Babam güzel giyinir, yürürken hep yukarıya bakardı

Dosya Haberleri —

YUSUF BUCAK

YUSUF BUCAK

  • Babam çok güzel giyinirdi, hep İngiliz kumaşı. Bu nedenle ona bir süre “İngiliz Hakim” dediler. Yürürken başı hep yukarıya bakardı. Sordum, bana, “Bak oğlum, Mustafa Bey aşağıya bakar, ben ise yukarıya; çünkü senin baban rüşvet almıyor” dedi.

DENİZ BABİR

 

Yusuf Serhat Bucak, Kürdistan’ın yakın tarihinde önemli bir yer tutan babası Faik Bucak’ın hayatını, “Kürt Hâkim - Faik Bucak’ın Yaşamı” başlığıyla kitaplaştırdı.

Faik Bucak, Dicle Talebe Yurdu’nun ilk genç başkanı, 49’ların tanığı ve 55’lerin öncüsüydü. Hakimlik yapıyordu ve “Kürt Hâkim” olarak anılıyordu. 1965’te Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin (TKDP) kuruluşunda yer aldı.

Yusuf Serhat Bucak’la Avesta Yayınlarından çıkan kitabını ve hafızasındaki babasını konuştuk.

 

Bu kitabı neden bu kadar geç yazdınız?

Babamın şehit düşmesi üzerinden 55 yıl geçti. Ben belgeleri topluyordum ama bekledim ki bir Kürt aydını, yazarı çıksın gelsin ve “Baban hakkında bir kitap yazmak istiyorum” desin. Ben onun oğlu olarak böyle bir kitap yazmayı göze alamadım, “Objektif olabilir miyim” diye düşündüm. Yazacak kimse çıkmayınca oturdum, yazmaya başladım. Kitabın üzerinde editörüm Meral Şimşek’in ve Özkan Küçük’ün de büyük emeği var. Kitabın gövdesi bana aittir ama kitaba şeklini veren Meral Şimşek’tir. Kitabın redaksiyonunda emeği geçen bütün dostlarıma da bu vesileyle teşekkür ediyorum.

 

Babanız Musa Anter ile birlikte 1941’de İstanbul’un Vezneciler semtinde Dicle Talebe Yurdu’nu inşa ediyor. Bu yurdun Kürt ulusal bilincinin gelişmesinde önemli yeri olduğu söyleniyor. Neden böyle?

Rahmetli Mustafa Remzi Bucak, benim hem amcam hem de dayım olur. Hukuk tahsili için Fransa’ya gidiyor. Oradaki Bulgar bir arkadaşı ile Kürt meselesi üzerine tartışıyorlar ve arkadaşı bir öneride bulunuyor: “Sorununuzu halletmek için kadrolara ihtiyacınız var, kadro bulacağınız yer de öğrenci gençliktir.”

Faik Bucak, 1941 yılında İstanbul’a gidiyor ve dayısının oğlu ile orada karşılaşıyor. Mustafa Remzi Bucak, ona bu öneriden bahsediyor. Bu sırada Musa Anter ile de tanışıyorlar. Musa Anter de bunu “Hatıralarım” kitabında anlatır.

Bu yurtta Kürdistan’ın çeşitli bölgelerinden öğrenciler kalıyor. Siirt, Siverek, Diyarbakır, Urfa, Mardin, Van… Ulusal bilinç çerçevesinde seminerler veriliyor. Hawar dergisi düzenli olarak geliyor.

 

Hawar dergisini düzenli olarak getirtmeyi nasıl başarıyorlar?

Aynı soruyu bir kitabında Bilal Şimşir de sorar. Şimşir, çeşitli yerlerde Türkiye’nin elçiliğini yapmış biri, bir sürü de kitabı var. Bir kitabında, “Nasıl olur da Hawar dergisi Suriye’den Türkiye’ye girebilir” şaşkınlığını ifade ediyor.

O dönemlerde rahmetli babamın bir kuryesi var, “Palulu Miço” diyorlar, gerçek adı Mustafa Keskiner. Kaçakçılık yapıyor ve Suriye’ye gittiğinde Celadet Bedîrxan Bey, Kamuran Bedîrxan Bey, Cegerxwîn ve Osman Sebrî ile görüşerek dergileri Siverek’e getiriyor. Annem de babaannemin evinde bir zula yapıyor ve dergileri orada saklıyor. Babam da Siverek’e geldiğinde ya da bir arkadaşı gelip gittiğinde dergileri İstanbul’a taşıyordu.

 

Peki başka ne kitaplar okunuyor yurtta?

O dönemlerde Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’ndan çıkan kitaplar vardı. Ben mesela Gorki’nin kitaplarını Bekir amcamın kütüphanesinden bulup okumuştum. Sordum, “Biz bu kitapları Dicle Talebe Yurdu’nda okurduk” dedi. Marx’ın, Weber’in kitapları da talebe yurdu kitaplığında bulunuyordu; seminerler veriliyordu. Bu anlamda Dicle Talebe Yurdu, hem Kürt ulusal mücadelesinde önemli bir kilometre taşı oldu hem de Türkiye’de demokrasinin işlediği ilk yerlerden biriydi.

Yahudi bir profesör var: Prof. Hirsch. Hitler’in 1939’da iktidarı ele geçirmesinden sonra başka profesörlerle birlikte İstanbul’a geliyor. İstanbul Üniversitesi’nde Hukuk ile İktisat Fakültelerinin birleşmesi de onlar sayesinde oluyor. Hirsch, derslerinde öğrencilere, “Türkiye’de demokrasi öğrenmek istiyorsanız gidin Dicle Talebe Yurdu’nu görün” diyor. Dönemin önemli İdare Hukuku Profesörü Sami Orar da derslerinde aynı şeyleri söylüyor.

Dicle Talebe Yurdu’nda geceler düzenlenirdi, insanlar oturacak yer bile bulamazdı. Öyle yoğun bir ilgi vardı. İkinci Dünya Savaşı zamanında bu gecelerden birine Almanya ve İngiltere elçilerini de davet ediyorlar; Alman elçisi gelmiyor ama İngiliz elçisi kızıyla birlikte katılıyor.

Tabii yurt, tüm bunlardan dolayı 1955’te devlet tarafından kapatıldı.

Faik Bucak, Dicle Talebe Yurdu’nda...

Babanızı anlatır mısınız? Aklınıza ilk gelen hatıralar neler olur?

Babam çok güzel giyinirdi, hep İngiliz kumaşı. Bu nedenle ona bir süre “İngiliz Hakim” dediler. Ondan sonra babamı Kadastro hakimliğine atadılar. Keşiflere giderken beni de yanında götürürdü. Bir gün keşif sırasında davaya itiraz eden biri, babama Kürtçe küfür etti. Babam da, “Law law, te çima min ra xeber didê” dedi. Adam şaşırdı ve Türkçe konuşarak, “Hakim bey ben senin Kürt olduğunu bilmiyordum” dedi ve kaçmaya başladı. Babam da peşine verdi ve yakaladı. Bu sırada adam, “Hakim bey vallahi Kürt olduğunu bilmiyordum” diyordu. Babam da, “Evladım, Kürt olduğumu bilip bilmemen sana anama küfretme hakkı vermiyor” dedi. Kızdı ve “Bir daha kimseye Kürtçe küfretmeyeceksin” dedi. Sonra da mahkemede o adamın lehine karar verdi.

Babam yürürken başı hep yukarıya bakardı. Çok titizdi ve laf getirtmezdi. Bir gün ona, “Baba niye hep kafanı yukarı kaldırarak yürüyorsun” diye sordum. O sırada da yanımızdan Ağır Ceza hakimi Mustafa Bey geçiyordu, biraz rüşvet alan biriydi. Babam bana, “Bak oğlum, Mustafa Bey aşağıya bakar, ben ise yukarıya; çünkü senin baban rüşvet almıyor” dedi. Babam haksızlığa gelemezdi, hak ne ise öyle davranırdı. Onu hep, “Kürt hakim” ya da “Baba” diye anarlardı.

Aklıma gelen bir başka olay da, Kozan Cezaevi’ndeki isyan. O sıralarda babamı Konya’nın Hadim ilçesine sürgüne göndermek istiyorlardı. Babam, Kadastro hakimliğinden alınınca “Ayağım burkuldu” deyip izin almıştı. Bu sırada Kozan Cezaevi’nde isyan çıktı, birkaç saat devam etti. Mahkumlar, “Babamızı istiyoruz, Faik Bucak’ı istiyoruz” diye bağırıyor. Hapishane, Adliye’nin bitişiğindeydi. Babam hapishaneye gidiyor, jandarmaya kapıyı açtırıyor, içeri giriyor, “Ne derdiniz varsa söyleyin bana” diyor ve isyan duruyor. Tabii bunun üzerine telgraf üstüne telgraf çekiyorlar, şikayet ediyorlar, “Faik Bucak isyan çıkarıyor” diyorlar. Babamı Kozan’dan Hadim’e sürgün ettiler.

 

Babanız Kürt yakın tarihinde önemli bir yeri olan “49’lar Davası” sonrasında tutsak edilip Sivas’taki bir kampta esir tutulan Kürtler arasında da bulunuyor…

Evet, çünkü babam Kürdistan’daki olaylara şiddetle karşı çıkıyor. 49’lar meselesinde babamı ilk etapta almadılar. 27 Mayıs 1960 Darbesi olduğunda da babam, sokağa çıkıyor ve gördüğü subayları kutluyor; hatta Milli Birlik Komitesi’ne de, “49’ları serbest bırakın, Kürt vatandaşların haklarını tanıyın, birlikte yaşama koşullarını oluşturun” diye telgraf çekmek istiyor. Kürtçe gramer kitabı da yazan Avukat Kemal Badırlı, “Faik, biraz sabırlı ol, bu darbeyi yapanların kimliği ortaya çıksın, sonra bir şeyler yaparsın” diyor. Sonra herkesi serbest bıraktılar ama 49’ları bırakmadılar.

Cumhuriyet gazetesi, bu sıralarda, 31 Mayıs 1960’ta bir haber geçiyor; Rusya’nın Şeyh Said ve ailesine cip hediye ettiği propagandası yapıyorlar. Bu haber ardından Kürdistan’daki bütün aşiret ve kanaat önderlerini Sivas’taki Kabakyazı kampında toplamaya başladılar. Babamı da 20 Eylül 1960’ta Urfa’daki evinden gözaltına aldılar. Kendi akrabalarımız babamı ihbar etmişti. Güya babam ve Hasan Oral dayım bir toplantı yapmışlar da, “Bu yönetimi kabul etmiyoruz, Kürt devleti kuracağız” demişler. Tabii ihbarın arkasında CHP ve aşiret reisleri vardı; amaçları da Bucakların gücünü ortadan kaldırmaktı. Akrabalarımız da buna alet oldu.

Rahmetli babam, babamın dayıları Hacı Ali Bucak ile Adalet Partisi Milletvekili M. Celal Bucak ve dayım Mithat Bucak gözaltına alındı ve bir buçuk ay sonra Kabakyazı kampına gönderildiler.

 

Ne zaman bırakıldılar?

Aynı yılın Ekim ayının 17’sinde 105 sayılı İskan Yasası’nı -Sürgün Yasası diye anılır- çıkardılar ve 55 kişiyi ayırıp gerisini tahliye ettiler. 55 kişi içinde babam ve aileden 8 kişi vardı. Bu dönemde Alparslan Türkeş, “Sivas kampındaki herkesi tek tek çıkarın, kurşuna dizin” diyor ama kamp komutanı buna yanaşmayacağını söylüyor. Cemal Gürsel ile irtibat kuruluyor. Cemal Gürsel, tugay komutanına, “Kesinlikle böyle bir şey yapmayın. Daha 33’ler olayının altından kalkamadık, bunun altından kalkamayız” diyor ve bundan 25 gün sonra, 13 Kasım’da, Türkeş ve arkadaşları tasfiye edilerek yurtdışına gönderiliyor.

Babamları daha sonra kara vagonlara koyarak aynen Dersim Harekatı’nda olduğu gibi önce Ankara’ya, oradan da bölgelere sürgün ediyorlar. Babam Ankara Garı’ndayken bir çocuk elinde gazete bağırıyor: “Yazıyor, yazıyor, 55 ağa ve şeyhin Batı’ya sürgün edildiği yazıyor!” Babamlar ile Şeyh Said’in çocuklarından Şeyh Ali Rıza’yı Balıkesir’e gönderiyorlar. Orada akrabalarımız ve dostlarımız var. Bir akrabamız tesadüf, Balıkesir’de askerlik yaparken bakıyor meydanda bir kalabalık toplanmış, etrafı da askerlerle çevrili. “Acaba bir paşa mı geldi” diye düşünüyor ama bakınca babamı görüyor. Babamı bir hücreye kapatıyorlar. Halam, babamı gidip bu hücrede görmüş. Bir süre burada kaldıktan sonra ise Eskişehir’e gönderiyorlar.

Babamı mahkemeye çıkarıyorlar. Ellerinde güçlü hiçbir delil yok. İlk mahkemede tahliye ediliyor. Babam diğer mahkemelere de giderek birçok insanın tahliye olmasını sağlıyor. Zaten 55’lerin sözcüsü de rahmetli babamdı.

 

Babanız Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi’nin (TKDP) de kurucularından biri. Bu nasıl oldu?

Babam, Sait Elçi, Şerafettin Kaya, Derviş Akgün, Şakir Özdemir ve Ömer Turhan, 10 Temmuz 1965’te Diyarbakır’daki Gazi Köşkü’nde bir çınar ağacının altında TKDP’nin tüzüğü üzerinde çalışarak partiyi kuruyorlar. Öneri, Şeyh Said’in katipliğini yapan Liceli Fehmi Bey’den geliyor. Partiye karizmatik bir kişinin başkanlık yapması gerektiğini de kararlaştırıyorlar ve iki kişi öneriliyor: Kemal Badılı ve rahmetli babam. Kemal Badılı, “Ben lugat hazırlıyorum, dil üzerine çalışıyorum, bu işin üstesinden gelemem” diyor. Babamla rahmetli Şerafettin Elçi görüşüyor, o da ilk görüşmede yapamayacağını söylüyor. İkinci ve üçüncü görüşmeyi Liceli Fehmi Bey babamla yapıyor ve babam kabul ediyor.

O dönemde Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) de kongresi oluyor. Bu sıralarda babamın TİP’e girmesini isteyenler de var. Babam, “TİP programına Kürt meselesini koyarsa kabul ederim” diyor. Tabii Mehmet Ali Bey (Aybar) de, Behice Boran da babamın partide yer almasını ve milletvekili olmasını istiyorlar. Babam, bağımsız aday oldu ama TİP’ten aday olmadı. Olsaydı, milletvekili olurdu.

Seçimlerden sonra TKDP örgütlenmeye başlıyor. Babamın partideki kod adı Zinar’dı. Bu isimle, 1966 yılının Nisan ayında Molla Mustafa Barzani’ye mektup yazıyor ve şunları söylüyor: “Sayın muhterem başkanımız, Biz Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi’ni kurduk. Partimiz diğer parçalardaki kardeş partilerle iyi ilişkiler ve yardımlaşma içinde olacaktır. Bize düşen her görevi yapmaya hazırız.” Mektubu kuryeye veriyor ama mektup bir şekilde Türk devletinin eline geçiyor.

TKDP’ye 1972’de bir operasyon yapılıyor ve Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi’nde dava açılıyor. Davaya katılan Şerafettin Kaya, “Faik Bucak’ın mektubu da dosyadaydı” diyor. Mektubu ya kurye MİT’e verdi ya da götürdüğü yerden MİT’in eline geçti.

Faik Bucak, Sivas’taki sürgün kampında...

 

Bu kanıya nereden ulaşıyorsunuz?

Ertuğrul Özkök, 2012’den sonra yazdığı önemli bir makalede, dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner’in Mesut Barzani ile görüşmelerini anlattıktan sonra, Taner’in Barzani ile dostluğunun 1966 yılının Nisan ayına dayandığını söylüyordu. Bu ay, babamın da mektubu gönderdiği ay. Tabii nasıl olur da bu mektubun orijinali dosyanın içinde yer alıyor, bilmiyorum. Dewreşê Sedo, kitabında mektubun 1968’deki operasyonda ele geçirildiğini yazıyor fakat 68’deki operasyon ardından açılan davanın dosyasında mektup yok. Mektup ilk olarak 1972’de dava dosyalarına giriyor.

 

Babanız bir suikast sonucu katledildi ve siz de buna şahit oldunuz. Bunun nasıl geliştiğini anlatabilir misiniz?

Babam katledilmesinden önce Amed’e gidiyor ve Dr. Enver Antmanoğlu ile görüşüyor. Enver, babamın Dicle Talebe Yurdu’ndan arkadaşı ve babam Enver’e, “Suikaste uğradığımı ve yaralı olduğumu duyarsan hemen gelmeni isterim, beni diğer doktorların eline bırakma” diyor. Babam bu görüşme ardından Siverek’e doğru bir ilçeler arası minibüsle yola çıkıyor. Halam niye minibüsle geldiğini soruyor; babam, “Bana bir pusu kurdukları haberini aldım” diyor.

Bir komplo hazırlıyorlar. Hazırlayan Albay Sami Tümerkan, uygulayıcısı da bir MİT mensubudur. Babam beni, amcaoğlu Fevzi Bucak’ı ve kardeşim Sertaç’ı olay günü sabah saat 10’da aldı, Siverek’e doğru yola çıktık. Urfa’yı geçtiğimizde önümüzde bir ‘Jeep’ vardı.

Karaköprü’den aşağı inince sağda Türk Petrolü vardı, oraya girdik. Ben ve babam arkada oturuyorduk. Ben dışarı çıkmak istedim ama babam izin vermedi. Babam sabah yazıhanesindeyken de biri ona, “Bugün sana suikast düzenleyecekler, sen evinde kal” diyor. Babam o kişiye para vermek istiyor ama kabul etmiyor, “Ben para için yapmıyorum” diyor. Arabadayken dönüp arkama baktım, 35 yaşlarında esmer ve lacivert ceketli, şalvarlı birinin babamın kafasına nişan aldığını gördüm. “Babamızı vuruyorlar” diyerek kendimi arabanın üzerine attım. Ben nişan alan bir kişi görmüştüm ama silah seslerinden daha çok kişi oldukları anlaşıldı. Boş kurşun kovanları üzerinden üç ayrı silah kullanıldığı söylenmişti.

Silah sesleri kesildikten sonra amcaoğlum kardeşime, “Dışarı çık, bak” dedi. Babamın vücudunu kontrol ettim. Yarası sadece ayaklarındaydı. Hemen Urfa’daki hastaneye götürdük. Hastaneye vardığımızda ben de yaralı olduğumu fark ettim. Kendimi babamın üzerine attığımda meğer bana da bir kurşun denk gelmiş.

Antep’ten Mustafa Bey adında bir doktor getirdiler ama onun müdahale etmesine izin vermediler. MİT bizzat baskı kuruyordu. Enver Amca’ya da kimse haber vermedi veya rahmetli gelemedi, bilmiyorum. Duydu mu, duymadı mı, onu da bilmiyorum ama bütün Diyarbakır duymuştu, onun duymaması mümkün değil diye düşünüyorum. Keşke gelebilseydi. En azından ertesi gün babama iğne yapıp, onu şoka sokup öldüremezlerdi.

 

Babanızın hastanede öldürüldüğünü mü düşünüyorsunuz?

Hastanede bir baş hemşire vardı: Leman Hemşire. Sonra Siverek’e tayin edilmişti. Halamın oğlunun kafası kırılmıştı, hastaneye pansumana götürüyorlardı. Bu sırada halam, bu hemşireyi hastanede görüyor ve bayılıyor. Eve getiriyorlar. Halam, “Abim hastanedeyken baş hemşire olan hemşireyi yine gördüm” diyor. Aile, “Biraz yakınlık ve samimiyet göster, ağzından laf almaya çalış” diyor. Bu süreç bir süre devam ediyor. Hemşire ile halam arkadaş oluyor. Bir gün halamın evinde sohbet ederken halam, “Abimin yaraları hep ayağındaydı, ağır değildi, nasıl oldu da öldü” diye soruyor. Hemşire halama, “Onu biz öldürdük” diyor. Sonra anlatıyor: “Faik Bey’e müdahale etmemize izin vermediler. Öldüğü gün, 5 Temmuz sabahı, iki tane resmi, üç de sivil adam geldi, doktorla beraber odaya girdiler. Odada hangi iğneyi yaptılarsa Faik Bey şoka girdi ve kurtulamadı.”

Bu belirsiz kişilerin odaya girmesinden yarım saat sonra babam, Kürdistan şehitleri kervanına katılıyor.

Urfa’da PTT’de çalışan teknisyen Halil Yerenen de babamın hastanede olduğu akşam telefonları dinlerken gece hastanenin üç dört kez arandığını anlatmıştı. Telefon açanlar babamın durumunu sormuş ve “Neden hala ölmedi” diye sormuşlar.

Aynı günlerde Gümrük ve Tekel Bakanı olan İbrahim Tekin, hastaneye, “Helikopter göndereyim, Faik Bey’i Ankara’ya getirelim” teklifi yapıyor ama hastanenin baş tabibi Abdülkadir Ergun, “Faik Abi’nin durumu iyi, tedavisi yapılıyor” deyip teklifi reddediyor. Antep’ten bir doktorun da yolda olduğunu söylüyor. Tabii Abdülkadir Ergun’a da baskı yapılıyor.

 

 

Yılmaz Güney’le karşılaşma

 

Bir gün de rahmetli Yılmaz Güney, Urfa’da “Hudutların Kanunu” filmini çevirirken gece gardıroba ateş etmişti. Ertesi gün meskun mahalde ateş etmek ve silah taşımaktan dolayı mahkemeye çıkarıldı. Babam avukatı olarak mahkemeye çıkıyor ve, “Müvekkilim film yıldızıdır, silahı da rol gereği taşıyordu, elinde patlamış” diyor. Böylece Yılmaz Güney, meskun mahalde silah kullanmaktan beraat etmiş, ruhsatsız silah taşımaktan ise on ay hapis cezası almıştı ve ceza tecil edilmişti. Yılmaz Güney de Bucaklıydı ve bizim Siverek Kültür Derneği’nin başkanıydı.

 

 

 

Deniz Gezmiş’in hatırlattığı olay

 

Hukuk Fakültesi’nde üçüncü sınıftaydım. Üniversite işgalleri oluyordu. Deniz Gezmiş bir gün yanıma geldi ve “Babam ablan Yayla Bucak’ı Cumhuriyet İlkokulunda okutmuş” dedi. Merak ettim, babasının adını sordum, “Cemil Gezmiş” dedi. Sonra Deniz, “Baban ilk defa toprak işgal eden köylüleri tahliye ettirmiş, Türkiye’de ilk defa toprak işgal eden köylüler serbest bırakılmış” dedi. Ben şaşırdım ve “Bilmiyorum” dedim.

Siverek’e gittiğimde anneme, “Deniz’i hatırlıyor musun” diye sordum. “Nasıl hatırlamam” dedi, “Cemil hocanın oğluydu.” Annem, “Deniz çok güzel ve kabına sığmaz bir çocuktu” gibi bir şeyler söyledi. Ben, “Yine öyle biridir” dedim ve Deniz’in anlattıklarından bahsettim. Annem de bildiğini söyledi.

Köylülerin tahliyesi olayından sonra Gürün Kaymakamı, babamı Adalet Bakanlığı’na şikayet ediyor ve babamın kaymakam ile arası bozuluyor. Bu mesele, 1951 yılına tekabül eder. Seneler sonra, 1988 ya da 89’da, Özge Yayınları’nda Mehmet Bayrak’ın babası rahmetli Mehmet Amca ile karşılaştım. Bana bu olayı anlattı ve ağladı. Bir hara varmış, atlar yetiştiriliyormuş. Sarızlılar 1950’li yılların sonunda seçimlerin ardından o harayı işgal etmiş. Ben küçükken babamla birlikte mahkemelere giderdim, babam beni yanına oturturdu, o anda hatırladım. Bir gün içeriye kalabalık bir grup girdi. Jandarma eşliğinde, kalın bıyıklı, babayiğit insanlar. Babam bana, “Sen içeriye geç, otur” dedikten sonra katibini de dışarı çıkardı. Babam, “Nereden geldiniz” diye soruyoruz, “Sarızlıyız” diyorlar; “Kürt müsünüz” diyor, “Kürt’üz” diyorlar. Babam katibi çağırıyor, ifadelerini alıyor ve serbest bırakıyor.

 

 

 

‘Melek insanların’ dili

 

Beş yaşındaydım, bir gün baktım, babam ve annem başka bir dil konuşuyor. Ben o zamana kadar Kürtçeyi hiç duymamıştım. Rahmetli babama sordum: Siz ne konuşuyorsunuz? Güldü ve “Oğlum biz melek insan dilini konuşuyoruz” dedi. Ben, “Biz neden o dili bilmiyoruz” diye sordum, “Büyüyünce siz de bu dili konuşacaksınız” dedi.

Evimize Xecê Bacı dediğimiz Koçgirili, Dimilkî konuşan bir kadın anneme ev işlerinde yardım etmek için gelirdi; annem ile Xecê Bacı da melek insan dili konuşuyordu. Şaşırıp anneme, “Xecê Bacı da mı melek?” diye sordum, “Evet oğlum” dedi.

Kafam çok karışmıştı. 1951’de annem mide kanseri oldu, tedavisi için hep birlikte Diyarbakır’a gittik. Tren istasyonunda indiğimizde baktım ki babam herkesle melek insan dilini konuşuyor. Bir de insanların üzerinde bir elbise var, böyle sağa sola sallanıyor. Sonradan öğrendim ki şalvarmış. Güldüm, babama, “Buradaki herkesin kuyruğu var” dedim. Babam bana dönüp, “Tabii, benim de kuyruğum var, Siverek’e gittiğimizde göreceksin” dedi.

Siverek’e vardığımızda dedem, beyaz bir atın üstünde bizi karşılamaya geldi. Babam elini öpmeye eğilince baktım ki dedemin de kuyruğu var. Eve girdik, herkes melek insan dili konuşuyor. Babama döndüm, dedim, “Bana bunu açıklayacaksın, bu insanların hepsi mi melek?” O zaman babam bana artık, “Oğlum biz Kürt’üz” dedi, “Konuştuğumuz dil de Kürtçede Kurmancî ve Dimilkî’dir.” Bizim neden konuşamadığımızı sordum, “Yavaş yavaş öğreneceksiniz” dedi. Sonra zamanla öğrendik biz de anadilimizi.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.