Ediz Hun’un gözünden 6-7 Eylül olayları
Toplum/Yaşam Haberleri —
- 15 yaşındaydım. Hatırlıyorum. Bir gece naralar atarak Taksim tarafından gelen bir grup bizim evin altındaki Bay Petro’nun bakkal dükkanının önünde toplanmaya başladılar. Gece yarısı saat 22.30-23.00’de bir güruh ellerinde sopalarla geldiler ve camları kırmaya başladılar.
- Sonra Petro geldi. Ağlamaya başladı. Macar terzi daha yaşlı bir adamdı. O da ağlıyordu. Adam cinnet geçirecek. Babam indi aşağıya adamları teskin etmeye çalışıyor. Ama imkânı var mı? Ben pencereydim. Yıllarca da travmasını yaşadım, hala düşündükçe dehşete kapılırım.
BİRCAN DEĞİRMENCİ
“Unutamayacağım bir gündü. 15 yaşındaydım. Hatırlıyorum. Bir gece naralar atarak Taksim tarafından gelen bir grup bizim evin altındaki Bay Petro’nun bakkal dükkanının önünde toplanmaya başladılar. Biz o gece sinemaya gitmiştik. Gittiğimizde bir şey yoktu. Hiç unutmuyorum 18:45 matinesiydi. 21.00’de eve geldik. Yemek yedik, Ada Palas Apartmanının birinci katında oturuyorduk. Altımızda Macar bir terzinin terzihanesi, yanında da Bay Petro’nun bakkal dükkânı vardı. Gece yarısı saat 22.30-23.00’de bir güruh ellerinde sopalarla geldiler ve camları kırmaya başladılar.
Babamın bir tabancası vardı. Masanın üstüne koydu. Walter marka küçük bir tabanca. Almanya’dan getirmiş. Her ihtimale karşı, çıkardı. Çünkü adamlar kırıp dökmeye başladılar. Panjurları açtılar, camları kırdılar içeri girdiler. Bütün kumaşları ceketleri sokağa attılar. Biliyorlar nerede yabancı oturuyor. Daha önceden hesaplamışlar her şeyi.
Petro geldi ağlamaya başladı
Bay Petro biraz ilerde oturuyordu. Petro’nun dükkanına girdiler. Küçük bir dükkân. Arkasında da kileri var. Bütün malzemeyi, buzdolabı gibi bir şey vardı onu da kırmışlar. Kaşar peyniri rulosu vardı. Kaşar peynirlerini Defterdar Yokuşu’ndan aşağıya attılar. Yağma yapmadılar tahribat yaptılar. Babam çok sinirli bir adam. Anneme dedi ki ‘sen Ediz’i al odaya götür.’ Ben gitmek istemedim. Korktum ağlamaya başladım. Babamın yanında koluna girdim. Üstten görebiliyoruz hemen altımızdalar. Babam bağırdı ‘Ne yapıyorsunuz? Çıldırdınız mı?’ ‘Abi sen karışma, sen karışma!’ diyorlardı. Film şeridi gibi gözümün önünde. Pata küte her şeyi attılar, kırdılar. 25-30 kişi vardı. Sopalar vardı. Kazmalar vardı. Tüfek ve tabanca görmedim. Çekiçler vardı ellerinde. Mahvettiler ve başka yerlere dağıldılar, gittiler. Sonra Petro geldi. Saat 24.00 gibiydi. Ağlamaya başladı. Böyle bir rezillikti. Macar terzi daha yaşlı bir adamdı. O da ağlıyordu. Adam cinnet geçirecek. Babam indi aşağıya adamları teskin etmeye çalışıyor. Ama imkânı var mı? Ben pencereydim. Büyük bir rezillikti. Herkes pencerelerdeydi ama kimse korkudan balkona çıkmıyordu. Perdelerin arasından bakıyorlardı. Tam bir şok hali. Travmatik bir durum. Olacak bir şey değil.”
Sözler Yeşilçam’ın romantik jönü Ediz Hun’a ait. Beyoğlu Emek’te, yaz günlerinde açık hava sinemalarında, zaman zaman da televizyon ekranlarında yıllarca konuk olmuştu hayatlara. Onu hep canlandırdığı karakterlerle beyaz perdeden izlemiştik ama işin bir de perde arkası vardı. Ediz Hun bu kez kurgu değil gerçek bir hikaye anlatmıştı.
Hun, nehir söyleşi yaptığı Rıza Oylum’un “Film Gibi Geçti” adlı kitabında Türkiye siyasi tarihinin utancının tanığı olduğu vahşet gecesini ilk defa dile getirdi. Daha önce hiçbir röportajda sorulmayan o sorunun cevabını Oylum’a vermişti.
6-7 Eylül’ü sormak
Yazar ve Film Eleştirmeni Rıza Oylum, İnkılap Yayınevi’nin koordinatörü Gülşen İşeri’nin Türkiye sinemasının kilometre taşı isimleriyle nehir söyleşi yapma teklifini memnuniyetle kabul eder. Çünkü amacı sadece Yeşilçam filmlerinin ardına düşmek değildir.
“Gülşen eski bir gazeteci olarak bu alandaki literatür eksikliğini keşfetmişti. Yeşilçam’ın yaşayan en önemli jönlerinden birinin 50 yıla yaklaşan kariyerinin dehlizlerinde dolaşırken kuşkusuz sadece melankolik filmlerin izini sürmeyeceğimi biliyordu. Çerçeve bu şekildeyken; Ediz Hun’la görüşürken sinema tarihinin yanında toplumsal dönüşümlerin, şehrin yaşadığı tahribatın, darbelerin, azınlıkların ve dahi kıyımların izini sürmeyi planlamıştım. Zira İstanbul’un orta yerinde 1940’ların Beyoğlu’nda doğup büyüyen bu şehirli, orta sınıf, eğitimli insan, esasen Cumhuriyet sonrası Türkiye tarihinin bütün dönüşümlerinin canlı tanığıydı.
Doğum tarihi ve doğduğu yeri gördüğümde aklıma gelen ilk soru 6-7 Eylül olmuştu. Soruyu sormak için fırsat beklerken ilk aşkının bir Rum kızı olduğunu söylemesi işimi kolaylaştırmış, 15 yaşındayken yaşadığı hiçbir gazetecinin ona sormayı akıl etmediği 2 günlük kıyım günlerinde yaşadıklarını ilk aşkını anlattığı sırada sordum: 6-7 Eylül olaylarını hatırlıyor musunuz?
Yüzünde o ilk aşkın heyecanıyla tatlı bir tebessüm belirmişken bir anda tebessümü kaybolmuş ağır bir kasvetli hava belirmişti. Anlattıkları, anlatamadıkları, yaşadığı travmanın etkileri ve gözyaşları, yazın olanca sıcağı altında Büyükada’nın serin rüzgarına rağmen bizi bir süre kendimize getirememişti. Sustuk ve 15 yaşında bir çocuğun pencerenin camından gördüğü evlerinin altındaki dükkânı yağmalayan organize kötülüğün yeniden kulaklarına dolan seslerinin Ediz Hun’un kulaklarından yitip gitmesini bekledik. Ediz Hun’a azınlık çocuklarının yanında utandığından okul değiştirten, ilk âşık olduğu Rum kızını göç ettiren, İstiklal Caddesi’nde o gece gördüğü trajediyi 80 yaşında dün gibi anlattıran 6-7 Eylül kıyımı, Türkiye sinemasının en önemli jönlerinden birinin kişisel ve bir o kadar da toplumsal travması olarak ömrünün son döneminde bu kitapla gün yüzüne çıkmış oldu.”
6-7 Eylül’de neler olmuştu
Türkiye siyasi tarihine bir kara leke olarak yazılacak, İstanbul’u yakacak o kıvılcımın ateşi Kıbrıs’ta parlamıştı. Kıbrıslı Rumlar, dönemin İngiliz sömürge yönetimine karşı bağımsızlık mücadelesi başlatmış, Yunanistan’daki hükümet ise Kıbrıs halklarının kendi kaderini tayin hakkı konusunu Birleşmiş Milletler gündemine taşımıştı. Kıbrıslı Rumların, adanın Yunanistan’a bağlanması fikri adadaki Türk ve Rum halklarını karşı karşıya getirmişti. İngiliz sömürgesi Kıbrıs’ta bağımsızlık için yapılan gösteriler bir anda adayı kan gölüne çevirmişti.
Bu sürece paralel olarak 1955 yılında Türkiye’deki basın tarafından İstanbul’da yaşayan Rum halkına karşı nefret söylemi içeren haberler yazılıyor; İstanbullu Rumların nasıl refah içinde yaşadıkları ve mutlu oldukları, Batı Trakyalı Türk azınlıklarla karşılaştırılıyordu. Bu da iki halk arasında tansiyonun giderek yükselmesini körüklüyordu.
Dönemin iktidarı olan Demokrat Parti Kıbrıs’ta yaşanan gerilim hattı konusunda henüz bir istikrarlı politika inşa etmemişti. Devletin Kıbrıs politikası yoktu ama milletin ve kamuoyunun Kıbrıs diye bir derdi vardı.
O yıl kurulan Kıbrıs Türktür Cemiyeti, Kıbrıs meselesinin ‘millileşmesi’ adına önemli bir hamle olmuş, bu konu üzerine kamuoyu yaratmak için İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde çalışmalar yürütmüştü. Cemiyet, dönemin Başbakanı Adnan Menderes tarafından da destekleniyordu.
Kamyonlarla insan taşındı
5 Eylül’ü 6 Eylül’e bağlayan gece ise yüzlerce kamyon farklı illerden İstanbul’a doğru yola çıkıyordu. Kamyonların yükü insandı. İnsanlar akın akın İstanbul’a getirildi.
Aynı saatlerde başka bir hazırlıksa Selanik’te Mustafa Kemal’in evinin etrafındaydı. 6 Eylül günü devlet radyosu Selanik'te bir bomba patladığı haberini verdi. İstanbul Ekspres gazetesi akşam baskısına haberin detaylarını yetiştirdi. “Yazıyoor. Atatürk’ün evinin bombalandığı yazıyor” sesiyle İstanbul sokaklarında yankılanan haberde; Selanik'teki bombanın Atatürk'ün doğduğu evin bahçesinde patladığı söyleniyordu. Bunun üzerine kalabalıklar hemen harekete geçmişti. Taksim Meydanı’nda önce öğrenciler protestoya başlamıştı. Ellerinde bayraklar ve Mustafa Kemal’in fotoğrafları vardı. Bir süre sonra kalabalık hem büyümüş hem de profili değişmişti. Kamyonlarla taşınan ellerinde demir çubuklu insanlar serseri mayın gibi etrafa saçılmıştı.
Kahvehanelerin kapılarından başlarını uzatıp, "Siz ne biçim Türksünüz" diye bağırmış, böylece etraftaki herkesi aralarına katmışlardı. Müslüman olmayanların evlerine girip korku saçarak talan etmiş, kıyafetleri yırtmış, dükkanlara girerek, makinaları parçalamış, eşyaları yerlere atıp, top top kumaşları kesmişlerdi. Baltalarla, sopalarla, camları, kepenkleri ve makineleri dövüp hırsını alamayanlar eşyaların üzerinde zıplamışlardı. Amaçları dehşet saçıp, tüm eşyaları kullanılamaz hale getirmekti. Polis ortalıkta yoktu. Bir Rum vatandaş polisten yardım istediğinde "Ben bugün polis değilim, Türküm" cevabını almıştı. Sonradan öğrenildiğine göre polislere karakolları terk etmeme emri verilmişti. Olaylar İstanbul’un her yanına yayılırken, saldırıya uğrayan ve yağmalanan işyerleri Rumlara, Ermenilere ve Yahudilere aitti.
7 Eylül öğlenine kadar şiddet devam etmiş, İstanbul'un sokakları kumaşlarla, makine parçalarıyla kaplanmıştı. Irkçı dehşet güruhu yorulup evlerine dağılmaya başladıktan sonra olağanüstü hal ilan edilmişti.
O geceden kalan birçok tanıklık vardı. Müslüman vatandaş "öteki" komşularını ele vermiş, bir kısmı ise ne pahasına olursa olsun komşularını korumuştu. Kapıcı Mehmet'in hikayesi ise en tuhafı idi. Bütün gece, elinde Türk bayrağı ile kapının önünde oturmuş ve gelen kalabalıkları "Burada Rum yok" diye kovuşturmuştu. Böylece kendi binasında oturan Müslüman olmayanları korumuş ancak tehlikenin geçtiğine emin olunca gidip karşı caddedeki binalara saldırmaya başlamıştı. Bunun dışında Hıristiyan din adamlarının zorla sünnet edildiği, bazı kadınların tecavüze uğradığı da anlatılanlar arasındaydı.
Şiddetin faturası büyüktü. 15 kişi öldürülmüş, 300 kişi yaralanmış, aralarında ev, işyeri, kilise ve okulun bulunduğu 5100'den fazla bina zarar görmüştü.
Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, yaşananlardan basını ve 'bazı komünistleri' sorumlu göstermişti. Bayar’ın açıklamasının ardından aralarında Aziz Nesin, Can Boratav, Zehra Kosova gibi isimlerin bulunduğu birçok yazar ve aydın askeri hapishaneye gönderilmişti.
Bu iki günlük olayların neticesinde özellikle İstanbul’da yaşayan, binlerce Rum ve gayrimüslim ülkeyi terk etmek zorunda kalmış, mallarına el konulmuştu.
Yaşamla ölümün, sevgiyle nefretin, vefayla ihanetin, dayanışmayla yağmanın kesiştiği iki gündü. Geriye tahrip edilen, yağmalanan bir İstanbul kaldı. Kent daha gri, daha hüzünlü ve daha suçluydu. O iki günden sonra tarih bir kenti, bir milleti zan altında bırakmış, İstanbul’un değişen kimliğiyle birlikte renkleri de solmuştu.