Değişimin gücü ve inşa yolculuğu
Forum Haberleri —

PKK 12. Kongresi
- “Devlete niye güvenelim?” sorusu, haklı bir tereddüt. Ancak cevap, devletin samimiyetinde değil, kendi zorunluluğunda. Kürtler, bu değişimi dayatan güç oldu. Şimdi, bu değişimi şekillendirme zamanı. PKK’nin silah bırakması, bir son değil, bir başlangıç.
YUNUS ASLAN
Kürt halkı, Mezopotamya’nın kadim topraklarında, dağların sarp yamaçlarında, vadilerin kuytularında, tarih boyunca bir özgürlük meşalesi gibi yanmıştır. Bu meşale, sadece bir kimliğin değil, bir halkın var olma iradesinin, kültürünün, dilinin ve hayallerinin sembolüdür. PKK, bu ateşin modern çağdaki taşıyıcısı, Kürt halkının on yıllardır süren mücadelesinin en güçlü sesi olmuştur. O’nun hikayesi, sadece silahla yazılmış bir direniş değil; bir halkın yok sayılmaya, asimile edilmeye, katledilmeye karşı haykırdığı bir varoluş destanıdır. PKK’nin 12. Kongresi’nde aldığı fesih ve silah bırakma kararı, ilk bakışta bu destanın sonu gibi görünebilir; yüreklerde bir umutsuzluk, bir kayıp korkusu uyandırabilir. Ancak bu karar, ne bir teslimiyet ne de bir vazgeçiş; aksine, Kürt mücadelesinin yeni bir safhaya, siyasi ve hukuki zeminde daha güçlü bir geleceğe evrilmesinin ilanıdır. Bu, yüz yıllık bir yalanın, tek tipçi Türkçü devletin çöküşünün ve yeni bir toplumsal sözleşmenin doğuşunun başlangıcıdır.
Fransız ihtilali ve milliyetçiliğin doğuşu: Osmanlı’da ilk çatlaklar
Modern devletlerin şekillendiği zemin, 1789 Fransız İhtilali’nin “millet” kavramını yeniden tanımlamasıyla oluştu. İhtilal, “toprak kimin, zenginlik kimin, yönetim kimin” sorularını ortaya attı ve “halkındır” cevabını verdi. Ancak bu “halk” tanımı, Fransız burjuvazisinin çıkarlarına göre şekillendi; etnik, dilsel ve kültürel farklılıkları dışlayan bir ulus-devlet modeli doğurdu. Osmanlı İmparatorluğu, bu yeni dünya düzenine yabancıydı. İmparatorluk, ekonomik ve güvenlik ihtiyaçlarını fetihlerle karşılıyordu. Fetihlerin motivasyonu, ganimet ve güçtü, bu nedenle farklı etnik ve dini gruplar, ekonomik çıkarlar etrafında bir arada tutuluyordu. Osmanlı, beylik döneminde Sırplarla ittifak kurarak diğer beylikleri ortadan kaldırırken, bu ittifaklar dini veya etnik değil, pragmatik temellere dayanıyordu. Ancak Fransız İhtilali’nin milliyetçilik dalgası, Osmanlı’nın çok uluslu yapısını sarsmaya başladı. Bulgarlar, Sırplar, Yunanlar, “toprak bizim, çalışan biziz, neden başkasına veriyoruz” diyerek ayaklandı. Osmanlı, üretim ekonomisine geçemediği için ordusunu beslemek adına ganimet ve vergilere bağımlıydı; bu ayaklanmalar, hem ekonomik hem de askeri gücünü derinden sarstı.
2. Mahmud, bu çöküşü durdurmak için “eşit yurttaşlık” fikrini ortaya attı. Müslüman ve gayrimüslim tebaayı birleştirme çabası, Tanzimat reformlarıyla somutlaştı. Ancak bu, samimi bir eşitlik projesinden çok, imparatorluğu kurtarma hamlesiydi. Gayrimüslim topluluklar, özellikle Avrupa’nın desteğiyle bağımsızlık yolunda kararlıydı; Yunanistan, Sırbistan, Mısır gibi bölgeler koptu. Abdülhamid döneminde ise strateji değişti. İmparatorluk, tüm grupları bir arada tutamayacağını anlayarak İslamcılık üzerinden bir milliyetçilik inşa etmeye çalıştı. Gayrimüslimlerden vazgeçildi; “hepimiz Müslümanız, bu devlet Müslümanlarındır” söylemi öne çıktı. Ancak bu, Kürtler gibi Müslüman ama Türk olmayan toplulukların taleplerini karşılamadı. Abdülhamid, Kürt aşiretleriyle pragmatik ittifaklar kursa da, bu ilişkiler merkezi otoriteye bağlılık üzerine kuruluydu, eşitlik değil. Hamidiye Alayları, Kürtleri hem Ruslara karşı bir tampon hem de Ermeni hareketlerine karşı bir güç olarak kullanırken, Kürt kimliğini tanımadı; aksine, asimilasyonun ilk tohumlarını ekti.
Cumhuriyet :Kürt inkârı ve imha politikaları
Cumhuriyetin kuruluşu, Türkçü bir ulus-devlet projesiydi. Fransız modelinden esinlenen bu proje, “Kürt diye bir şey yoktur, hepimiz Türk’üz” söylemiyle Kürt kimliğini inkar etti. M. Kemal ve Kazım Karabekir gibi Kurtuluş Savaşı’nın öncüleri, başlangıçta Anadolu’daki Kürtlerle bir arada bir devlet kurma fikrine sıcak bakmıştı. M. Kemal, 1920’lerde mecliste Kürtlerin haklarının tanınması, İngiliz ve Fransızlarla ittifak yapmamaları için onlarla eşit bir ortaklık kurulması gerektiğini söylemişti. Ancak, 1923’ten sonra devlet, Türkçülüğe keskin bir dönüş yaptı. Koçgiri, Şeyh Said (Azadî), Xoybûn (Agirî) ve Seyit Rıza (Dersim) gibi isyanlar ve beraberindeki katliamlar, devletin Kürtleri asimilasyon ve şiddet yoluyla yok etme politikasının sembolleri oldu. Kürtçe yasaklandı, köyler yakıldı, tehcir uygulandı. Bu sistematik inkar, Kürt halkında derin bir travma yarattı ve direnişin tohumlarını ekti.
1970’lere gelindiğinde, Türkiye’de sol hareketlerin yükselişi, Kürt gençlerinde de bir uyanışa yol açtı. Önder Abdullah Öcalan liderliğinde 1978’de 1. Kongre ile kuruluşunu ilan eden PKK, bu uyanışın silahlı mücadeleyle taçlanmış haliydi. PKK’nin ortaya çıkışı, tesadüfi değildi; devletin Kürtleri yok sayan, asimilasyoncu politikalarına karşı bir varoluş çığlığıydı. Kürt halkı, barışçıl yollarla haklarını talep ettiğinde susturulmuş, sindirilmiş, katledilmişti. 1960’larda Doğu Mitingleri gibi girişimler devlet şiddetiyle bastırılmış, Kürt aydınları hapsedilmişti. PKK, bu çaresizlikten doğdu; silahlı mücadele, devletin diyalog kapısını kapattığı bir ortamda tek seçenek olarak görüldü. PKK, sadece bir örgüt değil, Kürt halkının kimliğini, dilini, kültürünü koruma iradesinin sembolü oldu. Dağlarda yankılanan her slogan, her direniş, Kürt halkının “biz buradayız” demesinin bir yoluydu.
47 yıllık mücadele sonuç verdi: İnkârdan kurucu iradeye
Önder Abdullah Öcalan, 1993’ten itibaren PKK’nin paradigmasında köklü bir değişim başlattı. 1993’teki ilk ateşkes ilanı, silahlı mücadelenin sınırlarını gördüğünü ve siyasi-hukuki bir zeminde çözüm arayışına geçtiğini gösterdi. Uluslararası Komplo’nun ardından İmralı’dan verdiği mesajlar, bu değişimi derinleştirdi. Önder Abdullah Öcalan, “Demokratik Cumhuriyet” kavramıyla ulus- devlet yerine, eşit yurttaşlık temelinde bir arada yaşamı önceledi. 2000’lerdeki Newroz mesajları, 2013’teki Dolmabahçe Mutabakatı ve Çözüm Süreci, Önder Abdullah Öcalan’ın vizyonunun somut adımlarıydı. Öcalan, Kürt mücadelesini sadece Türkiye’yle sınırlı görmedi; Ortadoğu’da demokratik konfederalizm modeliyle, Kürtlerin Irak, Suriye ve İran’da da aktörleşmesini hedefledi. Bu, silahlı mücadelenin yerini siyasi ve hukuki kazanımların alması gerektiği fikrine dayanıyordu.
PKK’nin 12. Kongresi’nde aldığı fesih ve silah bırakma kararı, Önder Abdullah Öcalan’ın yıllardır inşa ettiği bu paradigmanın bir sonucu. Bu karar, bir pazarlık değil, devletin kendi varlığını sürdürebilmek için dönüşmek zorunda olduğunun kabulü. Türkiye, 100 yıl boyunca Türkçü bir devlet kurmaya çalıştı, ancak Kürtler, bu asimilasyon politikalarına direndi. Bölgedeki gelişmeler de bu gerçeği pekiştirdi: Başûr, Rojava ve Rojhilat’taki hareketlilik ve kazanımlar, Kürtlerin bölgesel bir güç haline geldiğini kanıtladı. Diğer yandan, bölgedeki komşu güçler Mısır, Yunanistan ve İsrail ile Arap ülkelerinin batı ile kurdukları ittifaklar Türkiye’yi eski hegemonik politikalarını sürdüremez hale getirdi.
Devlet, bu gerçekle yüzleşti ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la masaya oturmak zorunda kaldı. Diğer bir deyişle “Silahlar sussun, yeni devleti birlikte kuralım” dedi. Bu, 2. Mahmud’un eşit yurttaşlık vaadine veya 2. Abdülhamid’in İslamcılık hamlesine benzemiyor; çünkü bu kez devlet, Kürtlerin varlığını ve haklarını tanımak zorunda. Bahçeli’nin “Türkiye’nin gelecek yüzyılı” dediği vizyon, Kürtsüz bir devletin imkansız olduğunun itirafı. Bu dönüşüm, devletin kendi bekası için bir zorunluluk, çünkü değişmezse, Kürtler de dahil herkes ağır bedeller ödeyecek. Kemalist tek tipçilik çöktü; artık yeni bir devlet inşa ediliyor ve bu devlet Kürtlerin eşit ortaklığı olmadan var olamaz.
Umutsuzluktan umuda: Kürt mücadelesinin zaferi
PKK’nin fesih kararı, Kürt halkı içerisinde kimi kesimlerde umutsuzluk yarattı. Ancak anlaşılması gereken şudur; bu karar, mücadelenin sonu değil, zaferidir. PKK, Kürt kimliğini yok olmaktan kurtardı; devleti, Kürtlerin varlığını tanımaya zorladı. Bugün silah bırakılması, dağlardaki mücadelenin şehirlerde, meclislerde, uluslararası arenada devam edeceği anlamına geliyor. Barış, sadece çatışmasızlık değil; egemenliğin, kimliğin, toplumsal tahayyülün yeniden tanımlandığı bir süreç. Kürtler, bu süreçte sadece bir taraf değil, yeni devletin kurucu ortağı.
Tarih, krizlerin dönüşümleri hızlandırdığını gösterdi. Dünya üzerinde yaşanan tüm devrimler ise bunu ispatladı. Barış, sivil siyasetin alanını genişletecek, devlet içindeki çelişkileri görünür kılacak, toplumsal mobilizasyonu güçlendirecek. Kürtler, bu yeni dönemde Ortadoğu’nun dört bir yanında siyasi bir aktör olarak yükselecek. Önder Abdullah Öcalan’ın demokratik konfederalizm vizyonu ise, bu yükselişin yol haritası.
“Devlete niye güvenelim?” sorusu, haklı bir tereddüt. Ancak cevap, devletin samimiyetinde değil, kendi zorunluluğunda. Kürtler, bu değişimi dayatan güç oldu. Şimdi, bu değişimi şekillendirme zamanı. PKK’nin silah bırakması, bir son değil, bir başlangıç. Kürt halkı, özgürlük ateşini artık dağlarda değil, siyasetin, hukukun, diplomasinin merkezinde taşıyacak. Bu, umutsuzluk değil, umudun ta kendisi. Yeni bir devlet, yeni bir toplum, yeni bir gelecek doğuyor; Kürtler, bu geleceğin mimarları olacak. Çünkü tarih, direnenlerin, inananların, umudu taşıyanların yazdığı bir destandır. Ve bu destan, Kürt halkının zaferiyle tamamlanacak.
Ali Haydar Kaytan ve Rıza Altun şahsında özgürlük mücadelesinde şehadete ulaşanları saygı, sevgi, özlem ve minnetle anıyorum.