Beckett Sendromu ve Mustafa Suphilerin katledilişi
Forum Haberleri —

Mustafa Suphi
- Bu coğrafyadaki aydınlanmacılığın tarih yazımındaki ’Jön Türklerden Mustafa Suphi’ye’ diye başlayan hatalı giriş ‘Rigas’tan Paramazlara’ diye düzeltilmediği sürece korkarım ki aydınlanmacılığı anlamayacağız.
TAMER ÇİLİNGİR
TKP kurucusu ve başkanı Mustafa Suphi ile 15 yoldaşının 28 Ocak 1921’de Trabzon açıklarında boğularak öldürülmesi Türkiye Cumhuriyeti siyasal tarihinin en önemli cinayetlerinden biridir. Bu cinayete ilişkin ne TKP ne bu tarihi savunan birçok sosyalist kurum ve entelektüel ne de Sovyetler Birliği doğru bir tavır sergileyebilmiştir. Bugün bile ancak Beckett Sendromu çerçevesinde değerlendirilen bu cinayet “dönemin iktidarından habersiz gerçekleştirilmiştir” tezinin örtesine geçememiştir.
Nedir Beckett Sendromu?
Beckett Sendromu’nu bu konuya bağlı olarak dile getiren ilk kişi, Türkiye sosyalist oluşumlarının birçoğunun araştırmalarını kendine kaynak olarak gördüğü Stefanos Yaresimos’tur. En bilinen ve kaynak olarak kullanılan kitabı “Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye” adlı çalışmasıdır. Bu kitap ile Yaresimos 1. Dünya Savaşı ve sonrası yaşanan gelişmelere ilişkin Türkiye Cumhuriyeti resmi tarihinin oluşuma hizmet eden bir yerdedir. Pontos Rum soykırımına bakışı da bu perspektifi içerir.
Stefanos Yaresimos’un konuya ilişkin 20 Mayıs 2002 yılında dile getirdiği sözleri şöyledir: ’’… Burada Beckett sendromu diye adlandırabileceğimiz bir örnekten söz etmek isterim. İngiltere kralı II. Henry, Canterbury Piskoposu Thomas Beckett'in muhalefetinden son derece rahatsız olup bir gün şövalyeleri ile yaptığı bir sohbette, ‘Beni bu adamdan kurtaracak kimse yok mu’ der. Şövalyelerden biri de gidip Beckett'i öldürür. Olaydan sonra kral böyle bir şeyi kastetmediğini söyler ve şövalyeyi cezalandırır. Bu olayın aynısı 20. yüzyıl İtalyası'nda faşist dönemin başında cereyan etmiştir. Sosyalist milletvekili Mateotti'nin muhalefetinden yakınan Mussolini'nin taraftarları bir komplo kurarak Mateotti'yi ortadan kaldırmıştır. Yakın tarihimizde Mustafa Suphi olayı da buna benzer. Mustafa Kemal Kazım Karabekir'den, Mustafa Suphi'nin Ankara'ya gönderilmemesini ister; Kazım Karabekir, sınır dışı edilmek üzere Mustafa Suphi'yi Trabzon'a gönderir; oradakiler de onu ortadan kaldırmayı uygun görür. Böylece, Beckett Sendromu fiilin niyeti aştığı bir süreç ya da niyetten fiile ve yukarıdan aşağıya doğru olgunlaşan bir süreç olarak ele alınabilir.’’ [1]
Bu sözlerden anlaşıldığı üzere II. Henry ve Mussolini gibi Mustafa Kemal de suçlu sayılamaz!
Mustafa Suphi'yi kim öldürttü?
28 Ocak 1921 tarihi Mustafa Suphilerin Karadeniz açıklarında boğularak öldürüldüğü tarihtir ve cinayeti işleyenin Teşkilatı Mahsusacı Yahya Kaptan olduğuna dair kimsenin şüphesi yoktur. Ancak Yahya Kaptan’ın kimin talimatıyla bu cinayeti işlediğine dair kafa karışıklığı hala devam ettiriliyor.
2016 yılında Murat Bardakçı da bu kervana başka bir yerden başka bir ‘Beckett Sendromu’ ile katılıyor.
Enver Paşa, Moskova’dan 24 Nisan 1921’de o sırada Berlin’de bulunan hanımı Naciye Sultan’a gönderdiği mektubunda, cinayetten şöyle bahsediyordu:
“...Komünist Partisi Reisi Suphi Bey, Bakü’de aleyhimde bulunduğu için bîçareyi Trabzon’da evvelâ karla, tükürükle hamallar epeyce ıslattıktan sonra bir motorbotla Batum’a iade etmek üzere yola çıkarmışlar. Halbuki yanında yüz yirmi bin Rus altını olduğundan kendisini zanlarınca yolda öldürmüşler, paralarını almışlar. Maamafih bunu benim için yaptıklarından memnun olduğumu ve başkasına söylememelerini tembih ettim. Bence düşman da olsa madem ki Müslüman, böyle olmamalıydı. Fakat ne çare, yazılan çekilirmiş...”.[2]
Murat Bardakçı’nın Türkçeleştirerek yayınladığı bu belgeye dair 2016’da yaptığı değerlendirmeye bakalım şimdi de:
’’Paşa’nın bu cümleleri, iki aydan bu yana komünistlerimiz tarafından hem gazetelerinde hem de sosyal medya hesaplarında kullanılıyor ve ‘Mustafa Suphi’yi meğerse Enver Paşa öldürtmüş’ diye tuhaf yorumlar yapılıyor...
Enver Paşa’nın bu ifadelerinden “Mustafa Suphi’yi ben öldürttüm” mânâsını çıkartabilmek ya okuduğunu anlamamakla yahut orak-çekicin parıltısı gözleri kamaştırdığı için satırları düzgün okuyamamakla mümkündür!’’[3]
Murat Bardakçı ne demek istiyor anlamak zor. O son yıllarda 19 Mayıs 1919’a da “darbedir” diyerek sözde resmi tarih söyleminin dışına çıkar gibi görünüyor olsa da Mustafa Suphilerin öldürülmesine dair ‘kafa karışıklığını’ derinleştiriyor.
19 Mayıs 1919 ile başlayan süreç, 28 Ocak 1921’de de tüm Pontos’da devam etmektedir.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a giden Osmanlı subaylarının Pontoslu Rumlara yönelik sürdürdükleri soykırım devam ederken katledilir Mustafa Suphiler.
Cumhuriyetin kurucuları bu süreci emperyalist işgale ve yedi düvele karşı bir kurtuluş savaşı olarak adlandırırlar.
Oysa 1922’ye kadar ortada var olan Kuvva-i Milliyeci güçler ne İstanbul’da İngilizlerle ne Ege’de Yunanlarla ne Akdeniz’de İtalyanlarla ne de Urfa ve Antep’te Fransızlarla savaşmaktadır. Savaşın daha doğrusu katliamların yaşandığı tek coğrafya Pontos’tur.
İşte Mustafa Suphi ve arkadaşları bu ‘kurtuluş savaşına’ destek olmak için Anadolu’ya gelir ve iktidar kavgasının kurbanı olurlar.
Dönemin Sovyetler Birliği’nin Mustafa Kemal ve arkadaşlarına bakışı da haliyle Mustafa Suphi’den farklı değildir. Nitekim yapılan para ve silah yardımları da bunun göstergesidir. Kim ne derse desin bu süreç geride kalan son Hristiyan ulusun yani Rumların imha sürecidir.
Jön Türklerden Mustafa Suphilere, Rigas’tan Paramazlara
Osmanlı’da aydınlanmacı, devrimci hareketlerin tarihine bakan, anlamaya çalışan günümüz aydını ve entelektüellerinin en önemli sıkıntılarından biri bu hareketleri sadece Müslüman kesimler içerisinde aramalarıdır. Bu yüzden Rigas’ın devrimci anayasası [4], özgür düşünceyi savunan fikirleri görmezden gelip, aydınlanmacılığı Jön Türklerle ele alır, Paramaz gibi devrimciler yok sayılıp Jön Türk hareketinin içinden çıkan İttihat ve Terakki’ye ve Mustafa Kemal’e devrimci misyonlar yüklenir. Oysa çok açıktır ki 250 yıl önce bir Osmanlı vatandaşı ve Helen olan Rigas tarafından hazırlanmış olan bu anayasa 1970’li yıllara kadar bu coğrafyada yine bazı Ermeni sosyalist partilerin programları dışında dile getirilememiştir.
Bu coğrafyadaki aydınlanmacılığın tarih yazımındaki ’Jön Türklerden Mustafa Suphi’ye’ diye başlayan hatalı giriş ‘Rigas’tan Paramazlara’ diye düzeltilmediği sürece korkarım ki aydınlanmacılığı anlamayacağız.
Bırakalım Osmanlı’da aydınlanmacılığın öncüleri olarak Rigas’ı, Paramazları anmayı onları bu coğrafyanın bir zenginliği olarak kabul etmek dahi bugünün aydınları açısından bir aydınlanma olarak değerlendirilebilir. Salt Müslüman olmadıkları, Türk olmadıkları ya da tersinden bakarsak salt Helen ya da Ermeni oldukları için onları görmezden gelmenin de siyasi, düşünsel literatürde bir açıklaması olmalıdır.
Trajik son
Mustafa Suphi, resmi tarihin ‘kurtuluş savaşı’ sürecine ilişkin bakış açısının bedelini 15 arkadaşıyla birlikte 1921 yılında katledilerek ödemiştir.
Bu topraklarda 20. yüzyılın başlarında gerçekleştirilen soykırımlar da ardından kurulan sözde ‘cumhuriyet’ de elbette İttihat ve Terakki kadroları ve Kemalistlerin emperyalistlerle iş birliği sonucu gerçekleşmiştir.
Bir ‘kurtuluş savaşı’ masalı ile bir de olup bitenin üzeri resmi tarihçe kapatılmaya çalışılıp yedi düvele karşı anti emperyalist bir savaş yalanı uydurulmuştur. Oysa (1919-1923) işgalci oldukları belirtilen tek bir İngiliz’in, İtalyan’ın burnu dahi kanamamıştır bu süreçte. Yunan ordusuyla yaşanan birkaç çatışma dışında Kurtuluş Savaşı denilen sürecin özeti Pontos’ta 353 bin Rum’un soykırıma uğratılması, 800 bin Küçük Asyalı Rum’un akıbetleri hakkında resmi tarihin tek bir belgesinin olmamasıdır.
Türk aydınının bu tarihsel süreci okumaları baştan aşağı yalanlara dayanır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın firari askeri sayısı 300.000’dir. [5]
Yine ilk olarak 18 Eylül 1920 yılında kurulan İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluş gerekçelerinin en önemli sebeplerinden biri de asker kaçaklarıdır.
Ergün Aybars, “İstiklal Mahkemeleri” adlı kitabında “Ülkenin maddi varlığı tehlikeye girmiş olmasına karşın, geniş köylü kitleleri durumlarında önemli bir değişiklik olacağı umudunu taşımadıklarından olacak, şimdiye dek arkasından gittiği seçkinlerin mücadelesi olarak baktıkları savaşı desteklemek istememiş isyan ederek ya da askerden kaçarak, muhalefetini ve savaşa olan isteksizliğini göstermiştir.” [6] diyerek 1920’li yıllarda geniş bir yoksul kitlenin tercihini nasıl yaptığına işaret ediyor.
10-24 Temmuz 1921 tarihleri arasındaki Kütahya- Eskişehir Savaşı boyunca ise 30.700 kişi firar etmiştir. [7] İstiklal Mahkemeleri’nin kapatılmasıyla, askerden kaçma olayları artar ve Sakarya Savaşı’na (23 Ağustos-13 Eylül 1921) kadar ordudaki askerlerin neredeyse yarısı firar etmiş haldedir. [8]
Bu sayı İstiklal Mahkemeleri’nin etkisiyle gittikçe azalarak Ağustos’ta 4.400-4.500’e düşmüşken, 15 Eylül 1921’de Sakarya Savaşı’nda 120.000 olan asker mevcudunun 10.000’i firar etmiştir.[9] Sakarya Savaşı sonunda, toplam firar oranı 48.335’e ulaşmıştır.[10]
Yani hiç de resmi tarihin hamasetle anlattığı gibi Anadolu halkının topyekûn bir savaşından söz edilemez. Ya Ermeni Soykırımı sonrası gasp edilen toprakları, malları geri vermemek için ya da asker kaçaklarına yönelik uygulamalar sonrası zorla bir araya getirilen çoğu çetelerden oluşan askeri örgütlerdir bütün ‘anti emperyalist mücadele’ diye yutturulmaya çalışılan.
Ne yazık ki bugün sistem karşıtlığından söz edenlerin ve kendilerini Mustafa Suphi’nin takipçisi ya da savunucusu olarak görenlerin bu sürece bakışları budur.
Mustafa Suphi’nin Soykırım’a bakışı…
Son olarak Mustafa Suphi’nin geçmişindeki İttihatçı ya da Türkçü düşüncelerinden bağımsız olarak Ermeni Soykırımı’na ilişkin yaptığı değerlendirmeyi aktarmak istiyorum. Mustafa Suphi’ye göre soykırım değil, karşılıklı bir savaş ve emperyalizmin oyununa gelmek vardır bu yaşananların ardında.
“Ermeni sorunu Avrupalı emperyalist devletlerinin Müslümanlar ile Ermenileri birbirlerine karşı kışkırtmalarının yarattığı bir sorundur. Müslüman egemen sınıf ve zümrelerin temsilcisi hükümetler de tarih boyunca beraber yaşamış bu iki milleti birbirine düşman etmişlerdir. Bu kışkırtmaların sonucu olarak ortaya çıkan karşılıklı kırımları ilk başlatan hep ‘Ermeni burjuvazisi’ olmuştur.”[11]
[1] Stefanos Yerasimos’un 20 Mayıs 2002’de Türkiye Bilimler Akademisinin Akademi Konferansları programı çerçevesinde Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni Sorunu başlıklı konuşması
[2] Enver, Murat Bardakçı, Sayfa 241
[3] Haber Türk 3 Şubat 2016, Murat Bardakçı, ‘Mustafa Suphi’yi Kim Öldürttü?’ başlıklı yazısı
[4] 18. yüzyılın sonları Osmanlısının bir aydın ve düşünürü olan Rigas (Velesitinli Rigas ya da Ferreos Rigas) Helen ve Türk tarihçiler tarafından Helen devriminin ve milliyetçiliğinin öncüsü olarak tanımlanır. Hatta 1821 Helen devriminin ilham kaynağı olarak da adlandırılır çeşitli çevrelerce. Rigas, Fransız devriminden etkilenerek Osmanlı sınırları içinde yaşayanlar için bir anayasa hazırlar. Bu anayasa Fransız devriminin ya da daha sonra Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesi olarak da anılacak bildirinin Osmanlı’ya uyarlanması olarak da değerlendirilebilir.
Rigas Anayasası
İki bölümden oluşan bu anayasanın 35 Maddelik ‘İnsan Hakları’ bölümünde
’’Yasalar tüm yurttaşların katılımıyla yapılmalıdır
Memurluk ancak yeteneğe göre verilmelidir; soylu oldukları için değil. Kimse yasalara aykırı olarak tutuklanamaz. İbadet ve inançlar her din için eşit şekilde özgür olmalıdır.
Kölelik yasaktır. Tüm yurttaşlar kanun yapma, seçme seçilme hakkına sahiptir. Yönetim, halkın şikayetlerini dinlemediği ve sorunu halletmediği durumda yurttaşların ayaklanması en kutsal haktır’’ gibi maddelerin yanı sıra 124 maddeden oluşan ‘Anayasanın İlkeleri’ adlı ikinci bölümde de
’’Egemen halk, din ve dil gözetmeden, Helen, Bulgar, Arnavut, Ulah, Ermeni, Türk, Laz, Kürt, Acem, Arap ve başka etnik kimlikler dahil Osmanlı’nın bütün sakinleridir.
Bir tek ferdin ezildiği yerde toplumun bütünü ezilmektedir.
Toplum mutsuz yurttaşlarına geçim araçları sağlar.
Meclis toplantıları halka açıktır’’ gibi ilkeler içerir.
Rigas bu anayasanın Bosna’dan Arabistan’a kadarki Osmanlı topraklarında bir devrim yapılarak uygulanması için mücadele eder. 1797 yılında anayasa çoğaltılarak tüm Osmanlı illerinde dağıtılır. 1757 Yılında Osmanlı’nın (bugün Yunanistan sınırları içinde) Teselya, Velestin köyünde dünyaya gelen ve Osmanlı vatandaşı olan Rigas bugün de Helenler, Arnavutlar, Romenler, Bulgarlarca kendilerinden görülüp sahiplenilir. Özgür düşünceyi, monarşilere karşı cumhuriyet fikrini savunan Rigas ayrıca Avrupa karanlığına son veren Rönesans’ın öncüleri gibi özellikle eski Helen eserlerini yeniden okuyup diğer dillerdeki birçok düşünürün kitabının çevirilerini yapar. Devrimci şiirler ve marşlar yazar. Haziran 1798’de Avusturya polisi tarafından tutuklanarak yedi arkadaşı ile birlikte Osmanlı’ya teslim edilen Rigas, boğularak öldürülür ve Tuna nehrine atılır.
[5] Eric Jan Zürcher, Bir Ulusun İnşası; Osmanlı İmparatorluğu’ndan Atatürk Türkiye’sine Jön Türk Mirası, Çev. Lütfi Kılıç, Akılçelen Kitaplar, Ankara, 2015, s. 261-282.
[6] Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Doğan Kitap, Ankara, 2014, s. 66.
[7]İbrahim Artıuç, Büyük Dönemeç Sakarya Meydan Muharebesi, Kastaş Yayınları, İstanbul, 1985 s. 41.
[8] Aybars, age., s. 200.
[9] Eric Jan Zürcher, “Hizmet Etmeyi Başka Biçimlerde Reddetmek: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemlerinde Asker Kaçaklığı”, Çarklardaki Kum: Vicdani Red Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler, Haz. Özgür Heval Çınar, Coşkun Üsterci, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 67
[10] Doğu Ergil, Millî Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi, Ankara, 1981, s. 224
[11] Yeni Dünya gazetesinin 24 Aralık 1918 tarihli sayısında yayımlanan Mustafa Suphi imzalı ‘Türkler ve Ermeniler’ başlıklı yazısı.