Mücadele ve müzakere kavşağında tarihi eşik

Dosya Haberleri —

Newroz, Amed /foto:AFP

Newroz, Amed /foto:AFP

  • Oysa bugün mesele, tribünlere oynayan sığ milliyetçi dilin çok ötesindedir; söz konusu olan, çözüm ve barış olasılığının ilk kez somut biçimde ortaya çıkmasıdır. Bölgesel jeopolitiğin hızla değiştiği bir dönemde çözüm seçeneğini hafife almak en hafif tabiriyle stratejik bir basiretsizliktir.

İDRİS BALUKEN

Tarihsel ve siyasal çatışma alanlarında mücadele ile müzakere çoğu zaman birbirinin karşıtı gibi sunulsa da, gerçekte birbirini mümkün kılan iki temel süreçtir. Mücadele olmadan muhataplık ilişkisi doğmaz, talepler görünür olmaz ve statüko değişebilirliğini hissetmez; buna karşılık müzakere olmadan da mücadele, hedeflerini gerçekleştirme kapasitesini kaybederek salt bir direniş hâline sıkışır. Bu nedenle siyasal dönüşümlerde asıl belirleyici olan, bu iki sürecin zıtlığından ziyade birbirini besleyen diyalektik ilişkisidir.

Türkiye’de Kürt meselesi bağlamında yeni bir çözüm arayışının gündeme gelmesi ve Meclis heyetinin İmralı ziyaretiyle birlikte siyasal atmosferde oluşan kırılma, bu diyalektiğin yaşamsal önemini yeniden görünür kılmıştır. Ne devletin güvenlik merkezli politikaları tek başına çözüm üretmiş ne de Kürt siyasi hareketinin mücadele biçimleri müzakeresiz bir geleceğe yönelmiştir. Bugün ortaya çıkan yeni aşama, tam da bu nedenle, mücadele ile müzakerenin birbirini dışlamadan yeniden kurulduğu bir siyasal zeminin imkânlarını tartışmayı zorunlu kılmaktadır.

Bu bağlamda, Sayın Öcalan’ın 27 Şubat tarihli Demokratik Toplum ve Barış Çağrısı ile aleniyet kazanan ve Meclis heyetinin İmralı ziyaretiyle birlikte farklı bir aşamaya sıçrayan süreci, günübirlik siyasetin sığ polemiklerinden ziyade tarihsel bir derinlik perspektifinden değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü yüz yılı aşkın bir süre boyunca devam eden ve Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne çeşitli biçimlerde tezahür eden Kürt meselesinde ilk kez hem devletin hem de Kürtlerin konumlanışında tarihsel nitelikte bir kırılma yaşanmaktadır. Devlet, uzun yıllar boyunca uyguladığı inkâr, imha ve idam eksenli çözüm anlayışından fiilen vazgeçmiş; Kürtler ise büyük bedellerle yükselttikleri kolektif itirazı somut kazanımlara dönüştürme imkânına yaklaşmıştır. Bu durum, yalnızca politik bir atmosfer değişiminin değil, aynı zamanda yüz yıllık bir zihniyet dönüşümünün işaretidir.

‘Barış Paradigması’

Tarihsel olarak 1925 Şeyh Said İsyanı’ndan Ağrı ve Zilan’a, Dersim Tertelesi’nden Diyarbakır Cezaevi işkencelerine ve Roboskî’ye uzanan devlet merkezli güvenlikçi paradigma geniş toplumsal maliyetine rağmen sürdürülebilirliğini yitirmiştir. Aynı şekilde Kürt toplumsallığının siyasal özneleşme süreci de Şeyh Said, Seyit Rıza ve İhsan Nuri Paşa’dan Öcalan’a uzanan bir liderlik çizgisinde dönüşerek kurumsal ve siyasal bir nitelik kazanmıştır. Bu nedenle bugün masanın kurulmuş olması, muhataplığın resmen tanınması ya da en azından yeniden görünür hâle gelmesi sadece güncel bir politik hamle değil; derin bir tarihsel sürekliliğin kırıldığı ve yeni bir paradigmanın oluştuğu bir ana işaret etmektedir.

Bu noktada Sayın Öcalan’ın son otuz yıl içinde geliştirdiği siyaset yapma tarzı belirleyici bir rol oynamaktadır. Öcalan’ın çatışmayı tek yönlü askeri bir denklem olmaktan çıkaran; toplumsal, siyasal ve demokratik dinamikleri merkezine alan yaklaşımı, müzakereyi hem esas alan hem de gerektiğinde çatışma koşullarıyla birlikte düşünebilen esnek bir stratejik çerçeve tanımlamıştır. Bu çerçeve yalnızca Kürt siyasi hareketinin dönüşümünde değil, devletin de klasik güvenlik aklının dışına çıkmaya zorlanmasında önemli bir etki yaratmıştır. “Barış Paradigması” olarak formüle ettiği yaklaşım, otuz yılı aşkın bir süredir hem Kürt hareketinin örgütsel-stratejik yönelimini hem de devletin inkârcı reflekslerini dönüştüren bir basınç noktası olarak işlemektedir.

Bugün gelinen aşamada ortaya çıkan tablo, bu uzun soluklu paradigmanın hem Kürtler hem de devlet açısından bir dönüşüm eşiği oluşturduğunu göstermektedir. Kürt hareketi açısından siyasal alanın genişlemesi, demokratik müzakere kanallarının meşruiyet kazanması ve toplumsal desteğin kurumsal bir nitelik alması; devlet açısından ise güvenlik politikalarının tıkanması, toplumsal taleplerin bastırılamaz hâle gelmesi ve yeni bir siyasal çözüm ihtiyacının kaçınılmaz biçimde gündeme girmesi bu dönüşümün göstergeleridir. Dolayısıyla bugün tartışılan süreç, geçmişteki tüm girişimlerden farklı olarak hem tarihsel hem de siyasal bir birikimin olgunlaştığı bir moment olarak okunmalıdır.

Tribün siyaseti ve sığ milliyetçi dil

Bu geniş tarihsel çerçeve ile düşünüldüğünde, her iki cenahta da kendisini “milliyetçi” olarak tanımlayan bazı çevrelerin ortaya koyduğu tutumların oldukça yüzeysel bir tribün siyasetine tekabül ettiği görülmektedir. Gerek Kürt gerekse Türk milliyetçiliğinin bu kesimleri sert mücadele dönemlerinde belirleyici bir varlık göstermemiş; toplumsal karşılıkları sınırlı, siyasal etkileri ise çoğu zaman söylemsel düzeyde kalmıştır. Buna rağmen bugün müzakere ihtimalinin belirdiği her anda süreci itibarsızlaştırma, karalama, boşa düşürme ve hatta mahkûm etme yönünde göstermelik bir hamaset üretmekten geri durmamaktadırlar.

Bu çevrelerin siyasal reflekslerinin, toplumun gerçek ihtiyaçlarından ve yüzyılı aşan çatışmanın tarihsel ağırlığından ziyade sosyal medyada birkaç beğeni kazanma, gündelik polemiklerden fayda devşirme ya da siyasal alanda düşük maliyetli bir oy konsolidasyonu arayışıyla şekillendiği açıktır. Oysa bugün mesele, tribünlere oynayan bu sığ milliyetçi dilin çok ötesindedir; söz konusu olan, çözüm ve barış olasılığının tarihsel olarak ilk kez bu denli somut biçimde ortaya çıkmasıdır.

Bu nedenle müzakere sürecini mahkûm etmeye çalışan bu söylemlerin yalnızca insani, vicdani ve etik değerlerle bağdaşmadığı değil; aynı zamanda rasyonel siyaset açısından da büyük bir körlük içerdiği görülmelidir. Bölgesel jeopolitiğin hızla değiştiği, küresel güç dengelerinin yeniden şekillendiği, Ortadoğu’da devlet dışı aktörlerin rolünün arttığı bir dönemde barış ve demokratik çözüm seçeneğini hafife almak, günübirlik milliyetçi reflekslerle hareket etmek en hafif tabiriyle stratejik bir basiretsizliktir. Meseleyi kendi tarihsel bağlamından koparıp popülist söylemin dar kalıplarına indirgeyen bu tutumların, uzun vadede ne Türkiye’ye ne Kürtlere ne de bölge halklarına herhangi bir katkı sunmayacağı açıktır.

Müzakere ölüm döngüsünü kırabilir

Tüm bu tabloya ek olarak bazı çevrelerin müzakereyi hedef almak için başvurduğu bir başka hatalı yaklaşım da muhatapların demokratik ya da otoriter niteliği üzerinden yürütülen yüzeysel suçlamalardır. Bu perspektife göre Türkiye’de AKP veya Erdoğan iktidarı devrilmeden, Suriye’de ise ilerici, demokrat veya sosyalist bir yönetim şekillenmeden Kürtlerin müzakereye yönelmesi “işbirliği” olarak değerlendiriliyor. Oysa Türkiye’de ilk günden bugüne AKP iktidarının otoriter uygulamalarına karşı en büyük ve en bedelli mücadeleyi Kürt siyasi hareketi yürütmüştür. Tasfiye operasyonları, kayyumlar, tutuklamalar, kriminalizasyon süreçleri boyunca Kürtler çoğu kez yalnız bırakılmış; devletçi reflekslere teslim olan geniş kesimler ise iktidar ile muhalefeti aynı çizgide hizalamaktan geri durmamıştır. Dokunulmazlık oylamaları ve sınır ötesi operasyon tezkereleri bunun en açık örnekleridir.

Benzer biçimde Suriye sahasında da en örgütlü ve kararlı mücadeleyi Kürtler yürütmüş; hem Esad rejimine hem HTŞ ve benzeri selefi yapılara karşı verdikleri mücadeleyle yalnız kendilerini değil, Dürzilerden Alevilere kadar birçok halkı katliamlardan korumuşlardır. Buna rağmen Kürtlerin sürdürülebilir bir savunma ve siyasal alan yaratmak için yürüttükleri müzakereler kasıtlı biçimde ters yüz edilmekte, “işbirliği” suçlamalarına malzeme yapılmaktadır.

Bu çevrelere göre Kürtlerin payına düşen, belki de yüz yıllık bir gelecekte demokratik bir iktidar gelene kadar ölmek, bedel ödemek ve çatışmanın yeniden ürettiği acıları taşımaktır. Bu akıl yürütme hem tarihsel gerçeklikle hem de Kürtlerin kolektif deneyimiyle bağdaşmamaktadır. Çünkü Kürtler şahsında beliren her müzakere ihtimali yalnızca Kürtlerin değil, bölgedeki tüm halkların içine sıkıştığı ölüm döngüsünü kırma potansiyeline sahiptir. Barış ihtimalini değersizleştirmek, aslında tüm halkların nefes alma imkânını ortadan kaldırmaktır.

Kaldı ki en sert mücadele anlarında halkları koruma konusundaki kararlılığı, DAİŞ barbarlığına karşı Kürtlerin verdiği insanüstü mücadele tüm dünyanın malumudur. Bugün hâlâ bu gerçeklik görmezden gelinerek Kürtlere üstenci bir dille “doğrultu tayin etmeye” kalkmak, ancak samimiyetsiz ve bağlamdan kopuk bir yaklaşımın ifadesi olabilir.

Sonuç olarak Kürtler, mücadele ve müzakere gerekliliğini tarihsel deneyimle en doğru yerden okumayı öğrenmiş; hem kendilerini hem de diğer ezilenleri koruma konusunda defalarca sınanmış bir siyasal akla sahiptir. Bugün de aynı öngörü ve kararlılıkla gereğini yapmaya devam edeceklerdir. Bu böyle bilinmelidir.

Türkiye veya Suriye sahasında çatışmaların yeniden alevlenmesi durumunda bugün müzakereyi değersizleştiren çevrelerin büyük bölümünün Kürt tarafında hızla geri çekilip kendi konfor alanlarına döneceği, Türkiye tarafında ise kirli savaşa propaganda desteği sağlayacağı açıktır. Bu nedenle bu çevrelerin söylemlerine itibar edilmemesi, sürecin toplumsal gerçekliğini ve politik önemini kavramak bakımından hayati bir yere sahiptir. Henüz bir yıl gibi kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen müzakerenin yarattığı somut kazanımlar dikkate alındığında, bu sürecin kalıcı bir barışla taçlanması durumunda Kürtler ve Türkiye açısından hangi kapıların aralanacağını görmek çok daha kolay hâle gelmiştir.

foto:AFP

Kürt tarafında ortaya çıkan kazanımlar

1. Kürt meselesinin uluslararası gündemdeki ağırlığı artmıştır.

27 Şubat Demokratik Toplum ve Barış Çağrısı sonrasında Kürt meselesi uzun bir aradan sonra yeniden uluslararası politikanın ön sıralarına oturmuş; üstelik bu kez Sayın Öcalan’ın şahsında Kürtlerin barış iradesiyle birlikte değerlendirilmiştir. Bu, müzakere fikrinin küresel düzeyde de bir karşılık bulduğunu göstermektedir.

2. Türkiye’de baskı ve kriminalizasyon politikalarında kırılma yaşanmıştır.

DEM Parti üzerindeki baskı mekanizmalarının gevşemesi, operasyonların durması ve partinin tüm toplumsal kesimlerle temas kanallarının yeniden açılması siyasal alanı genişletmiştir. Baskı konseptinin geri çekilmesi, Kürt toplumunda önemli bir moral yaratmış; bu moral sahaya etkinlikler, kitlesel katılımlar ve görünür bir siyasal irade olarak yansımıştır. Amed ve İstanbul Newrozları, Köln yürüyüşü, anadil etrafında canlanan kültürel atmosfer, Amed’deki Koma Amed konseri gibi örnekler bunun somut göstergeleridir.

3. Kürt siyasi hareketi ile Türkiye devrimci hareketi DEM Parti şahsında Türkiye siyasetinin kilit konumunu yeniden edinmiştir.

Bu durum yalnızca Kürtler veya Türkiye’deki ilerici-demokrat çevreler açısından değil, tüm ülkenin demokratik geleceği açısından da umut verici bir tablo yaratmıştır.

4. Suriye sahasında işgal tehdidi geri çekilmiş, statü tartışmaları meşruiyet kazanmıştır.

Rojava’ya yönelik işgal gündeminin sürecin etkisiyle boşa düşmesi, Kürtlerin statü talebinin hem uluslararası kurumlarda hem de bölgesel aktörler arasında daha güçlü şekilde tartışılmasını sağlamıştır. Demokratik Suriye’nin inşasında Kürtler ve diğer halkların belirleyici rolü artık resmî ve uluslararası bir gerçekliktir. Kısıtlı da olsa Türkiye ile Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi arasında uzun yıllardan sonra diplomatik kanalların açılması önemli bir gelişmedir.

5. Kürt ulusal birliği tartışmaları yeniden canlanmıştır.

Sayın Öcalan’ın mektup ve heyet aracılıklı mesaisi sayesinde uzun süredir donmuş halde bulunan ulusal birlik gündemi yeniden hareketlenmiş; Suriye’de farklı Kürt çevrelerinin ortak bir heyetle Şam’a gitmesi bu konuda somut bir adım olmuştur.

6. İran sahasında da güçlü bir toplumsal karşılık oluşmuştur.

Rojhilat Kürtlerinin son yılların en kitlesel ve en coşkulu Newrozlarıyla ortaya koydukları irade yalnızca İran’ın geleceğinde değil bölgesel ve küresel siyasette de etkili bir dinamik hâline gelmiştir. Bu dalga, Öcalan’ın barış paradigmasının bölgesel yankısını güçlendirmiştir.

Bu birkaç başlık bile sürecin Kürtler açısından yarattığı geniş etkiyi göstermeye yeterlidir; oysa tümü bir gazete sayfasını dolduracak kadar kapsamlıdır.

Türkiye açısından ortaya çıkan kazanımlar

Türkiye tarafında da benzer bir tablo görünmektedir. “Çöktürme Konsepti” ve savaş siyasetinin sahaya sürüldüğü dönem boyunca ülkeyi nefessiz bırakan ağır atmosfer, süreç sayesinde belirli ölçüde dağılmıştır. Elbette ki Demokratik Toplum ve Barış Çağrısı sonrasında devletin, Kürt tarafının attığı adımlara denk düşecek cesur adımlar atması, hukuki ve siyasi zemini tahkim edecek düzenlemeleri hayata geçirmesi hâlinde bu atmosfer çok daha ileri bir aşamaya taşınabilirdi. Türkiye toplumu kış ortasında adeta bir bahar havası yaşayabilirdi.

Buna karşın 19 Mart operasyonu, CHP üzerindeki baskılar ve iktidarın sürdürdüğü otoriter uygulamalar sürecin ruhunun ülkenin tüm kesimlerine eşit biçimde yansımasını engellemiştir. Yine de çatışmaların durması, savaş makinelerinin susması ve ölüm haberlerinin gelmemesi bile toplumda önemli bir nefes alma etkisi yaratmış; ekonominin çöküş eğiliminden uzaklaşmasına katkı sağlamıştır. Devlet içindeki yapısal ve yönetsel krizlerin aşılabileceğine dair kanaat oluşması da bu dönemin dolaylı kazanımlarındandır.

Bugün Türkiye’de umut veren, tutunulması gereken ve toplumsal ortaklaşma zemini sunabilen belki de tek şey Demokratik Toplum ve Barış Süreci’dir. Her şeyden önce can kayıplarının minimize edilmesi ve annelerin gözyaşının dinmesi iki taraf açısından da kazanımların en başına yazılmalıdır.

Hakların halklara iadesi süreci

Yazının bu kısmında şunları belirtmeden geçmek olmaz: Şüphesiz, Kürt meselesinin kalıcı çözümü tek bir ziyaretle mümkün değildir. Meclis heyetinin İmralı’da Sayın Öcalan’la görüşmesi, muhataplık tanımının netleşmesi ve müzakere mekanizmasının oluşturulması açısından önemlidir. Bundan sonrası için ise mekanizmanın sürekliliği ve müzakerelerin genişlemesi gerekmektedir.

Sıkça belirtildiği gibi müzakere süreci bir pazarlık süreci değildir. Yüz yıldır yok sayılmış veya gasp edilmiş hakların Kürt halkı başta olmak üzere tüm halklara iadesi sürecidir. Bunun için başvurulacak referanslar bellidir: evrensel insan hakları sözleşmeleri, uluslararası hukuk ve temel insanlık değerleri. Neyi gerektiriyorsa bunlar cesurca tartışılmalı ve çözüme kavuşturulmalıdır. İmralı koşullarının müzakereye uygun hâle getirilmesi ile farklı toplumsal ve siyasal çevrelerin Sayın Öcalan’la sürece dair tartışma yürütebilecek imkânlara kavuşması da eşyanın tabiatı gereğidir. Bu sayfaya sığmayacak düzeyde yasal ve anayasal düzenleme ihtiyacı olduğu aşikârdır.

Her şeye rağmen en başından beri süreci itibarsızlaştırmaya veya boşa düşürmeye dönük çabalar ile Meclis heyetinin İmralı ziyareti üzerinden yürütülen gerçekten kopuk ve anlamsız tartışmalara itibar etmemek gerekir. İtibarsızlaştırılması gereken süreç değil; süreç aleyhine yürütülen sorumsuz yaklaşımlardır. Güncelde, tarihsel derinlik ve öngörülülükten yoksun değerlendirmelerin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

Şüphesiz sürece dair, başta iktidar ve ana muhalefet olmak üzere birçok çevrenin eksiklikleri ve yetersizlikleri vardır. Ancak sürecin tarihî ve güncel önemi, bu eksiklikleri polemik siyasetine malzeme yapmak değil; herkesi doğru yörüngeye çekip mücadeleyi esas alan sorumlu bir siyaseti hayata geçirmeyi gerektirir. Demokratik Toplum ve Barış Süreci küçük siyasi tartışmalara sığmayacak büyüklüktedir. Kürtler meseleye bu bilinçle yaklaşırken iktidar bloğu ile ana ve diğer muhalefet dinamiklerinin de bu yaklaşımı esas alması; sorumsuz yaklaşımlarla bozucu alanları çoğaltmaktan özenle kaçınması gerekir. Örneğin son günlerde Stockholm Sendromu üzerinden başlayan tartışmalara Kürt cenahı sorumluluk duygusuyla yanıt verirken, iktidar ve muhalefet kanadında geçmişleri sorgulama gereği duymadan siyasi oportünizmin ibretlik aymazlıklarıyla yaklaşılmaktadır. Şüphesiz bu konuda en fazla sözü ya da söz hakkı olan Kürtlerdir. Söz konusu Kürt meselesi ve Kürtlere karşı işlenen suçlar olduğunda Türkiye’deki düzen içi partilerin her birinin karnesi olumsuz anlamda birbirleriyle yarışır niteliktedir.

Evi camdan olanın başkasının camına taş atmaması öğütlenir; Kürtlere karşı işlenen suçlarda “camdan evleri” olanların birbirlerini suçlayarak sorumluluklarını örtbas etme çabaları Ortadoğu’nun en dinamik toplumsal gerçekliği olan Kürtler tarafından tüm yalınlığıyla görülmektedir. Bu çevrelere açıkça şunu söylemek gerekir: Yakın dönemlerde bile Kürtlere karşı işlenen suçlarda hepiniz bir aradaydınız, ortaktınız. Bu nedenle anlamsız polemiklerle süreci zora sokacak tartışmalar yerine, yakın ve uzak geçmişinizle yüzleşmeyi gündeminize alarak hem kendinize hem topluma en büyük iyiliği yapabilirsiniz.

Aksi durumda, Kürtlere karşı insanlık onurunu çiğneyerek işlediğiniz suçlarda bin derede bile yıkansanız arınamazsınız.

Yüzleşme ve onurlu bir helalleşme anlamlı olabilecek yegâne tarihi duruştur. 1970’te Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çökerek Yahudi halkından özür dileyen Alman Şansölyesi Willy Brandt’ın erdemli davranışı bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Unutmayın: Hiçbiriniz Kürtlere taş atacak kadar günahsız olmadığınız gibi, birbirinizi suçlayarak da bu günahları birbirinize yükleyemezsiniz. Bazen Willy Brandt’ın yaptığı gibi mahcup bir suskunlukla sergilenen samimi bir diz çöküş, bilindik bütün söz ve siyasetten daha büyük bir tesir yaratır. Tarihin düzeltisi de ancak bu sayede anlam kazanır.

Buradan hareketle, Kürt halkının inkârdan müzakereye geçişi önemsediği gibi müzakereden kalıcı barışa geçişi de büyük bir dikkat ve dört gözle beklediğini unutmamak gerekir. Bu halkın gönlüne girmek veya desteğini kazanmak, sahaya sürdüğünüz oportünist aymazlıklarla değil; bu saatten sonra göstereceğiniz samimi sınamalarla mümkün olacaktır. Barışın gerçekleşmesi herkesin tarih karşısındaki sınavıdır. Kaybedeni yok, kazananı çok olan bir barışın gerçekleşmesi dileğiyle…

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.