Almanya’da yeni göçmen politizasyonu: ‘Yallah Yallah Migrantifa’ ne anlatıyor?

Dosya Haberleri —

YALLAANTIFA

YALLAANTIFA

  • Özellikle Hanau’da 19 Şubat gecesi yaşanan ırkçı saldırı ardından yeni bir göçmen politizasyonu görünür oluyor; ülkenin dört bir yanında “Migrantifa” grupları kuruluyor, binlerce insan ırkçılık karşıtı öz örgütlenmelerde bir araya geliyor. Bu politikleşme, yeni bir müdahale biçimine ve en önemlisi kimlik inşasına işaret ediyor.

OSMAN OĞUZ

Yeni sağcılığın Almanya’daki kalesi Dresden’in çevresinde, Saksonya İsviçresi olarak anılan kocaman ormanın içinde bir evde 20 kişi, yoğun tartışmalarla geçirdiğimiz üç günün Z raporunu çıkarmak üzere bir araya geldik. Her birimizin hikâyesinde dünyanın bir başka ülkesi: Kürdistan, Eritre, Vietnam, Kolombiya, Hindistan, ABD, Madagaskar… Bir araya gelmemizi sağlayan da biraz bu: Buraya gelmek zorunda kalmak. Bambaşka bağlamlardan geliyoruz ama hikâyemizin bizi bir araya getiren çok önemli bir parçası var: Sömürgecilik ve ırkçılık. Herkes bir ağızdan, Almanların giremediği bu mekânda kendini ne kadar da iyi hissettiğini anlatıyor. İlişkiler, bir başka yakınlık üzerine inşa oluyor.
Bir araya gelmenin bu biçimi, bugünlerde Almanya’nın birçok yerinde yaşanıyor; binlerce göçmen, yeni özörgütlülükler kuruyor. Bunlardan önemli bir kısmı, “Migrantifa” adını taşıyor. “Göçmen” anlamına gelen “Migrant” sözcüğü ile Antifaşist Hareket’in kısaltması “Antifa” sözcüklerinden oluşan bir sözcük oyunu. Bu politikleşme, yeni bir müdahale biçimine ve en önemlisi kimlik inşasına işaret ediyor. Özellikle ırkçılığın tanımlanması ve ırkçılıkla mücadele konusunda bu yeni dalga, kamusal diskura da ciddi müdahalelerde bulunuyor.

Irkçılığın inşa edici gücü
Irkçılık, hakkında sadece fiziki ya da sözlü şiddet eylemlerine indirgenerek konuşulabilecek bir fenomen değil. Irkçılığın bütün biçimleri, karmaşık iktisadi, toplumsal ve politik süreçlere (ve günün sonunda mutlaka kapitalist üretim ilişkilerine) sıkı sıkıya bağlı gelişiyor ve ırkçılık, şiddet eylemlerinden fazlasını/derinini yapıyor. Almanya’da göçmenlerin kimsenin yapmak istemediği bütün “kirli” işleri en düşük ücretlerle üstlenmesi, çoğunlukla kentlerin kenar semtlerinde yaşaması, eğitime ve kültüre erişimlerinin çok daha zor olması, akademik kariyer yapma şanslarının azlığı gibi birçok başlıkta ırkçılığın “pratik” görüntüsüne dair somut istatistikler çıkarmak mümkün. Diğer tarafta ama, ırkçılığın istatistiklere yansımayan tarafı bulunuyor: Gündelik karşılaşmalar. Irkçı bir toplumda, ırkçılığın hedefinde olanlarla “esas” olanlar arasındaki her karşılaşma şiddet içeriyor; bireyler, cemiyetler ve giderek bütün toplum, bu şiddetin gölgesinde inşa oluyor. Tanınma süreçleri, müthiş bir kimlik kurucu güç kazanıyor.
Irkçılığa gösterilen refleks ya da sosyal pedagojinin diliyle “baş etme biçimleri” de bu bağlamda önemli bir yere sahip. Bir soru, hem kişisel hem de toplumsal özneliğimizin/nesneliğimizin mahiyetini anlamak için oldukça önemli: Irkçılığın kaba ya da daha görünmez biçimleriyle karşılaştığımızda ne yapıyoruz?

Suriyeli market sahibi
ve ‘olmayan’ ırkçılık
Burada bir örnekle devam etmek istiyorum:
Dresden’in Doğu Alman sosyalizminden kalma bloklarıyla bilinen, işsizlik parası alanların ve 2015 ardından gelen Suriyeli mültecilerin yoğun olarak yaşadığı Prohlis semti. Burası ayrıca ırkçı “Almanya için Alternatif” (Alternative für Deutschland, AfD) partisinin de oy depolarından biri. Bir grup sosyal pedagoji öğrencisi, “sosyal mekân analizi” yapmak üzere sokaklarda geziniyoruz. Semtin her köşesinde Nazilerin sembollerini ve ırkçı sloganları görmek, sokaklarda ırkçı hareketlerin tişörtlerini ve dövmelerini taşıyanlarla göz göze gelmek mümkün.
Ara sokakların birinde Suriyelilere ait olduğu anlaşılan bir küçük marketle karşılaşıyoruz. Marketin camekânına sprey boyayla yan yana iki gamalı haç çizilmiş. İçeriye giriyor, kasada duran Suriyeli market sahibine soruyorum: “Prohlis’te hayat nasıl?” Önemli detay sanırım şu: Yanımda Alman arkadaşlar da var. Market sahibi, büyük bir coşkuyla, bu kenar semtte hayatın ne kadar da güzel olduğunu anlatıyor: “Her şeyimiz var, hiçbir sorunumuz yok. Banka hemen şurada, ayağımızın dibinde. Okul var, her şey var!” Aldığım cevapla biraz şaşkın, “Peki ırkçılık?” diyecek oluyorum, soruyu yarıda kesip coşkusunu artırarak cevap veriyor: “Yok, yok, burada öyle bir şey yok, vallahi bizim hiçbir sorunumuz yok.” Şaşkınlığımız artık arşa ulaşmış, “Yahu Bruder (kardeş)” diyorum, bu düzeyde bir samimiyet kurarsak daha dürüst oluruz belki diye, “camekânına iki gamalı haç çizmişler!” Market sahibi, aynı coşkuyla reddetmeyi sürdürüyor: “Yok, vallahi bizim hiçbir sorunumuz yok!”

Birinci kuşak:
Cemiyetleşme, gettolaşma, ‘entegrasyon’
Almanya’ya “misafir işçi” ya da mülteci olarak gelen kuşak, toplumsal katılıma dair beklentileri genel itibariyle çok düşük bir kuşaktı. Tamamen “yabancı” bir ülkedeydiler ve güçlü bir “aidiyet” iddiası öne sürmelerinin imkânı yoktu. Memleketleriyle olan bağları da güçlüydü ve kimliklerini ülkelerinden binlerce kilometre ötede dahi, ciddi bir sorun yaşamadan, bu güçlü bağ üzerine inşa edebiliyorlardı. Çok büyük bölümü Almanya’nın en kötü işlerinde çalışıyor, en düşük ücretleri alıyordu ama bu da büyük bir sorun değildi, hatta “normal”di, sonuçta buraya çalışmaya gelmişlerdi. Almanya’da kökleri/mirasları yoktu ve kentlerin kenar semtlerinde yaşıyor olmak da “normal”di. Kimlik inşasının bu biçimi, politik varoluşu da etkiliyordu: Memleketlere/etnik kökene yaslanan bir cemiyet örgütlenmesi, göçmenlerin politik varoluşunun esas da değil, görünür neredeyse tek biçimiydi. Almanya’da ırkçı saldırıların zirveye ulaştığı 90’larda ve Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütünün (Nationalsozialistischer Untergrund, NSU) peş peşe göçmen öldürdüğü 2000’lerin başında dahi ırkçılığın hedefinde olanların cemiyetler üstü politik örgütlerle bir araya geldiğine az rastlandı ya da bu ancak “sosyal hizmetin” sınırları içinde, devletin mevcut “entegrasyon” anlayışının dışına çıkmayan bir biçimle gerçekleşti. (Neredeyse kağıt üstünden başka yerde değer ifade etmeyen Yabancılar Meclisleri ve cemiyetleri bir araya getiren bazı çatı örgütleri, burada ilk elden sayılabilir.) Ufuk, bir “göçmen direnişi” değil, “diyalog kanallarını açmak”tı; göçmenliği bir politik kimlik olarak kurmak değil, “entegrasyona içeriden katkı sunmak”tı. Bu kuşak, sorun istemiyordu. Irkçılığa karşı geliştirdiği “baş etme stratejisi” genelde görmezden gelmek, cemiyetine daha fazla kapanmak, gettolaşmak ya da gettolaşmayı kabullenmek, Almanlarla karşılaştığında yüzüne munis bir gülümseme takmak ya da dalgaya alıp vaziyeti kurtarmaktı. Birçok göçmen, ırkçılığı ayırt edecek bir durumda dâhi değildi; içinde yaşadığı koşulları sömürgeli bir kadercilikle değerlendiriyor, hatta çoğunlukla şükran duygusu geliştiriyordu. İsyan etme biçimlerinin birçoğu da (kelimenin örgütlü öznelikle ilgili anlamıyla) “politik” değildi; daha çok kaba bir antikolonyal isyanın uygarlığa yönelik bilinçsiz transformasyon çabalarını içeriyordu.

Hanau sonrası:
Marjinalleştirilmek yakınlaştırır da!
Hanau’da 19 Şubat 2020 gecesi gerçekleştirilen ve 9 “göçmenin” (1) hayatını kaybettiği ırkçı saldırının sonuçlarından biri de, artan öz örgütlülükler ve “beyaz olmayanların” (2) hızla politikleştiği yeni bir dalga oldu. Benim de Dresden’deki öz örgütlülük üzerinden parçası olduğum bu dalgayı ağırlıklı olarak (aslında neredeyse tamamen) Almanya’da göçmen ailelerde doğup büyümüş gençler oluşturuyor. En önemli karakteri, cemiyetler üstü olması ve “entegrasyon” söylemini de yoğun eleştiriye tabi tutması. 
Hanau’daki ırkçı saldırının ve ABD’de Georg Floyd’un polis tarafından öldürülmesi ardından gelişen “Black Lives Matter” (Siyah hayatlar değerlidir) hareketinin bu dalgayı motive etmesi, politizasyonun temel karakterinin reaksiyoner olduğu anlamına gelmiyor. Bu dalga, 1987’de Berlin’de kurulan “Antifa Gençlik”ten bugüne kadar çabaları var olan bir göçmen politikleşmesinin daha güçlü toplumsal zemine kavuşarak güçlenebilmesinin de ürünü.
Göçmenlerin Almanya’da doğmuş çocuklarından oluşan yeni kuşak, ırkçılığı ve aidiyet sorunlarını ailelerinden başka bir biçimde yaşıyor. Memleketleriyle kurdukları bağ, ailelerinin bağı kadar güçlü, kimlik inşasına tek başına yeterli bir bağ değil. Göçmenlerin en “entegre” kısmını oluşturuyor ama bu “entegrasyon” ile de bir kimlik inşa edemiyor ya da etmek istemiyorlar. Kürt ailelerinin Almanya’da doğmuş çocuklarından da sıklıkla duyulabilecek “ne oralı ne buralı” hâli, bir kimlik krizine işaret ediyor. Bu durum, büyük kentlerde hâlihazırda göçmen gençleri arasında örgütlü bir politik kimlik inşa edemese de cemiyetler üstü bir yakınlaşmayı yaratıyor. Özellikle akademik kariyer yap(a)mayan göçmen gençler, Almanlarla ilişki kurmak yerine farklı ülkelerden göçmen gençlerle bir araya geliyor. Keza Almanlarla ilişki kurmak, her zaman kolay da değil: Irkçı bir hiyerarşi, bütün karşılaşmaların tepesinde Demokles’in kılıcı gibi salınıyor. Fakat yeni kuşağın konuştuğu birincil dil, buna rağmen Almanca; bu, ailelerinden farklı olarak, Almanca konuşan başka ülkelerden göçmenlerle ortak deneyimlere yaslanan bir yakınlık kurabilmelerinin yolunu açıyor.
Hanau sonrası gelişen göçmen politizasyonu, bir yanıyla bu atmosfer/bu yakınlık üzerine inşa oluyor. ABD’li siyah feminist bell hooks’un siyahlar için tarif ettiğine benzer bir durum bu: Marjinalleştirilmek, dezavantajlarla yaşamak demek oluyor ama aynı anda radikal olanaklar sunan ortak bir mekân ve bu mekânda duygusal bir yakınlık yaratıyor. Göçmen gençlerin Almanca konuşurken birbirlerine “kardeş” gibi sözcüklerle seslenmesini bu yakınlıkla anlamak mümkün.

Akademik ‘siyah Alman’ kuşağı mı,
‘dipteki’ göçmenin öfkesi mi?
Ne var ki bu “tutunamayan” gençlik, yeni göçmen politizasyonunun zeminini sunsa, atmosferinde yaşasa ve esasen katalizörlüğünü üstlense de öncülüğünü yapmıyor, yapamıyor. Öz örgütlülükler, büyük oranda, müthiş bir akademik öncülükle örgütleniyor. İşin “teorisini üretenler”, genelde göçmen gençler içinde “en entegre” olanlar. ABD’deki ezilen kimlik hareketlerinin lügatını kullanıyor, kesişimsellik teorisini üstleniyor ve çelişkiyi çok zaman özcü bir zeminde kimlikler ekseninde, hatta sıklıkla psikolojik düzeyde tanımlıyorlar. Günün sonunda birçok refleks, ırkçılığın zeminini oluşturan çelişkilere karşı mücadele etmek değil, “verili koşullara dokunmadan bunlar içinde yükselebilmek” üzerine kuruluyor.
Yeni göçmen politizasyonunun temel handikabı da burada yatıyor: Bu hareket, esas olarak “en entegre” olanların “pastadan daha fazlasını alabilmek”, akademik kariyer yapmak ve kapitalist üretim ilişkileri içinde “beyaz akranları gibi” yükselebilmek dileğinin politikleştiği bir alana mı dönüşecek, yoksa damgayı bu toplumun “tuvaletlerini temizleyen”, polisin sürekli şüphesiyle yaşamak zorunda kalan, kenar mahallelerde yaşayan ve “eğitimsiz” göçmenlerinin öfkesi mi vuracak? Hareketin (belki daha doğru ifadeyle: “dalganın”) içinde ve dışarıya yönelik söyleme biçimlerinde, “neoliberal kimlik politikası” tartışmasında (sözgelimi “Biz de Alman’ız ve buralıyız” sloganına dair tartışmalarda) bu gerilimi görmek ve giderek daha da önem kazanacağını kestirmek mümkün. 
Dalganın nereye ulaşacağı, bugünden bakınca elbette belirsizliğini koruyor. Buradan süreklileşen ve giderek güçlenen bir hareket ortaya çıkıp çıkmayacağı da henüz belirsiz. Tek bir şeyi tespit etmek mümkün: Irkçılığa dair düşünmek, kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasını ve bugünün sömürü ilişkilerinin global biçiminin toplumları nasıl inşa ettiğini yüzgeri etmeyi imkânsızlaştırıyor; dolayısıyla bu hareket, bir yandan kapitalizm karşıtı mücadelenin de yeni yatağına, belki “umuduna” dönüşüyor. Hele de sınıf sorununun güçlü bir biçimde göçmenleştiği, ırkçılıktan ayrı düşünülemez hâle geldiği Almanya gibi bir ülkede bu öz örgütlülük dalgası, belki de geleceğin kapitalizm karşıtı mücadelesinin gerçek odağını kuruyor. İltica ve göç hareketlerinin büyük ihtimalle giderek büyüyeceği, dünyanın “merkez” ve “periferi/çevre” görüntüsünün güçleneceği, Midilli adasındaki Moria gibi duvarların her gün daha fazla yükseleceği koşullarda politik bir kimlik olarak “göçmenlik”, siyasal alanın kaçınılmaz bir parçasına dönüşüyor.

(1) Saldırıda yaşamını yitirenler, ağırlıklı olarak Almanya’da doğmuş ve doğrudan kendilerine ait bir göç hikayesi olmayan insanlardı. Göçmenlikleri bu nedenle tırnak içinde.
(2) Yeni “göçmen” öz örgütlülüklerinin literatüründe politik kimlikler, sıklıkla “beyazlar” ve “beyaz olmayanlar” diye sınıflandırılıyor; birçok aktivist politik gıdasını (post) sömürgecilik teorilerinden ve özellikle ABD’deki siyah mücadelesinin ürettiği kavramlardan alıyor.

Tartışmalarda Kürt temsiliyet(sizliğ)i

Almanya’da ırkçılık ve özel olarak polisin ırkçı uygulamaları, son dönemde ana akıma da güçlü bir biçimde ulaşan bir yoğunlukla tartışılıyor. Tartışmanın toplumun en apolitik kesimlerinde bile bir biçimde karşılık bulduğunu, hiç değilse konu edildiğini söylemek mümkün. Ne var ki bu tartışmalarda bir önemli nokta göze çarpıyor: Kürtlerin temsiliyet(sizliğ)i.
Bunun bir nedeni kuşkusuz Kürt kriminalizasyonunun Almanya’daki politik ve toplumsal boyutları. PKK yasağı, Kürt kurumlarının sözünün böylesi tartışmalarda görünür olmasını sıklıkla engelliyor. Keza bu yasak, sadece kurumsal bir uygulamayı değil, Alman medyasının da genlerine işlemiş Kürt karşıtı ırkçı refleksleri ifade ediyor.
Öte yandan ama, Avrupa’nın en örgütlü diasporası olan Kürtlerden, bizim örgütlenmemiz ve söz söyleme biçimlerimizden kaynaklanan sorunlar da bu “temsiliyetsizliğe” neden oluyor. Kürdistan’daki gelişmelere dair Avrupa’da gündem yaratma yeteneğimizi ne yazık ki, buradaki gündemlere müdahil olmakta gösteremiyoruz. Bu müdahil olamamak hâli, anaakımdaki görünürlükle sınırlı değil. Kürtler, göçmen öz örgütlülüklerinin de birçok yerde güçlü bir parçası değil. Irkçılık, bu öz örgütlülükler tarafından birçok farklı açıdan gündemleştiriliyor ama Almanya’daki ırkçılığın belki de en çarpıcı örneği olan “Kürt karşıtı ırkçılık”, en az tartışılan bağlamlardan birini oluşturuyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.