Dağlar yurdunun kayıp anahtarı
Arif ALTAN yazdı —
- Ama davullar, trampetler, flütler, ziller “ölüm” diye inlerken nice çağları aşarak yüzyılın eşiğine varan dağın yerlileri, dağın kalbinde yeşerenlerden göklerin mucizesini bekliyor. Gözlerinin önünde bir dağ yarılıyor, kızıl şelaleler ve alevler iniyor.
Bir yaranın dikişleri açılıyor. Bir dağ ortadan ikiye bölünüyor. Şelaleler akıyor, alevler iniyor, toprak kayıyor ve gökten kül yağıyor. Davullar, trampetler, flütler, ziller çalarken her şeyi yeni baştan hatırlıyorlar; bugünkü gibi, kayıp zamanlar içinde kalan ve bir daha dönemedikleri o ilk günkü gibi. Akıllarına ilk gelen, ruhlarından en son göçüp giden. Ama orada işte, dilin bağlandığı, bir göğüs kafesinin açılıp bir yüreğin deşildiği yerde, sis ve duman içinde. Yağan küller, tutuşan alevler gerisinde kımıldayan bir şeyler; hayat mı dediler, kayıp giden bir ömür mü, kar ve soğuk yanığına kararan katı bir nefes mi dediler… Zamanı geldi, elemle dolan söz sızmalı, tunç lehimli dudakların kanlı dikişlerinden. Herkes hissediyor olacakları. Bir çocuk şarkı söylüyor, yüreğini söküp güneşe tutan bir genç kız, taşları sürükleyen yıkıcı bir çığlık şiddetinde susuyor.
Dağın yerlileri hatırlıyor, göz açıp kapayıncaya hatırladığı her şey yeniden uçup gidiyor, savrulan küller ve yükselen dumanlarla birlikte. Davullar, trampetler, flütler, zillerin sesi kayaları sarsıyor, zamanın dökülüşünü hızlandırıyor. Başları göğe, bakışları dağlara dönük. Yüzlerinde bezginlik ve yorgunluktan önce korku okunuyor. Az sonra kendilerini taşıyacak gücü bulamayacaklarmış gibi. Toprak her birini çok geçmeden cansız bir cisim gibi kendine çekebilir. Yutabilir her bir düşünceyi her an, ufalıp giden toz ve kum taneciklerini soğurur gibi. Zamanın herhangi bir dönemecinde kendilerince bir canlılıkları vardı sanki. Öylece durmuş bakıyorlar, vaktiyle cansız nesnelerdeki canlılığı, gittikçe artan bir yoğunlukla duymuş olanların kederli gözleriyle.
Ufukta karanlık bulutlar birbirine dolanarak yaklaşıyor. Dağın yerlileri huzursuz, daha şimdiden kara gölgelerin kimi yutacağını bekliyor herkes. Kentlerin kapılarından dağların kuytularına ulaşan bir lanetin söylentisi dolanıyor. Bir zamanlar yeşil olan dağın yamaçları bitkin bir sarıya bürünüyor, kayalıklar arasından sıkışıp kalmış kızıl alevlerden bir ırmak akmadan öylece duruyor. Bu durgun kımıltısız suların iki yanındaki otlar ve ağaçlar, yaklaşan tehlikenin ürperticiliğini duyurur gibi endişeyle birbirine yaslanmış bekliyor. Her canlı gibi onlar da hareketsiz, kaskatı; her şey kıyamet öncesi sessizlik içinde. Korku, zihinlerin ve tüm dillerin topoğrafyasını kaplayan alevden bir örtü genişliğinde. Davullar, trampetler, flütler, ziller “tehlike” diye inliyor. Artarak yükselen ritim şiddetli ve sarsıntılı. Gümbürtülü ses, yarılan dağın alevlerinden yalımlar serpiyor ulaşabildiği dört bir yana.
Çıplak toprağı nallarıyla çiğneyen çıplak atların sırtında başı göğe, bakışları dağlara çevrili orta dünyanın çıplak yerlileri. Bu sesi biliyor ve tanıyorlar, ilk atalarından beri inleyen her şey korkunun renginde. Bir atlının çöküşünü içinde taşıyan o sonsuz zaferin melodileri. İki yıldırımın çarpışması gibi, erdem ve korkunun muharebesi. Davulların kulakları sağır eden gümbürtüsü, suskunluğun kendi derisini yırtan kelimelerinin kemik çatırtıları. Nice çağları aşarak son yüzyıla ulaşanların yurdunda, geceleri başını, ebedi ve ezeli varlığıyla yükselen kadim dağların soğuk taşlarına yaslayanlar, kuzeyden güneye, doğudan batıya birbirini izleyen sarsıntıları duyuyor. Kanlarına batırılan divitlerin ucuyla çizilen sınırlarda yükselen alevler, ıssızlıktan kalma geçmiş çağların zaman katmanlarında ilerliyor. Orada biriken her şey vakitsizce saçılıyor, sıradağlar boyunca. Alevlerin içinden çıplak bir yürekle geçebilmek için dağın yerlilerinden değil, dağın kalbinde yeşerenlerden biri olmak gerek. Yüreğini söküp güneşe tutan o kız çocuğu, “Issızlık zamanı çatlıyor, erdeme az korkuya fazla bu suskunluk” diye sesleniyor.
Herkesin konuştuğu büyük bir sessizlik çöküntüsü. Dağın yerlilerinin, dağın kalbinde yeşerenlerden çok konuştuğunda başlayan o büyük sessizlik. Korkunun yuva kurduğu, sınır bilmez boşluğun anayurdu. Bir yaranın kanatıldığı yerde, sis ve duman içinde bekliyor herkes, her bir yürek hissediyor bugünden yarına tüm olacakları. Ama yarılan bir dağın göğsünden akan alevler içinden seslenebilen de yalnızca bir kız çocuğu. Dağlar yurdunun kayıp anahtarıymış gibi yüreğini göğsünden söküp güneşe tutan bir kız çocuğu. “Bu kapıdan geçmek için cesaret ve erdemden doğmuş bir ruh gerek, korkuyla bedenlerimizden alınan ruhları giyinme vaktinin işaretidir yaklaşan bu fırtına.” Uzun zaman önce kanatılan ve kabuk bağlamamış bir yaranın içinde yeryüzüne doğmuş olanların siluetleridir alevle birlikte yükseldiği gökyüzünde bir fırtına biçimini alan.
İnsanlarla dolu insansız ve ıssız bir büyük kentin uğultulu sessizliğinde, kayıp bir kız çocuğu yolunu arıyor. Hiçbir kapıya çıkmadan dağları yarıp akan alevlere götüren bir yolu koşuyor. Nice çağları aşarak insansız bir çağın eşiğinden onu sımsıcak kavrayacak alevlerin üzerinde yürüyor. Yeniden döneceğine yemin etmiş; dağlı yerlilerin kanı, bedeni, dili, sevdası, toprağı üzerine. Kimsenin ne suskunluğu ne rahatlığı uzun sürmüyor. Küçük kızın ahı tutuyor. Yer sarsılıyor, büyük bir zelzele kopuyor, dağlar nehirlere eriyor, nehirler vadileri aşıyor. Küçük kız, suskun ve kalpsiz ruhlara cesareti akıtmak üzere, kanlı yüreğine tırnaklarını geçirerek ancak alevlere banarak okunabilen ilk yeminini kazıyor.
Ama davullar, trampetler, flütler, ziller “ölüm” diye inlerken nice çağları aşarak yüzyılın eşiğine varan dağın yerlileri, dağın kalbinde yeşerenlerden göklerin mucizesini bekliyor. Gözlerinin önünde bir dağ yarılıyor, kızıl şelaleler ve alevler iniyor. Geri döneceğine, dağlı yerlilerin kapanmayan yaraları üzerine yemin etmiş bir kız çocuğu, suda yürür gibi çıplak ayaklarıyla ateşten bir nehir üzerinde yürüyor. Dağlar yurdunun kayıp anahtarıdır göğsünden söküp güneşe tuttuğu. Herkes hatırlıyor ve inanıyor şimdi ve herkes dinmeyen ilk korkularına bürünüp anında unutuyor az önce gözlerinin önünden akıp gidenleri. Binicisinin korkularının ağırlığı altında çöken atlar kişniyor. Yarılan dağın ardından uzaklaşan kız çocuğunun sesi duyuluyor: “Sizden korkuyla sökülüp alınan o kayıp ruhunuz üzerine yemin ederim ki, dağlardan kopan bir çığ gibi büyüyerek yeniden döneceğim…” Çağ yarılıyor, zaman gürültüyle çatlıyor, orada biriken her şey patlayan bir yıldızın tozları gibi saçılıyor, kuzeyden güneye, doğudan batıya, yürekten yüreğe, sıra dağlar boyunca…
Not: Bu yazı Şilan Munzur’un “Sosin Dağı’nın Tanrıçası" adlı kitabında geçen “Atlının Zaferi” adlı nefis hikayesi refere edilerek yazılmıştır; ters kurgusu için hoşgörüsüne sığınarak ve Şilan Munzur'dan af dileyerek…