halk ölür, eylem çözülür, gerçek yitip giderdi. Kötü entelektüel, çağın sefaletiydi.

 

Her şey karıştı, her şey bulanıklaştı. Gerçek, gerçek gibi görünmeyeli uzun zaman oldu. Yüzyılın zeki insanları, vahşi düzen lehine başardı. Gerçek durmadan bölünendi, sınırsız küçülendi. Belirsizdi, şüpheliydi. Kavram sorunsallaştı, perspektif yadsındı, düşünce budandı, kültür gölgelendi. Gölgeler, silikleşti. Sanat hileydi, edebiyat hikâyesizdi, şiir lekeliydi, resim bilinç ötesiydi. Düşünce eylemden, felsefe bütünlükten, dil yaşamdan geçinmeyendi. Bilim vardı, tecimsel değeri yüksekti. Güvensizdi, güvenlik içerikliydi. Sistemin sürekliliği öncelikliydi. Kâr limitsizdi, sömürü evrensel ölçekteydi. Çağın üreticisi tedirginlikti, satıcısı güvensizlikti. Alıcısı sürüyleydi. Halbuki gerçek oradaydı; katiller devletlerdi, caniler şirketlerdi. Her şey besbelliydi. Kurbanlar, yeryüzünün bütün zencileriydi. Ama iz silinmeliydi. İz sürücü de iz silici de akademiydi. Tetikçi, zamanın entelektüeliydi.

Var olanı yok göstermek, çünkü fikir işiydi. Ortadan ikiye bölünmüş dev kayayı öğütüp kum gibi savurmak, bunu zihinlerden ve gözlerden silmek fikir işçiliğiydi. Bilemeyeceğimiz kadar çok gerçek vardı artık. Göremeyeceğimiz kadar ufalmış gerçeklik vardı. Belli olan, belirsizdi. Nesnel olan, özneldi. Uluorta olan düz değil, kesik kesik çizgilerdi. Sıcak, soğuk olabilirdi. Doğru yanlışa, iyi kötüye, akan donmuş olana, dokunduğumuz dokunamadığımıza, gördüğümüz göremediğimize, bildiğimiz bilemediğimize, duyduğumuz duyamadığımıza çıkabilirdi. Kim başarabilirdi, göbeğiyle düşünen patronlar bulabilir miydi? Buruşuk, titrek, bunak iktidar sahipleri düzene simetri, sömürüye süreklilik, talana içtenlik, vahşete incelik getirebilir miydi? Çok felsefe, çok sanat, çok bilim gerekliydi. İllüzyonistler, cambazlar, şarlatanlar, medyumlar, palyaçolar gerekliydi. Akademi gibi bir sahne, fikri fikirsizliğe, gerçeği gerçek dışılığa vardıran entelektüel gibi sihirbazlar gerekliydi. Devrimin ateşini dindirecek ılık nefesler, isyanın alevini söndürecek becerikli diller gerekliydi.

Bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek, bunlar pek önemli değildi. Kötü bir zihinsel çağın eşiğiydi. Entelektüel hemen şurada, hizmetini satın alan zalim de şuracıktaydı. Hepsi de anlamaya çalıştı, anladığını meşrulaştırmak sonranın izdüşümüydü. Sofra çeşitli, üşüşenler kalabalık huzmelerdi. Nezaket, görülmemiş incelikteydi. Gerçek görülmeyecek, duyulmayacak, tadılmayacak, bilinmeyecek hatırlanmayacak küçüklükteydi. Tıpkı bir ülke gibi, tıpkı bir halk gibi gerçeği sömürgeleştirmek de bir zarafet işi, bir beyin meselesiydi. Her çağın “entelektüel aristokrasisi” yükseklerdeydi. Yüzyılımızınki derinliklerdeydi. Öncekilerde gerçek katılaşıp büyüyendi, bizimkinde buharlaşıp gözden yitendi.

Konuştuğu halkın diliydi, sesi iktidarın perdesindendi. Ton yumuşak, vurgu ilgi çekiciydi. Foucault’nun sesi derindendi, büyüsü geçmeyen cinstendi. Çünkü “İktidar her yerdeydi.” Çünkü iktidar bilgiydi. Foucault özgürleştirendi, çünkü bu her yerdeki oluş, hiçbir yerdeki oluştu, ya da hiçbir yerde karşı konulamayan bir kaderdi. Egemenlik dağılan, hedef de çoğalarak küçülen ve eleştirinin gücü de azalıp yitendi. Ortak ezilen mücadelesi “mikro direniş”e indirgenendi. Her yerde sırıtan iktidardı, ama merkezi artık görünmeyendi. Eleştiri, artık eylemin değil, sonsuz yorumun malzemesiydi. Sistemin sinir ağlarını onarıp iyileştirendi. Baudrillard daha eğlenceliydi, devrimi simülasyona çevirendi. Her direniş bir “gösteri” haline geldiğinde, zulüm artık kan dökmeden de sürebilirdi. Postmodern akıl, gerçeği çözmek bahanesiyle yoksulun, ezilenin, çaresizin acısını bir dil oyununa hapsedendi. Kötü entelektüel tam da burada belirendi. Kaya dururken kumu, tozu, zerreyi göstermekti. Onu bile görünmez ötelere savurup çekilendi. Gerçek, görülmeyecek bir yerdeydi. Üzeri örten bile değil, gerçeğin kendisi estetik cümleler, duyuları kör eden bir sisten ibaretti. Rahatsızlık vereni değildi, çünkü onlar egemenin entelektüel mazereti, üreticileri, tedarikçileriydi. İktidar onlar için kaba değildi. Karmaşıktı, çok katmanlıydı, “anlaşılması gereken”di. Bir olgudan çok bir kurguydu, her yere sinen ve cisme indirgenemeyen bir bilgiydi. Ezilenin çığlığı, çaresizin iç çekişi anlamsız bir inleme, “yetersiz bir öykülemeydi.”

Olan ihanetin diyalektiğiydi. Hiçbir hain ihanetini ihanet olarak bildirmezdi. Onunki aklın tutarlılığı, ahlaki zorunluluk ya da bir tarihsel gereklilikti. Eskiden de öyleydi. Biri “Marksizm’in Babası” öteki “Marksizm’in Papası”ydı. Teoride işçi sınıfını savunucu olanı, pratikte çarlık kalıntılarının sözcüsüydü. İkincisi devrimci düşünceyi sistemin çeperine hapsedendi. Plehanov için devrimin zamanı “henüz gelmemişti.” Kautsky, “demokratik ilkelerin” bekçisiydi. Mantık kaimdi, adalet tarih dışı, can çekişenin acısı hesaplanamaz bir duygu, yoksulun kanı da kötü ressamların farazileriydi. Çünkü kötü entelektüel, her şeyi ölçülebilir hale getirmek isteyendi. Kavramlar, insanlardan önce gelirdi. Acı teorize edilirken, acının kendisini unutabilirdi. Stalin’in bürokratik aygıtının ardında bu “rasyonel” entelektüel akıl dikilirdi. Devrimi planlayan ama halkı unutan hatiplerin sesiyle tuğlalar dizilirdi. Köylülerin emeğiyle kurulmuş Deng Xiaoping’in Çin’ini devlet kapitalizmine dönüştüren sessizlik aynı entelektüel sesten gelirdi. Her devrin düşünürüydü, açıklayanı, hak vereni, makulleştireniydi. İktidarın soğuk diline sıcak tonlar vereniydi.

Modernliğin yumuşak celladı liberal entelektüel, zulmü artık kanla değil, etik terimlerle yürütendi. Isaiah Berlin’in “negatif özgürlük”ü, kapitalist serbestliği yüceltendi. “Olumlu özgürlük” tehlikeliydi, “engel yokluğu”na indirgenebilendi. Neoliberal bireyci dogmada bir felsefi zemindi. Kültürel emperyal yüzün “yumuşak güç”ü Joseph Nye, “savaşsız sömürünün ideoloğu, “hegemonya makinesi”ydi. Fukuyama, “Tarihin Sonu”nu getirendi. Ezilenin umudunu geleceksizlikle mühürleyendi. Harari’nin tanrısı teknolojiydi. İnsanı değil, algoritmayı kurtarmayı bilendi. Kurtuluş reçetesi biyopolitik bir kadercilikti, “insan sonrası” insanın belleksizliğiydi. Onlar için özgürlük, pazarın düzeniydi. Adalet, dengeli veri akışı sürekliliğiydi. Devrim de “gerçek dışı bir romantizm”di. Kötü entelektüel, sistemin el üstünde tuttuğu zararsız eleştirmendi. İktidarın en sevdiğiydi. Zararsızlığı, en tehlikeli etkiydi. Çünkü asinin enerjisini soğuran dost gibi görünen bu yüzlerdi. Çünkü o karşı çıkmaz karmaşıklaştırırdı, çünkü karmaşa zulmün en sofistike biçimiydi.

Akademi bir habis bahçeydi, buralarda ekilen ihanet, kürsülerde bitendi. Cezayir destekçisi anti-sömürgeci düşünür Sartre bile sonrasında devrimci düşünceyi estetize edip, eylemi felsefeye öldürendi. Direnişi bir entelektüel poz haline getirip teoriyle devrimi felç edendi. Kapitalizmin yeni biçimlerini eleştirir gibi görünen Antonio Negri, küreselleşmeyi doğal ve geri dönülmez bir süreç gibi sunup devrim fikrini imkânsız hale getirendi. Devrimi alıp hayalini veren Zizek’ti. Hayal dinlendirici, eylem tehlikeliydi. İroni, öfkeyi estetize ederdi. Entelektüelin görevi, gerçeği incitmek değil, zarifçe dile getirmekti. Zarafet, cellatların en sevdiği müzikti. Postkolonyalizm, bir zamanlar halkların sesiydi, sonrasında yalnızca bir kariyer meselesi. “Direniş” artık bir kavramdan ibaretti. “Etik”, “kültür”, “kimlik” gibi yumuşacık bir şeydi. Gerçek acılar, atıf sistemlerine kilitlenendi. Halkların ıstırabı, makalelerin ham maddesiydi. Sömürgecilik karşıtı metinler, artık yalnızca sömürgeciliğin entelektüel cilveleriydi. Çünkü radikal zannedilen her cümle, fon formatlarına biçimlenendi. Orada söz büyü değil, bürokratik bir dilekçeydi. Kelimeler, devrimci enerjiden götürendi.

Kötü entelektüel kıvrak, kaygan bir dildi. Onda gerçek lime lime edilmiş bir gevşeklikti. Onda gerçek sevdirilmiş çaresizlikti. Çok okuyup öğrenememekti, çok söyleyip hiçbir şey söylememekti. Her şeyi görüp hiçbir şeyi görememekti. Kör etmekti, sağır etmekti, felç etmekti. Sözüyle eylemi öldürmekti. Bilememekti, yenilmekti. Sistem içinde çürüyüp gitmekti. Devletin diliyle akıl, halkın diliyle duygu arasında bir duvar örmekti. Çağın entelektüeli küçücük bir şeydi, fikrinden çok kendisi görünendi. Bir kürsü, bir dergi, bir kitap, bir ekran, bir program ve çokça seyirci isteyendi. Direnişin değil, temsili direnişin sesini sevendi. Onda ihanet bir düşünce biçimiydi. Hakikati konforla değiştirendi, hakikati güçle uzlaştırma becerisiydi. Dünyayı değiştirmek istemeyen, ama dünyanın onun düşüncesine uygun görünmesini bekleyendi.

İyi entelektüel, her çağda rahatsızdı; kendisinden, sistemden, dilinden hazzetmeyendi. İyi entelektüel bilirdi, düşünce huzur veriyorsa yanlış bir düşünceydi ve artık bir düşünce bile değildi. Yalnızdı iyisi, düşüncenin onurunun sistem dışı bir ıssızlıkta olduğunu bilirdi. Gücü temsil etmez, gücü ifşa ederdi. İyiyi taklit eden, kötü entelektüeldi. Çağın entelektüeli aklın ihanetiydi, duygu sinikliğiydi. Bilmecelerle eğlendirendi. Gerçeği ve hikayesini yok edendi. Görüntüsü büyürken ruhu büzülendi. Entelektüelin gölgesi çöktüğünde esaret özgürlük kılığında dikilirdi. O konuştuğunda bir halk ölür, eylem çözülür, gerçek yitip giderdi. Kötü entelektüel, çağın sefaletiydi. O yüzden öfkeyle ayağa kalkan her çocuk önünde sonsuzca küçülendi. Yumruğunu sıkan eylemci çocuğun önünde o yüzden bütün kitaplar, kürsüler, ekranlar devrilip giderdi. Çünkü çocuk göründüğünde, özgürlük belirirdi. Çünkü o göründüğünde, gerçek, sabah yağmuruyla yıkanmış pırıl pırıl bir güneş gibi yeniden gülümserdi.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.