Zeki budala

Arif ALTAN yazdı —

  • Her halkın ulusal zekâ mitinin, edebiyatına yansıyan bir temsili vardır. Edebiyat böyle karakterleri gereksinir, gerçek hayatta toplumlar da bir “zeki budala”yı. Bu bir tutulma ihtiyacı; bir dolandırılma, bir baştan çıkarılma isteği.
  • Egemen akıl bir “zeki budala”, “zeki budala” sığınacak bir sıcak egemen akıl arar. İkisi birbirini, halk kandıranını bulur. “Zeki budala”, halkın düş gücüyle aklı arasındaki boşlukta ışıl ışıl yanan bir yıldız gibi doğar.

Zamanın dehlizlerinde sürünür. Şiirin, hikâyenin derinliklerinde dolaştırılır. Parlak bir yüz, delici bir bakış, kavrayıcı bir istek, kendi doğasının üstüne çıkan bir tutku. Hepsini yüklenir; aslını değil, hayalini, parıltılı yansımalarını. Yine de öyle kabul görür. Çelişkileri, talihiyle giydirilir. Edebiyat, izini sürmekten hoşlanır. Hikâye, toplumsal dokusunu onun iplikleriyle dokur. Bir ışık, bir çekicilik, bir güçlülük belirtisi biçiminde. Bir denge unsuru, ağırlığı parıltılarından ibaret, kusuru artısına sayılan bir karakter. Yarı yolda bırakan, aldatan ve en sonunda gülünç duruma düşürülen. Zekâ kılığında dolaşan zekâ kıtlığı, özgün bir budalalık. Edebiyattaki karşılığı, insanlığın inceltilmiş trajedisi. Ürkütücü güzellikteki metinlerde, saf cehaleti geride bırakan aklın, kendine duyduğu kör güvenin büyüsünden doğan. Kendi kurnazlığının kurbanı olarak edebî sahnelerde dolaştırılan, sahte bir parıltıyla göz kamaştıran, ardından kendi budalalığına tökezleyip duran. Figürün düştüğü acıklı durum, hepten gülünç. Gülünç, çünkü aptallığı, olmayan ama atfedilen bir zekâ ile kutsanan. Gülünç, çünkü sadece yanlış düşünen değil, doğru düşündüğünü sanan. Karakter gelişiminde trajedi, kendi kendine inanmasıyla başlar. Bu inanç, sahte bir bilgelikle çevresine yayılır, toplum bu yanılsamayı erdem diye teveccühe boğar. O yüzden “zeki budala” tipi, edebiyatta bireysel bir hata gibi, ama ondan fazlası, derli toplu bir toplumsal körlük vurgusuyla işleneni.

Edebiyatta bu budalalık türü, zekânın karikatürü. Hamlet’in Polonius’u, Ophelia ile Laertes'in babası olan Polonius, Claudius'a olan kölece bağlılığıyla sümüksü, güvenilmez, acınası, Shakespeare’in geveze, bu tökezleyen yaşlı Polonius’u mesela. Böyle bir dramın adamıdır. O, bilge görünmenin ustası. Her sözünde bir öğüt, her öğüdünde bir şişkin kibir patlar. “Kendine sadık ol” düsturu, kendine hayranlığının vurgusu. Dinleyici, bu ezberlenmiş vecizenin ardında bir bilgelik durduğuna inanır. Fakat Shakespeare, becerikli bir edebiyat cerrahı. İroninin keskin neşteriyle Polonius’un içini bir güzel boşaltır. Zekâyı, klişenin içine hapsedip kendi suretini bile tanıyamaz hale getirir. Polonius’a reva gördüğü ölüm de öyle. Onun ölümü perde arkasında bir yanlış anlama yüzünden, tesadüfen, zekânın kendi saçmalığıyla vurulmasıdır. Benzer biçimde On İkinci Gece’deki Malvolio de ciddiyetini erdem sanan bir aptaldır. Ciddiyetiyle alay edenlere karşı haç gibi taşıdığı “akıllılık”, kör narsisizminden ibarettir. O da ahlakın komedisidir. Malvolio, “kendini üstün sanma” oyununun ters yüz edilişidir; çünkü Malvolio gururu, aklın kibrine tapmanın maskaralığa dönüşmüş hâlinden ötesi değil.

Kutsal ikiyüzlülük başka bir şeydi. Aydınlanma öncesi Avrupa, riyakâr dindarlığın nice “zeki budala”yı besleme çağları. Molière’in Tartuffe’ü, bir kurnazlık gösterisiydi. Kurnazlığın ibadete dönüştürülmüş hali. Tanrı ve erdemi dilinden düşürmeyen bir çıkarcının yakarışı. Tartuffe, kendini “Tanrı’nın adanmışı” zannederken bile kendi arzusunun kölesi. Ondaki budalalık, kendini kandıran zekânın ürünü. İnsan aklının, tanrı adına bile kendini kandırabilme ustalığı, işte bu, Molière’in trajikomik dehası. Bir yüzyıl sonra Dickens’ın Martin Chuzzlewit’indeki Pecksniff! İşte, aynı mirasın bir başka taşıyıcısı. Vicdanı ticarete, ahlakı retorik malzemeye dönüştürebilen bir başka sahtekâr. Onu çevresine “ahlak timsali” gibi gösteren şey, zekâsı değil, toplumun aptallığı. Dickens mizahının, acı bir eleştiriye dönüşmüş hali. Çünkü aptalca bir zekâ, aptallıktan daha kolay sindirilir, daha fazla alkış alır. Flaubert’in Bouvard ve Pécuchet’si, ansiklopedik çağın trajedisi. Her şeyi bilen ama hiçbir şeyi anlamayan iki memur, insan aklının kendi yorgunluğuna tutuluşu. Onlar için bilgi bir eylem değil, bir kendini kandırma ritüeli. Her konunun uzmanı, varılan her sonucun saçmalığı. Ama birbirlerini “dâhi” sanmaya devam etmenin hüzünlü hikayesi. Flaubert’in ironisi burada kristalleşir: Zekânın aşırılığı, aptallığın yeni biçimidir. Modern çağın ansiklopedik aklı, bir tür kolektif budalalığa dönüşür; her şeyin bilindiği yerde hiçbir şeyin anlaşılamayacağı malumunuz.

Zekâyı toplumsal bir silah haline getiren Balzac’ın Kibar Fahişeler”ine Carlos Herrera olarak geçen Goriot Baba’nın Vautrin’i, dünyayı “çözmüş” bir adam gibi konuşur, insanların zaaflarını hesaba katar, kendi iradesini Tanrı’nın yerine koyar. Diğer karakterlerden ayrı olarak, o gerçekten de zekidir. Fakat onun zekâsı da kendi kurduğu oyunun içinde donup kalır. Çünkü son anında budalalığa çıkan bu zekâ, sistemi anlamakla yetinmez, kendisini sistemin aklı zannederken, sistemin çelikten parmakları gırtlağına oturuverir. Balzac, bu karakter üzerinden modern bireyin tehlikesini sezer gibidir: Kurnazlık, kendi cehennemini yaratır. Nihayetinde Vautrin tam da böyle bir cehennemin içinde son nefesini verir. Ama o ana kadar, onu tanıyan hiç kimse onun etkisinden kurtulamaz. Bir bakışı altında bükülüp ufalan toplumun kendisi olur. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Svidrigailov da kendini her duygunun efendisi olarak konumlandırır. Kurnazlığı, ruhunu yok edenlerdendir o da. Onun aptallığı, iç karanlığını “özgür irade” zannetmesi. Zekâ, burada bir ahlak körlüğüne dönüşür. Svidrigailov’un zekâsı, Tanrı’nın yokluğunu bahane eden bir kendini yok etme dürtüsü. Bu nedenle Dostoyevski, “zeki budala”yı toplumsal düzey sorunu üzerinden ele almakla yetinmez, onu metafizik bir düzleme taşmayı da uygun görür.

Akıldışılığın kurumsallaşmış biçimi olan Enstitü “mantığı"yla, aptallığı kendi çağının zekasına dönüşen Tanpınar’ın Tahsildar Rıfat Bey’i; yine aptallığın en güvenli biçimi yasaya benzeyeni olduğundan toplumun “çalışkan, disiplinli, dürüst” diye övdüğü, yukarıdan gelen her buyruğu “mantıklı” sayan bir aklın trajedisi, yapısal budalalığın sembolü olan Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza’sı; toplumsal zeka yanılsamasının doruğu, halkı kandırdığı düşünülen ama halkın, kendi kandırılma isteğini onda bulduğu, zekâsı, toplumun aptallığıyla büyüyen, onu ne kadar överse halkın kendi aşağılanmasını da o kadar yüceltebildiği Aziz Nesin’in Zübük’ü, hepsi de benzer bir kaderin yerli tonları.

Her halkın ulusal zekâ mitinin, edebiyatına yansıyan bir temsili vardır. Edebiyat böyle karakterleri gereksinir, gerçek hayatta toplumlar da bir “zeki budala”yı. Bu bir tutulma ihtiyacı; bir dolandırılma, bir baştan çıkarılma isteği. Edebiyatta kaldığı sürece zararsız, eğlenceli, öğretici olan bu vasat, hilebaz, dolandırıcı insan tipi, gerçek hayatta büyük yıkımların sebebi. Bütün bu karakterlerde beliren ortak ritim, insanlığın zihinsel mitosunun sınırlarını belirler. Edebiyat gibi toplumlar da zekânın kendi yalanına dönüşmesinden beslendiğinden, modern dünyanın da en kalıcı insan figürü bu “zeki budala” olup çıkar. Çünkü çağlar değişse de kibir hep aynı kalır. Poloniuslar, Tartuffelar, Zübükler de çağının ve toplumunun budalalığını, bu dolandırılma arzusunu zekâ kılığında dolaştırmayı sürdürür. Çünkü kendini kandırmanın incelikli biçimi, her zaman fazlasıyla heyecan verici.

Bu heyecan olmadık taşkınlıklara sürükler. Gerçek yerine, hayalini ikame etme dürtüsüne. Uyum arzusu, her zaman tetikleyici bir güç. Yalanda uyumu sağlama. Yani bir yalan kardeşliği, bir suç kardeşliği. Dayanıklı, sarsılmaz bir duygu bu. Gerçek yalnızlaştırır çünkü, yalan ise birleştirir. “Zeki budala” ortak idol. Bir yapıştırıcı, bir kenetleyici. Onun zekâsı, bir uyum, bir bağdaştırma zekâsı. Yalanın kabul edilebilir düzenlemesi, bu düzenlemenin özgün yeteneği. Halk hareketlerini, düzen içi insanlarla imha etme aklı oradan. Kurucu değerler yerine, ağırlıklarından kurtarılan tahrif edilmiş ucuz değerler. Gerçeği öldürüp sahtesini diriltmek, öncülü lekeleyip oyalayıcıyı süslemek, iyiyi gömüp kötüyü koşturmak böyle bir ihtiyaçtan. Egemen akıl bir “zeki budala”, “zeki budala” sığınacak bir sıcak egemen akıl arar. İkisi birbirini, halk kandıranını bulur. “Zeki budala”, halkın düş gücüyle aklı arasındaki boşlukta ışıl ışıl yanan bir yıldız gibi doğar. Bu yüzden yalnızca ideolojik değil, psikolojik bir gerekliliktir onlar. İkna olmak için değil, büyülenmek için bilinç yorgunluğunu manipüle edecek, karmaşık cümleler, süslü ifadeler, sahte mantık zincirleriyle bir illüzyon yaratacak böyle bir karaktere vurulmak gerekliliğinden. Yığınlar, kendi basitliğini onun zekâsında temize çeker, onda kendi bilgisizlik korkusunu aşar. Çünkü yalanı güzelleştirir, cehaleti soylulaştırır, aptallığı akılcılaştırırlar. Böylece halk, kendi kandırılma isteğini bir zekâ gösterisine dönüştürür ve bununla gurur duyar. Kendini kandırdığı için değil, kandırılmayı bu kadar zekice başarabildiği için.

“Zeki budala”, salt bir edebiyat karakteri olmanın çok ötesinde, o insanlığın kadim hâllerinden biri hep. Kibirli bir bilgelik, aldatıcı bir rasyonalite, ama daha fazlası, her çağın gerekliliği, vazgeçilmezliği.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.