10 numaralı mezarın izinde

Dosya Haberleri —

Kilyos mezarlığı / foto: Erdoğan ALAYUMAT

Kilyos mezarlığı / foto: Erdoğan ALAYUMAT

Şükran Sincar, Kilyos’taki ’10 numaralı mezar’ın yani kardeşi Müzeyyen Sincar’ın (Berîvan) hikayesini anlattı

  • Kardeşim arabayı park etmeye koyuldu, biz de adettendir diye avuçlarımızı açıp Fatiha okuyacakken polis seslendi: ‘Bacım, ayağının altındaki senin mezarın!’ Donup kaldım. Ne demek istediğini anlamadım, ‘Neresi?’ dedim, ‘Bastığın yer’ dedi. ‘Burası mı yani?’ dedim. ‘Tam olarak ayağının altı’ dedi.
  • Bütün caddeyi kazmışlar, asfaltı sökmüşler. Bütün cenazeleri saklama kaplarına koymuşlar. Beşer beşer kutuları üst üste yığmışlar. Üzerine de bir parça toprak atmışlar. O günden beri ben evime saklama kabı almıyorum. Ağzı kapanan hiçbir kutuya bakamıyorum.
  • Bütün o saklama kapları kırıktı. Bir kutuyu kollarıma bıraktılar. Kutudan ayaklarıma sular döküldü. Suyla beraber ayaklarıma toprak ve kemikler döküldü. Eğildim, yere dökülen kemikleri aldım, kokladım. Cennet nasıl kokuyor bilmiyorum ama bana sorsalar ‘O kemiklerin kokusunda cennet vardı’ derim.

MIHEME PORGEBOL

Türkiye, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’yla yeni bir sürece girdi. Her ne kadar AKP’nin ayak diremelerinden ötürü demokratikleşme adımları küçük siyasi rant hesapları için özellikle geciktirilse de girilen yoldan artık dönüş yok. PKK, Rêber Apo’nun çağrısı üzerine silah bırakarak kendini feshedip güçlerini Türkiye sınırının dışına çekerken gözler artık devletin atacağı adımlarda. Devletin atması gereken adımlar konusunda ise herkesin beklentisi farklı. Oysa en az konuşulduğu halde en çok karşılanması gereken beklentilerden biri, Kürt tarafına bilinçli olarak yaşatılan travmaların nasıl telafi edileceği… 50 yıla yayılan savaşta Kürtlerin yaşadıkları zaman zaman tasvir ve tahayyülün sınırlarını aşıyor. İşte Şükran Sincar’ın yaşadıkları da böyle şeyler.

55 yaşındaki Barış Annesi Şükran Sincar, kendisinin ve ailesinin yaşadıklarını gazetemize anlattı. 50 yıllık mücadelenin neredeyse tamamında emek veren bir ailede büyüyen Sincar, hareketi tanıdığında daha 12-13 yaşlarında bir çocuktu. O zamanlar, Apoculara “talebe” deniyordu ve abisi Cemal de bir gün talebelere katılmak üzere ortadan kayboldu. Bunun üzerine devletin aileye tacizleri de başlamış oldu. Ailenin babası defalarca karakola götürülüp sorgulandı. “Oğlunu getir” diyorlardı, o da her seferinde “Oğlumun nerede olduğunu bilmiyorum” diyordu. Aile de çok sonradan öğreniyor Cemal’in şehir çalışmalarında yer aldığını. Bir gün Ankara’da, öbür gün İstanbul’da, bir başka gün Muş’taydı, Van’daydı. Cemal toplamda iki defa tutuklandı. İlk olarak 1995 yılında Muş’ta yaralı halde yakalandı ve yaklaşık 3 yıl Tekirdağ’da zindanda kaldı. Çıktıktan sonra görevine kaldığı yerden devam etti. İkinci tutuklama 2013’te oldu. Cemal, 7 ay içeride kalıp tahliye olduktan sonra artık burada yapamayacağını anlayıp Avrupa’ya gitti.

Ne zamana kadar düşmanın efendiliği?

Ailenin asıl yarası ise Müzeyyen, kendi seçtiği isimle Berîvan. Berîvan, Şükran anneden 6 yaş küçük. Şükran Sincar, Müzeyyen’in gerillaya katılım kararını belirleyen toplumsal ortamı şöyle anlatıyor: “O zamanlar baskı ve eziyetin haddi hesabı yoktu. Herkes bunalmıştı devletin baskısından. Gerillalar da buna karşı halkla iç içeydi. Gelip evlerde kalırlardı. Günlerce köyde kaldıkları da olurdu. Haliyle gençler de bu gerillalardan etkileniyordu, onlar gibi olmak istiyordu. Onları izliyor, onları örnek alıyor, oturup kalkmalarına kadar uygulamaya çalışıyorlardı. O dönem çoğu genç bu şekilde katıldı. Yine gerillanın mücadelesi onlarda büyük etki uyandırıyordu. Bir gün 7 gerillanın köye yakın bir yerde şehit düştüğü haberini aldık. Şehit düşenlerin tamamı da bizim tanıdığımız gençlerdi. Bu gerillalardan birinin adı Çiya, diğerinin adı Baran’dı. Onların şehadeti üzerine Berîvan’ın ‘Çiya ve Baran’ın silahını yerde bırakmayacağım’ diye yemin ettiğini hatırlıyorum. Yine askerlerin köyü bastığı bir gün komutan, babamın göğsüne namluyu bastırıp kaburgasını kırdı. Babam kırk gün boyunca sırt üstü yatmak zorunda kaldı. Berîvan henüz 13 yaşındaydı, bunları gözleriyle gördü. Hatta ses kaydı bile var, ‘düşman ne zamana kadar bize efendilik taslayacak. Babama yapılan işkencenin hesabını sormak için gerillaya katılıyorum’ diyor.”

80 yaşındaki babaya işkence

Berîvan 1992 yılında katılım yaptıktan sonra tıpkı Cemal’de olduğu gibi devlet, ailenin babasını yine çok sefer işkenceden geçirdi. Şükran Sincar, yaşananları “Hatırlıyorum, 1996 yılıydı. Ben artık evlenmiştim ve aileme misafirliğe gelmiştim. Köyü asker bastı. Kapıya üç jandarma geldi. Babamızın nerede olduğunu sordu. ‘Hayvan otlatmaya çıktı’ dedik. Jandarmalar bunun üzerine arayıp tarayıp babamı buldular, hayvanlarını oracıkta bırakıp onu getirdiler köye, ardından da ‘gözaltı’ diyerek götürdüler. 18 gün boyunca işkence yaptılar ona. O zamanlar 80 yaşındaydı babam. Artık Cemal’i bırakıp Berîvan’ı sormaya başlamışlardı. Babama ‘Berîvan nasıl gitti?’, ‘Berîvan’ı sen mi gönderdin?’ gibi sorular sormuşlar. Babam da ‘Eğer ben göndermiş olsam 4 oğlum var, onları gönderirdim. Neden kızımı göndereyim’ diye yanıtlıyor. ‘Zaten oğlunu da sen göndermişsin’ diyorlar. ‘Oğlumu bir yere gönderdiğim yok, işini yapıyor. Nerede olduğunu bilmiyorum ama katılım yapmış değil’ diyor babam. 18 günün sonunda eve döndüğünde tanınamaz haldeydi” diye anlatıyor.

4 kez şehadet haberi

Sincar ailesi, Berîvan’dan ilk haberi aradan yıllar geçtikten sonra alıyor ancak öncesinde de çeşitli duyumları vardır. Bitlis bölgesinde olduğunu biliyorlardı örneğin. Berîvan’ın tam 4 kez şehadet haberi geliyor aileye ama haber her seferinde asılsız çıkıyor. Gelen şehadet haberleriyle birlikte 1996 yılından itibaren aile için Berîvan’ın cenazesini arama mücadelesi başlıyor. Şükran Sincar, o günleri şöyle anlatıyor: “1998’de Almanya’daki amcam bize bir haber getirdi. Berîvan’ın 3 yıl önce şehit düştüğünü söyledi. Bu haberden sonra annem farklı farklı kişilere gidip Berîvan’ın şehadetini doğrulatmaya çalışıyordu. Kime sorduysak ‘Bir yanlışlık olmuş, Berîvan şehit düşmedi’ dediler. Meğer isim, katılım tarihi ve kod isimlerinin aynı olduğu bir başka gerillayla karıştırmışlar. Bizim soy ismimiz Gördegir, onların ise Gültekin. Yani bize şehadet haberi gelen kişi Müzeyyen Gültekin. Bize haber verenler de bu nedenle karıştırmışlar.”

Berîvan’dan bir haber peşinde

“Berîvan’ın şehadeti böylece bir belirsizlikte kaldı, ta ki Garzan şehitliği kurulana kadar. Garzan şehitliği açıldığında gidenlere durumu anlattım, ‘Berîvan’ın Garzan bölgesinde de faaliyet yürüttüğünü biliyoruz. Şehitlikte yatan gerillaların isimleri okunacaktır. Madem gidiyorsunuz, Berîvan’ın adı okunursa bize haber verin?’ dedim. Gitmişler, okunan dördüncü isim Berîvan’ın ismi olmuş. Bunu duyduğumda gittim, ‘Kardeşimin ismi okunmuş’ dedim. Orada da yine ‘Sizin olmayabilir, çünkü anne-baba isimleri uyuşmuyor’ dediler. Beni Amed bölgesine gönderdiler. Orada toplam 4 form doldurdum ama hiçbirinden sonuç çıkmadı. Tekrar Garzan’a döndüm, oradaki gerillalardan biri Kandil’e gitmemi, orada kesin bir bilgi alabileceğimi söyledi. “Bazı arkadaşlar katılım yaptıktan sonra henüz gitmeleri gereken noktaya varmadan şehit düşebiliyorlar. Onların bilgisi bir tek Kandil’de olur’ dedi. “Hayır, biz ilk üç yıl hayatta olduğunu biliyoruz. Fotoğraf ve mektupları geliyordu. Hakkında bilgi de alıyorduk’ dedim. ‘Eğer 3 yıl boyunca bilgi alabilmişseniz o halde arşivde Berîvan’la ilgili bir şeyler mevcuttur’ dedi. Bunun üzerine kalkıp Kandil’e gittim. İlgilendiler ama bir hafta beklemem gerektiğini söylediler. ‘Sizin yemeğinizi yemeye bile kıyamam, burada yük olmak istemiyorum size. Zaten olumlu veya olumsuz bir haber çıkarsa siz beni ararsınız” deyip eve döndüm. Bunun üzerinden bir ay geçmeden ilk defa kesin şehadet haberini aldık. Bitlis’te şehit düşmüş. Orada gömülmüş”

Cenazeler ve prosedürler

Şükran Sincar, kız kardeşinin şehadet haberini aldıktan sonra iki ayda bir Bitlis’e gidip kardeşine ait mezarın hangisi olduğunu bilmeden onlarla konuşuyor, içini rahatlatıyor. “Berîvan’ın cenazesini almak için 4 yıl devletle mücadele ettim” diyor ve Kilyos’ta kaldırıma gömülen cenazelerin hikayesini anlatmaya başlıyor Şükran Sincar: “Berîvan 18 arkadaşıyla birlikte şehit düşmüş, Garzan’daki şehitlikte yatıyordu. Türk devleti şehitliği yıktıktan sonra Garzan’daki 480* cenazeyi İstanbul’a götürdü, hepsini yol kenarında, kaldırımın altına gömdü. Bunun haberi bize geldiğinde cenazelerimizi almak için İstanbul’a gittik. Annemle babam yaşlı ve hasta oldukları için gelemediler, ben gittim. Testler için kan verdim, tam bir yıl yedi ay boyunca kanım devletin elinde bekledi. O süreç içerisinde babam da vefat etti. Kan testinin sonuçlarını her sorduğumuzda bizi oyalıyorlardı. Araya dönemin milletvekili Feleknas Uca girip ‘Bu insanlara böyle eziyet etmeye hakkınız yok, işlemleri hızlandırıp cenazeleri teslim etmeniz lazım’ dedi. Bunun üzerine bize ‘ya annesi ya da babasının kan vermesi gerekiyor’ dediler. Babam vefat etmiş, biz de babamın ikinci eşi üzerine kayıtlıydık nüfusta. Bu yüzden hem babanın hem de annenin vefat ettiğini söyledik. Onlar da iki mezardan birinin açılması gerektiğini söylediler. Fakat anneden alınacak örneklerin daha garanti olacağını söylediler. Ben de vekile durumun aslını, annemin ölmediğini ama nüfus kaydımızın üvey annemiz üzerine olduğunu anlattım. Oradan bir sonuç alamadık. Bitlis’e döndüm, savcılığa gittim. Savcılık sekreteri genç bir kadın bize ‘Cenazenin size ait olduğunu biliyoruz ama prosedür böyle. Madem üvey anne üzerine kayıtlısınız o halde öz annenizden kan örneği alıp üvey annenizin adına teslim edin. Bu şekilde kimse bir sorun çıkarmayacaktır’ dedi.

“Devlete güven olmaz”

Bitlis’ten Batman’a geldim, savcılığa dilekçe yazdım. Durumu anlatıp annemin yatalak olduğunu, kan örneğinin evden alınması gerektiğini söyledim. İki ay sonra savcılıktan arayıp eve sağlık ekibi göndereceklerini ve annenin kan örneğini alacaklarını söylediler. Polisler geldi, annemden kan örneği aldılar. Üzerinden bir ay geçmesine rağmen ses çıkmayınca kalkıp tekrar Bitlis’e gittim. Sonuçların hâlâ çıkmadığını söylediler. Batman’a döndüm. 4 ay geçti üzerinden, bu kez de Batman’daki savcılığa gittim. Orada genç bir memur ilgilendi, sordurdu ve sonuçların çıktığını söyledi. Sabah erkenden Bitlis’e gittim. Her yer kapalıydı. Çok heyecanlıydım. Hem hiç olmadığı kadar mutluydum hem de içim acıdan paramparça oluyordu. Ben de yardımcı olurlar diye HDP’ye gideyim dedim. Parti binasını buldum, meğerse bir kat fazla çıkmışım. Düzen partilerinden birinin kapısında buldum kendimi. Yanlış geldiğimi fark ettiğimde adamın biri kapıya çıkmıştı bile. Beni dilenci sanıp 5 TL uzattı. HDP’yi aradığımı söyledim, beni bir kat aşağıya yönlendirdi. Partiyi bu şekilde buldum. Bir genç açtı kapıyı, durumu anlatıp ‘Başımdan böyle şeyler geçti. Birazdan savcılığa gideceğim. Devlete güven olamayacağı için size haber vereyim dedim. Olur da bir şey olursa en son savcılığa gittiğim bilinsin diye buraya geldim’ dedim. Genç bana ‘biraz bekle burada, başkan gelsin, destek olacağız’ dediler.

10 numaralı mezar

Başkan geldiğinde ona benimle gelmelerini istemediğimi söyledim. Başkan da ‘seninle gelmek istiyoruz ama bizi tanıyorlar. Bizi senin yanında görürlerse sana engel çıkarıp cenazeye zarar verebilirler’ dedi. Bana savcılığın olduğu sokağa kadar eşlik ettiler. Savcılığa girdim, dilekçemi verdim. Savcılıktaki genç kadın bir kâğıda Kilyos’un adresini ve kendi telefon numarasını yazdı. ‘Orada sana sorun çıkarırlarsa beni ara, biz ilgileniriz’ dedi. Ben ve iki kardeşim aldık başımızı İstanbul’a gittik. O akşam bir evde toplandık. Kardeşim bana ‘Ne yapalım istersin?’ diye sordu. ‘Bu yalnızca benim cenazem değil. Bizim bir partimiz var. Bu partinin usulü, adabı var. Orada yalnızca bizim cenazemiz yok, her birinin bir sahibi var. Birlikte hareket etmek gerek. Bir başımıza karar veremeyiz ama önce gidip cenazelerin gömüldüğü yeri görmek istiyorum’ dedim. Sabah kalkıp oradaki Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Dosyamızı teslim ettik. Bize cenazemizin Kilyos’ta kimsesizler mezarlığında olduğunu ve 10 numaralı mezar olduğunu söylediler. Cenazeyi alacağımız gün emniyete haber vermemiz gerektiğini söylediler. ‘Önce gömüldüğü yeri görmek istiyorum. Ona göre götürüp götürmeyeceğime karar vereceğim’ dedim. Polis uzun bir süre duraksadıktan sonra:

- “Mezarı görmek istediğine emin misin?

- Evet, bunun için geldim zaten.

- Arabanız var mı?

- Evet arabamız var.

- O halde bizi takip edin.

Ölüm bu dehşetle yarışamaz

“Arabayla takip ettik. Mezarlığa vardık. Mezarlığın içerisinde de bir süre ilerledikten sonra durduk. Caddenin kenarında, kaldırımı kesen duvarın dibinde bir yeri kazmışlar. Kazdıkları yerin yarısı toprakla kapatılmış, diğer yarısı hâlâ açık duruyordu. Kapatılan yerde yan yana numaralar yazılıydı. Biz hâlâ ne olduğunu anlamamıştık. Kardeşim arabayı park etmeye koyuldu, biz de âdettendir diye avuçlarımızı açıp Fatiha okuyacakken polis seslendi: ‘Bacım, ayağının altındaki senin mezarın!’ Donup kaldım. Ne demek istediğini anlamadım, ‘Neresi?’ dedim, ‘Bastığın yer’ dedi. ‘Burası mı yani?’ dedim. ‘Tam olarak ayağının altı’ dedi. Kardeşim korktu, “Nasıl yani?” dedi, “Buradalar ve biz onlara mı bastık?” Terlediğini, gözlerinin dolduğunu gördüm, sırtına dokunup ‘Şşş! Onların karşısında ağlama’ dedim. Komisere dönüp ‘Tamam’ dedim, ‘madem cenaze burada, sorun yok. Cenazelerimizi alacağımız günü belirleyeceğiz, sorun kalmayacak’ dedim. Bütün caddeyi kazmışlar, asfaltı sökmüşler. Bütün cenazeleri saklama kaplarına koymuşlar. Beşer beşer kutuları üst üste yığmışlar. Üzerine de bir parça toprak atmışlar. O günden beri ben evime saklama kabı almıyorum. Ağzı kapanan hiçbir kutuya bakamıyorum. Kapağı olan bir kutu gözlerimin önünde cenazeye dönüşüyor. Bir misafirlikte denk gelirsem o evde duramıyorum. Saklama kaplarına bakamıyorum. Ağzı kapanan kutulara bakamıyorum.”

Bu neden böyle!

“Neyse, oradan kalkıp başka ailelerle buluştuk. Toplamda 12 aile vardı. Kararlaştırdık, cenazelerimizi alacağız. Sabah Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Dilekçelerimizi verdik. O sırada gazeteciler de geldi, bir şey söyleyip söylemeyeceğimizi sordular. ‘Söyleyecek bir şey yok. Kilyos’a gelin, kendi gözlerinizle görün’ dedik. Hep beraber Kilyos’a gittik. Zordu. Çok zordu. Ömrümün sonuna dek unutamayacağım kadar zordu. Mezarları açtılar, cenazeleri küçücük bir poşete koyup yerleştirmişler kaplara. Bütün o saklama kapları kırıktı. Bir kutuyu kollarıma bıraktılar. Kutudan ayaklarıma sular döküldü. Kaplar kırık olduğu için içlerine su dolmuştu. Suyla beraber ayaklarıma toprak ve kemikler döküldü. Artık dayanamadım, komisere dönüp ‘Bu neden böyle!’ diye bağırdım. Eğildim, yere dökülen kemikleri aldım, kokladım. Cennet nasıl kokuyor bilmiyorum ama bana sorsalar ‘O kemiklerin kokusunda cennet vardı’ derim. Kemikleri toplayıp kutuya koydum. Komiser orada bana bütün kırık kutuları değiştirteceğine dair söz verdi. Sonra işçileri çağırdı, kırık kutuların değiştirilmesini söyledi. Ama ben o kutuları kasten kırdıklarına inanıyorum. Sanki bilerek üstüne basıp kırmışlardı. Hepsinin içi suyla dolmuştu.”

 

***

Bir mezar taşımız olsun diye…

Bu ağır hikâyeyi anlatırken defalarca ağlayan Şükran Sincar’a bundan sonrası için ne istediğini soruyorum, “Cenazelerimizi” diyor ve çocuğunun cenazesine kavuşamamış ailelere sesleniyor: “Çocuğu Bitlis’te şehit düşmüş ve hâlâ cenazesine ulaşamayan aileler gidip cenazelerini sordursun. Geriye bir avuç toprak bile kaldıysa gidip alsınlar, orada bırakmasınlar. Bütün ailelere yalvarıyorum, gidip cenazelerini alsınlar, o halde bırakmasınlar. Kız kardeşimin cenazesini getireli 5 yıl oldu ama orada hâlâ o kadar cenaze varken o kutular her gün rüyalarıma giriyor. Devletin yaptığı bize çok büyük bir hakaretti. Bugün hâlâ Barış Anneleri çalışmalarında yer alıyorsam işte bu sebepten; Cenazelerin bu şekilde hakarete uğramaması için. Bir mezar taşımız olsun diye. Gördüğüm herkese söylüyorum ‘cenazelerinizi alın devletten.’ Gözleri kapılarda, pencerelerde yol gözlemesin artık. Ben yıllarca pencere önünde uyudum belki kız kardeşim gelir diye. Sonunda da kardeşimin cenazesini getirdim. Mesela kuzenimin de cenazesi teslim edilmiş değil. Annesi, her aradığımda, Barış Anneleri’nden olduğum için soruyor: Selahattin’den bir haber alabildiniz mi? Boğazı düğümleniyor, ağlamaklı oluyor. Gözleri yollarda kalmış. Oğlunun bir mezarı olsa gözü yolda beklemez. Biz Barış Anneleri’nin tüm çabası bunun için.”

 

***

Berîvan, küçük çocuk

Şükran Sincar, kız kardeşi Berîvan’ın çocukluğunu anlatıyor: “Berîvan çok zeki bir çocuktu. Sarışın, mavi gözlü güzel bir kızdı. Saçlarını ben tarardım. Bugün bile okula giderkenki halleri gözlerimin önünde canlanıp duruyor. Çalışkandı. Çok da sessizdi. Yanında günlerce dursa bile sen konuşturmasan konuşmazdı. Berîvan’la birlikte büyüdük. Her şeyi birlikte yapıyorduk. Biz yaşça büyük olanlar tarla işleri yaparken Berîvan da öğle yemeğimizi getiriyordu. Bir gün yine yemeğimizi getirirken yolda o küçücük haliyle çok yorulduğundan bir ağacın gölgesinde, başını bohçasına yaslayıp uyuyakalmış. Biz de ‘Muhtemelen annemle babam kavga etmiştir, bu yüzden annem yemek yapamamıştır’ diye düşünüyorduk. Yengelerim işlerini bitirip eve dönerlerken Berîvan’ı yol kenarında, ağacın altında uyurken buluyorlar. Uyandırıyorlar onu. Uyanır uyanmaz aceleyle yanımıza gelip ağladı. ‘Çok yorulmuştum, susamıştım. Yolda uyuyakalmışım, siz aç kaldınız’ dedi. Onu ben büyüttüm, haliyle onun acısı da bende çok büyük.

 

*Dönemin haber kaynaklarında cenaze sayısı 282 olarak belirtiliyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.