Doğadan topluma farklılıkla birlik ilkesi

Forum Haberleri —

Doğa ve insan/foto:freepik

Doğa ve insan/foto:freepik

  • Entegrasyonun temelinde iki zıt eğilim bulunur; birlik ve farklılık. Doğal ya da toplumsal hiçbir sistem, saf homojenlik veya mutlak farklılıkla yaşayamaz. Hayat, bu iki uç arasında kurulan dinamik bir dengeyle var olur.

GÜRSEL KARAASLAN

Bu çalışma, entegrasyon kavramını doğadan topluma uzanan bir bütünlük içinde incelemekte; pozitif ve negatif entegrasyon biçimlerini karşılaştırmalı olarak ele almaktadır. Entegrasyonun doğadaki ekolojik dengesinden hareketle, toplumsal alandaki kültürel, ekonomik ve cinsiyet temelli ilişkilere kadar uzanan bir analiz sunulmaktadır. Yazı, asimilasyon ile entegrasyon arasındaki farkı; kimlik, güç, tanınma ve özgürlük ekseninde tartışarak, doğru entegrasyonun ölçütlerini adalet, tanınma ve birlikte sürdürülebilir yaşamın ana ölçütlerini analiz ediyor.

Entegrasyon, hem doğanın hem toplumun işleyişinde temel bir ilkedir. Farklı bileşenlerin bir bütün içinde uyumlu biçimde var olma kapasitesi, her türlü kimliğin tanıma sürekliliğini belirler. Ancak bütünleşme her zaman pozitif bir süreç değildir; bazı durumlarda, güçlü bileşenlerin zayıfları kendi içine çekip dönüştürmesiyle asimilasyon doğar. Dolayısıyla entegrasyonun etik niteliği, farklılıkların nasıl tanındığı ve hangi koşullarda korunduğu sorusuna verilen somut cevaptır.

Entegrasyonun temelinde iki zıt eğilim bulunur; birlik ve farklılık. Doğal ya da toplumsal hiçbir sistem, saf homojenlik veya mutlak farklılıkla yaşayamaz. Hayat, bu iki uç arasında kurulan dinamik bir dengeyle var olur. Sosyolojik açıdan, Durkheim entegrasyonu “dayanışma biçimi” olarak ele almış ve iki tipinden söz etmiştir: Mekanik dayanışma ve organik dayanışma. Demokratik modern toplumlarda, çeşitliliği koruyarak bir arada yaşamak, yani organik entegrasyon, demokratik varoluşun temelidir.

Doğada her tür, ekosistemin bir parçasıdır. Ancak hiçbiri bütünün mutlak hâkimi değildir. Bitkiler, hayvanlar, mikroorganizmalar ve iklim unsurları karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde var olurlar. Bir türün diğerlerini baskı altına alması, uzun vadede kendi yaşam alanını da yok eder. Bu doğal gerçeklik, entegrasyonun ilksel modelidir. Doğada her unsur, kendi farklılığını koruyarak bütüne katkı sunar. Tekleşme çürüme iken, toplumsal entegrasyon, farklı birey ve grupların birlikte var olma yeteneğidir. Bu süreç, yalnızca ekonomik işlevler ya da hukuki kurumlarla değil, aynı zamanda tanınma ilişkileriyle belirlenir. Pozitif entegrasyon, bu tanınma sürecini karşılıklı ve eşit temelde işler hale getirir. Negatif entegrasyon ise farklılığın biçimsel olarak tanınmasına rağmen, özsel olarak bastırılmasıyla sonuçlanır.

Bir diğer konu ise, Patriyarkal sistemdir. Patriyarkal sistem, tarih boyunca erkek öznenin kadın öznelliğini kendi diline, değerine ve toplumsal rol tanımlarına tabi kıldığı bir asimilasyon yapısı kurmuştur. Kadın, toplumsal bütünün içinde görünüşte yer alır; ancak bu dahil oluş, erkek normlarının içinde erime anlamına gelir. Bu durumda entegrasyon, görünüşte birlik yaratırken özünde tek cinsiyetli bir hegemonya kurar. Gerçek entegrasyon, ancak kadın ve erkek rollerinin eşit biçimde yeniden tanımlandığı, yani farkın tanındığı bir toplumsal yapı.

Modern ulus-devletler, homojen bir kimlik yaratma amacıyla kültürel farklılıkları “ulusal bütünlük” adına asimile ederler. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci bu açıdan klasik bir örnektir. Cumhuriyet ideolojisi, Osmanlı’nın çok kimlikli yapısından koparak yeni bir “Türk milleti” inşa etmeyi hedeflemiş ve bu süreçte Kürt kimliği, dilsel ve kültürel varlığıyla bir “fark” olarak görülmüştür.

1920’lerden itibaren uygulanan eğitim, hukuk ve idari politikalar, Kürt kimliğini kamusal alandan silmeyi amaçlar

Bu durum, negatif entegrasyonun politik biçimidir: Herkes “tek millet” içinde yer alır, ancak bu dahil oluş farklılığın silinmesiyle mümkündür. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’yle birlikte, Türkiye’de kültürel çoğulculuk tartışmaları yeniden gündeme gelmiş, Kürt kimliğinin kamusal alanda görünürlüğü artmıştır. Ancak bu süreçte dahi, kültürel tanınma çoğu zaman sembolik düzeyde kalmış, yapısal eşitlik sağlanamamıştır.

Dolayısıyla, Türk–Kürt ilişkisinde etik entegrasyonun koşulu, “tekleşme” değil, “karşılıklı tanınma”dır. Adalet, sadece hakların eşitliğiyle değil, kimliğin onurla var olabilmesiyle mümkündür. Entegrasyonun demokratik biçimi, kimliklerin birbirini dönüştürmeden bir arada var olabileceği bir toplumsal zemin gerektirir.

Demokratik pozitif entegrasyonun hayat bulması gereken diğer zemini ise, ekonomik alandır.

Küresel kapitalizm, malların ve sermayenin entegrasyonunu sağlarken, insan emeğini ve doğayı sömürerek eşitsiz bir bütünleşme yaratır. Bu, ekonomik düzeyde negatif entegrasyondur: Bütünleşme var, ama adalet yoktur. Gerçek entegrasyon, karşılıklı faydaya dayalı bir ekonomik denge ile mümkündür.

Asimilasyon, görünürde bir birlik sağlasa da bu birlik, farklılığın yok edilmesine dayanır. Entegrasyon ise, farklılığı birlik içinde yaşatmayı hedefler.

Entegrasyon, yalnızca teknik bir sistem dengesi değil, aynı zamanda etik bir ilkedir. Doğada olduğu gibi toplumda da yaşamın sürekliliği, farklılıkların bastırılmadan bir arada var olabilmesine bağlıdır. Gerçek entegrasyon, güç ilişkilerinin dönüştürülmesini; adaletin, tanınmanın ve sürdürülebilirliğin sağlanmasını gerektirir. Bugünün dünyasında -kadın-erkek ilişkilerinde, kültürel kimliklerde, ekonomi politikalarında- karşı karşıya olduğumuz temel kriz, entegrasyonun asimilasyona dönüşmesidir. Bu nedenle, “Birlik, farklılığın yok edilmesiyle değil, onun özgürlüğüyle mümkündür.”

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.