Alman hükümeti, Erdoğan rejiminin savaşını neden destekliyor?

Dosya Haberleri —

  • Sorun, federal hükümetin, kendi yeni-sömürgeci çıkarlarını zorlamak için, Erdoğan rejimiyle gerici bir birliği ve sol hareketlerin bastırılmasını, bununla bağlantılı olarak da uluslararası hukuku çiğneyen savaşları ve insan hakları ihlallerini desteklemesidir.

 

 MARTIN DOLZER* /  Çeviren: Mestan Dilbilmez

 

ULUSLARARASI HUKUKU

ÇİĞNEYEN SAVAŞ

Türk ordusu, bu yılın Nisan ayından bu yana Güney Kürdistan/Kuzey Irak’ta PKK’ye ve sivil halka karşı uluslararası hukuku ihlal eden, son derece saldırgan bir savaş yürütüyor. Kürt sivil nüfusun hedef alınarak öldürüldüğüne, yerinden edildiğine ve yasaklanmış kimyasal silahların kullanıldığına dair haberler var. Sayısız köy yerle bir edildi, insanlar geçim kaynaklarından mahrum bırakıldı ve büyükbaş hayvan sürüleri öldürüldü. Bu arada Türk askerlerinin gerillaların tünel sistemlerine kimyasal gaz sıkmasına ilişkin neredeyse her gün yeni haberler geliyor. Bu savaş suçlarının birçoğunun görgü tanığı var. Açıktır ki Türk ordusu, bu uzayan taarruz çerçevesinde bile bölgeyi işgal etme ve PKK’yi yok etme hedefine ulaşamamakta ve bu nedenle yasadışı silahlara başvurmaktadır.

Son günlerde Türk insansız hava araçlarıyla Êzîdî güvenlik güçleri de öldürülürken, Sincar (Şengal) bölgesinde Türk ordusu tarafından bir hastane bombalandı. Yine bunlar, uluslararası hukuku ihlal eden savaş suçları ve saldırılardır. Üstelik dünya ya da ana akım medya Afganistan’ın Taliban tarafından öngörülebilir şekilde ele geçirilmesine ve bunun sonuçlarına odaklanırken, Türk ordusu da Rojava’daki saldırılarını yoğunlaştırıyor ve İHA’larla liderleri hedef alıyor.

İslamcı çeteler ve Türk ordusunun Efrîn’de Kürtlere, Êzîdîlere ve Hristiyanlara karşı işlediği sistematik etnik temizlik, insan hakları ihlalleri ve savaş suçlarına ilişkin BM raporu, hümanist vicdanı olan herkesi bu konuda bir an önce harekete geçirmelidir. Benzer şeyler Kuzey Irak’ta da yaşanıyor ve Türk ordusunun Irak’ı ele geçirmesi halinde daha fazla sistematik uluslararası hukuk ve insan hakları ihlalleri beklenebilir. Saldırıların amacı, Kürt nüfusun kovulması, hatta yok edilmesidir. Genel olarak Erdoğan rejimi, neo-Osmanlıcı bir proje, [yani, Osmanlı İmparatorluğu’nu anımsatan bir proje] izliyor ve diğer şeylerin yanı sıra, Akdeniz, Kuzey Irak, Suriye, Libya ve Ermenistan’daki kaynaklar üzerinde hak iddia ediyor.

HÜKÜMETLER ERDOĞAN’I

NEDEN DESTEKLİYOR?

Aslında Türk ordusunun, Erdoğan rejiminin sorumlu olduğu ve uluslararası hukuku çiğneyen Kuzey Irak’taki saldırıları, Efrîn’deki işgal siyasası ve Rojava’ya yönelik saldırıları, nihayet uluslararası siyasi baskılarla durdurulmalıdır ama bu uluslararası baskı oluşmuyor. Sadece ABD hükümeti değil, Alman hükümeti de bu feci siyasada başrol oynuyor. Aslında Alman hükümeti de uluslararası hukuka riayetten müştereken sorumludur ve hatta onun uygulanmasında belirleyici bir etkiye sahip olmalıdır ama tam tersini yapıyor. Bu durum, federal polis, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Türkiye’ye ilişkin dışişleri siyasası çıkarlarını tehlikeye atacağı bahanesiyle Haziran 2021’in başında Kuzey Irak’a giden bir barış heyetini Düsseldorf Havaalanı’nda durdurduğunda bir kez daha netlik kazandı. Bundestag (Alman Ulusal Parlamentosu) üyesi Andrej Hunko (DIE LINKE/Sol Parti) ve Hamburg Federal Parlamentosu üyesi olarak ben de heyetin bir parçasıydık. Ayrılmamızın bu şekilde engellenmesi, kesinlikle yasadışı ve dahası alaycıydı. Arkasındaki mantık, gerçekleri, insan davranışlarını ve mantığı tersyüz eder. Batı Almanya halkının ve dünya çapındaki tüm insanların çıkarları, barış ve çatışmada çözüm için diyalog ve uluslararası hukuka uyulmasıdır. Ve bu, Türk hükümeti sistematik olarak insan haklarını ve uluslararası hukuku ihlal ederken, Düsseldorf’ta ülkeyi terk etmesi engellenen heyetin tam da savunduğu şeydi.

Bununla beraber heyetin ülkeden ayrılmasını engellemek, buzdağının sadece görünen kısmıdır. Temel olarak, Federal Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, Alman hükümetleri Ermenilere karşı soykırımdan bu yana var olan neredeyse koşulsuz Alman-Türk silah arkadaşlığını tutarlı bir şekilde sürdürdü. İşbirliği, büyük ölçekli silah teslimatlarını, askeri işbirliğini, polis ve gizli servis aygıtlarının işbirliğini ve Türk hükümetinin sorumlu olduğu sistematik insan hakları ihlallerinin ve savaş suçlarının örtbas edilmesini içeriyor.

Bu bağlamda Almanya’da sürgünde olan sol görüşlü Türk ve Kürt siyasetçiler de suçlanıyor. Alman Ceza Kanunu’nun 129b maddesine göre, Kürt hareketi çerçevesinde Almanya Federal Cumhuriyeti’nde demokrasi için çalışan Kürtler, PKK yurtdışında faaliyet gösteren bir terör örgütü olarak sınıflandırıldığından herhangi bir suç isnat edilmeksizin beş yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilir ve kuramsal olarak onunla ilişkilendirilen herkes yargılanabilir. Uzmanlar, somut suçlamalar olmaksızın genel şüphe yoluyla mahkumiyete yol açtığı için 129b maddesinin anayasaya aykırı olduğunu düşünüyor. Ayrıca Kürt dilinin öğretimi için devlet desteği yok ve yayınevleri ve televizyon kanalları bağlamında Kürt bilimi ve hatta kültürü bastırılır ve kısmen yasaklanır. Almanya’da siyasi olarak aktif Kürtler, sürgündeyken bile, Alman vatandaşlığı almakta genellikle güçlük çekiyor.

Federal hükümetler ve yetkililer, insan hakları ihlallerinden ve savaş suçlarından Erdoğan rejiminin sorumlu olduğunun, PKK’nin 100 binden fazla Êzîdî’yi IŞİD’den kurtarmaktan sorumlu olduğunun ve ideolojik olarak, tüm etnik ve dini grupların saygılı bir şekilde bir arada yaşamasına, kadınların eşit haklarına ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesine yönelik yönelimiyle, sözde Avrupa değerlerine çok yakın olduğunun tamamen farkındadır.

ALMANYA’NIN DIŞ VE

GÜVENLİK SİYASASI

Bununla beraber, sorun, federal hükümetin, kendi yeni-sömürgeci çıkarlarını zorlamak için, Erdoğan rejimiyle gerici bir birliği ve sol hareketlerin bastırılmasını, bununla bağlantılı olarak da uluslararası hukuku çiğneyen savaşları ve insan hakları ihlallerini desteklemesidir. Ortadoğu’da bağımsız ve kendi kaderini tayin eden halk örgütlenmesi, Alman hükümetinin saldırgan yeni-sömürgeci siyasasına uymuyor. Erdoğan’ın neo-Osmanlıcı projesinin tehlikesi tamamen göz ardı ediliyor, daha doğrusu kabul ediliyor. Bana kalırsa, Batılı olmayan insanlara karşı kibirden dolayı, neo-Osmanlıcı projenin boyutları tamamen küçümseniyor.

Bunu daha ayrıntılı olarak özetleyeyim. Alman hükümetinin ve AB’nin dış siyasası, en az 20 yıldır gitgide daha saldırgan ve militarist hale geliyor ve AB’yi, Alman ve bir dereceye kadar da Fransız-Alman hegemonyası altında büyük bir askeri güç olarak kurmaya yöneltildi.

Örneğin, korona krizi sırasında uluslararası ve Avrupa içi dayanışmayı inşa etmek yerine, rekabet öne çıkarıldı; Çin ve Rusya’ya karşı düşman imajlarının kullanılmasının mantığı oluşturuldu. Ayrıca diğerlerinin yanı sıra İtalya, Yunanistan ve İspanya, Alman hükümeti ve AB tarafından büyük iktisadî ve sağlık sorunlarıyla baş başa bırakılıyor. Suriye ve Rojava, Libya, Ukrayna ve Yemen’deki savaşlar sürdürülürken, NATO devleti olan Türkiye tarafından Kuzey Irak’ta yeni bir savaş başlatıldı.

Şu anda Bundeswehr [Alman ordusu], yaklaşık 3 bin 500 askerle, üç kıtada, 13 dış görevde yer alıyor: Afganistan, Kosova, Ürdün, Suriye, Irak, Akdeniz, Mali, Lübnan, Afrika Boynuzu’nda Somali, Güney Sudan, “silah ambargosunun uygulanması için” Libya, Batı Sahra ve Yemen. Buna ek olarak, Bundeswehr, birkaç “görev eşdeğeri taahhütte” yer almaktadır. Bunlar esas olarak AB ya da NATO’dan “ortaklar”la yürütülür: Litvanya’da, Gelişmiş İleri Varlık [Enhanced Forward Presence (EFP)] görevi, sözde “NATO’nun doğu kanadını güvenceye almaya” hizmet eder; Baltık devletlerinde Bundeswehr, Eylül 2020’den bu yana NATO’nun “Baltık Bölgesi’nde Hava Devriyesi”ne ve Ege’de “kaçakçılara” karşı harekete geçebilmek için bilgi alışverişini güçlendirme görevine katılıyor. Kuzey Atlantik’teki daimi deniz birimi SNMG 1, öncelikle “Kuzey Atlantik ve Kuzey Denizi’ndeki stratejik olarak önemli deniz yollarını kontrol etmek ve korumak”; daimi deniz birimi SNMG 2, Kuzey Afrika ve Ortadoğu kıyılarında devriye geziyor; daimi deniz birimi SNMCMG 1’in faaliyet alanı Kuzey Atlantik ve özellikle Kuzey Denizi ve Baltık Denizi’dir ve mayın karşıtı kalıcı önlem birimi SNMCMG2, Akdeniz ve bitişik deniz alanlarında faaliyet göstermektedir.

“Görev eşdeğeri taahhütler” de temelde yabancı konuşlandırmalar olduğundan, Bundeswehr’in dahil olduğu 20 yabancı konuşlandırmadan söz edilebilir. Özellikle kayda değer olan, donanmanın Ege Denizi’ndeki mülteci savunması için konuşlandırılmasıdır. Burada ordu, giderek artan bir şekilde gümrük makamlarından ya da polisten görev devralıyor.

AB’nin merkezi güçleri, özellikle Fransa ve Federal Almanya Cumhuriyeti, her biri kendi çıkarlarına sahip ve birbirleriyle rekabet halinde, AB’nin militarizasyonunu da ilerletiyor. AB’nin savunma kurumu, 2001 yılında AB Komisyonu’nun dürtüsüyle kurulan Avrupa Birliği Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü (EUISS), bu süreçte merkezi bir aktördür. EUISS, AB’nin ve AB üye devletlerinin saldırgan dış ve güvenlik siyasasını tekrar tekrar planlar ve netleştirir ve aynı zamanda, bilimsel bir yaklaşım izlenimi vermesi beklenen, çoğu zaman sorgulanabilir çalışmalar temelinde bunu meşrulaştırmaya çalışır. Enstitünün yönergeleri ya da gerekçelendirme girişimleri genellikle AB tarafından bire bir uygulanmaktadır.

2009’dan bu yana, dışişleri siyasasının daha da geliştirilmesinin bir parçası olarak AB, herhangi bir direnişle mücadele önlemlerinin yanı sıra kaynakları güvence altına almak ve AB’yi “Güney’den gelen yoksulluk mültecilerine” karşı mühürlemek için “askeri önleme ve muharebe operasyonlarının genişletilmesini”, diğer şeylerle birlikte, planlamaktadır. Bu hedef, 2009’da yayınlanan “2020’de Avrupa Savunmasının Hedefleri Nedir” [What ambitions for European defence in 2020] adlı çalışmada zaten kısa ve öz bir şekilde, ana hatlarıyla belirtilmişti. Enstitü, orada, bugünün ve geleceğin savaşlarının artık esas olarak devletler arasında değil, “dünya toplumunda eşit olmayan sosyo-ekonomik sınıflar arasında” olacağını yazıyor”. Bir yanda “ulus ötesi faaliyet gösteren şirketler, AB devletleri, AB ve gelişmekte olan ülkelerden oluşan metropolitan seçkinleri” ve diğer yanda “küresel yoksul nüfus ve örgütleri”. Bu, “giderek artan bir şekilde patlayıcı gerilimler” ile sonuçlanacaktır. Burada, yukarıdan bir sınıf mücadelesi tasavvur edilir ve yürütülür.

Küresel iktisadî sistemin çöküşünü önlemek için EUISS, “insanlığın en alt milyarı”na (“en alttaki milyar” kinik terimi kendini açıkça ortaya koyuyor) karşı son derece yoğun mücadele önlemlerinin tüm yelpazesinin kullanılmasını öngörür. Bunlar arasında “gelişmekte olan ülkelerde isyanla mücadele etmek için bir helikopter filosu inşa etmek, dünya okyanuslarının tam gözetimine yönelik yeni adımlar, insansız savaş uçaklarının (dronlar) kullanımı ve AB sınırlarını mültecilere karşı güvence altına almak” yer alıyor.

EUISS tarafından bu ve diğer birçok strateji belgesinde ve ayrıca Alman düşünce kuruluşlarının ve Alman ordusunun strateji belgelerinde formüle edilen stratejiler ve teknikler, Afganistan, Libya, Yugoslavya, Irak, Suriye, Venezuela, Ukrayna ve Mali’de AB ya da onun önde gelen ülkeleri tarafından zaten uygulandı.

“Önlemler paketi”, düşman imgelerinin hedef gözeterek oluşturulmasından iktisadî yaptırımlara, az çok doğrudan denetim altında tutulan direniş grupları ve milislerin yaratılmasına, demokratik olmayan şekilde seçilmiş hükümetlerin, darbelerin ve savaşların tanınmasına kadar uzanıyor. Bu, aynı zamanda, daha önce istikrarlı olan devletlerin kalıcı yıkımını da içerir. Bazı durumlarda insanlık dışı teknikler ve emperyalist iddialar, süssüz ve doğrudan bu şekilde adlandırılıyor; bazılarında ise “koruma sorumluluğu”, “rejim değişikliği” ya da “insan hakları müdahalesi” ve “iyi yönetişim” gibi üstü kapalı terimler arkasına gizleniyor ya da güvenliğe yönelik varsayılan tehditler yoluyla bunları meşrulaştırmak için bir girişiminde bulunulur.

TÜRKİYE VE KÜRTLERE YÖNELİK

DIŞİŞLERİ VE GÜVENLİK SİYASASI

Tanımlanan bu kavram temelinde artık amaç, “kukla” hükümetlere sahip, istikrarlı, sömürgeci, bağımlı devletler kurmak değil; ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne benzer şekilde, etnik, dini veya aşiret ayrım hatları temelinde alt bölümlere ayrılmış yeni oluşumlar kurmaktır. Mottosu böl ve yönettir. El Kaide (Afganistan ve Libya’da), Taliban (Afganistan ve Pakistan’da) veya İslam Devleti (Irak, Suriye ve Afrika’nın bazı bölgelerinde) gibi aktörler yıkıcı güçler olarak inşa ediliyor ya da güçlenmelerine izin veriliyor. Bu, kavrulmuş toprakla ilgili alaycı bir kavramdır.

Bu işlem, insan hakları söyleminin ya da sözde terörle mücadelenin arkasına absürt bir şekilde gizlenmiştir ancak Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya, Afganistan’a ya da PKK’ye karşı yürütülen savaşların hiçbiri bununla ilgili değildi. Kaynakların ve jeostratejik gücün (Irak, Suriye ve Afganistan’da) yeniden dağıtılması, bir Afrika Para Fonu ve bir Afrika Merkez Bankası’nın kurulmasının önlenmesi ve dolayısıyla Afrika’nın kendi kaderini tayin ettiği kalkınmanın (Libya’da) ya da Ortadoğu’da (PKK’ye karşı) kendi kaderini tayin eden kalkınmanın önlenmesi hakkındadır.

Bu çerçevede bakıldığında, son Alman hükümetlerinin Erdoğan rejimine ve Kürtlere yönelik siyasaları son derece mantıklıdır. Türkiye, yükselen bir ülke ve “alt milyar”ın arzu edilen bastırılmasında, kriz ve savaş bölgelerinden kaçan mültecilerin savuşturulmasında bir NATO müttefikidir. Türk hükümeti, stratejide yer alan ve bölgeleri istikrarsızlaştıran bir milis gücü olan sözde İslam Devleti’yle ittifak halindedir.

Kürt hareketi ve özellikle de PKK, Ortadoğu’daki “alt milyarı” örgütlüyor. Örgütün kriminalize edilmesi ve Ortadoğu’da bir barış sürecinin engellenmesi, açıklanan kavramsal çerçeveye çok iyi uyuyor. Çünkü bu çerçeve, insan hakları ve uluslararası hukukla ilgili değil, güç, kâr ve kaynaklarla ilgilidir.

Bununla birlikte bu kavram, ABD ve AB’nin Rusya’ya ve özellikle Çin’e yönelik dış siyasasında çeşitlilik göstermektedir. Yine burada, önde gelen ABD generallerine ve ABD hükümetine göre, önümüzdeki beş yıl içinde devletler arasında bir yüzleşme en azından ima ediliyor. NATO birliklerinin Afganistan’dan çekilmesinin bir nedeni de budur.

BAKIŞ AÇISI

Hiçbir şey statik değildir. Barış, savaşın yokluğundan daha fazlasını ifade eder. Barış, saygı ve dayanışma içinde bir arada yaşamak ve uluslararası hukuka ve insan haysiyetine saygı duymak demektir; eşit sosyal haklar ve barınma, eğitim, çalışma, sağlık, sanat ve kültüre eşit erişim demektir.

Kapitalizmde, dünya çapında ve kalıcı barış olanaksızdır; çünkü kâr ve rekabet arayışı kapitalist sistemde sabitlenir ve bu sistemdeki savaş, yalnızca kendi çıkarlarını savunmanın en acımasız şeklidir -başkalarının yaşamlarına saygının ötesinde- yapısal ve gerçek şiddetin temelidir.

Barış, diyalog, anlayış ve birbirimizin kültürüne, dinine ve toplumuna saygı duymakla gelir. Birçok yönden, güvenlik için iyi bir çerçeve, Birleşmiş Milletler Şartı ile yönetilir.

Güvenlik, insan onuruna dayalı dayanışmadan gelir. Bu bilgi, toplumsal ifadesini insan hakları sözleşmelerinde ve işçi hakları, siyasi ve temel hak ve özgürlükler için mücadele etmenin yanı sıra dayanışma içinde birlikte yaşamada bulur. Bu bilgi, Abdullah Öcalan’ın yazılarında ve demokratik konfederalizm anlayışında da ifadesini bulmaktadır ve Alman hükümetinin ve emperyalist aktörlerin korktuğu şey de budur: İnsanların bu fikirleri kapitalist sistemden daha çekici görmeleri. Bu nedenle Almanya’da Abdullah Öcalan’ın fotoğraflarının halka açık yerlerde gösterilmesi yasaktır ve bu nedenle PKK halen terör örgütü listesinde yer almaktadır.

Savaş, baskı ve caydırıcılık, maddi düzeyde tahakküm ve sömürüyü güvence altına almak için kullanılan kavramlardır. Manevi düzeyde, savaş ve caydırıcılık, kişinin kendisinin ve başkalarının güçlü ve zayıf yönlerine ilişkin içgörü eksikliği ve tüm yaşamın eşit değerinin farkına varmamasıdır.

20. yüzyıldaki teknolojik ve maddi gelişmelere rağmen savaşın, yoksulluğun ve çevresel bozulmanın milyonlarca insanın hayatını tehdit etmeye devam ettiği tamamen kabul edilemez gerçekle yüzleşmeliyiz.

Tüm insanların haysiyet ve barış içinde bir arada yaşamasına izin verilmesi ve doğanın korunması gerektiğini düşünüyorum. Ve bunun için müttefiklerimizle birlikte dünyayı adım adım değiştirmeye değerdir. Bunun için de Almanya Federal Cumhuriyeti’nde barışçıl bir dış siyasa uygulamak, silah ihracatını durdurmak, hükümeti Erdoğan rejimine insan haklarına ve uluslararası hukuka saygı duyması için daha fazla baskı yapmaya zorlamak, PKK üzerindeki yasağı kaldırmak ve nihayet kapitalizmin üstesinden gelmek için mücadele etmeye değerdir.

* Yazı ilk olarak “medyanews.net” internet sitesinde İngilizce olarak yayımlandı.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.