Efsane komutan Egîd

Dosya Haberleri —

Mahsum Korkmaz (Egîd)

Mahsum Korkmaz (Egîd)

  •  Komutan Egîd, dizlerinin üstüne çömeldi yerdeki izleri inceledi ve “Bu izler yeni ve düşmana ait. Herkes dikkatli olsun” diye uyardı. Türk ordusu pusu kurmuştu. Çatışma başladı,  namlulardan yağmur gibi mermiler savruluyordu. Komutan Egîd, “Herkes geri çekilsin” talimatı verdi. Yaralılar dahil herkes randevu yerindeydi ancak Komutan Egît neredeydi. Hepsi bu soruyu soruyordu...

İSKAN AMED

Gün alaca karanlığa doğru evriliyordu. Doğadaki her şey tıpkı onlar gibi kendi mecrasında anlam amacının peşinde hakikatini arıyordu. Komutan Egîd, Doktor Cafer, Sert Zeki, Cemil, Harun, Sarı Hüseyin, Fadıl, Selim, Sarı İbrahim, Xilxile Kemal, Propagandacı Kemal, Kazım, Bozan, Faik, Ferhat, Xeyrî, Nezir, Zîver, İsmail, Zeki, Lezgin, Heci Musa, Cemal Zeydayî, Çetin, Celal Şirnex, Doğan, Zana, Abdurahman ve Şoreş üç gündür kaldıkları mağaradan çıktılar. Öncüleri dışında yirmi dokuz kişiden oluşan takım gücü Gabar dağının insanı mest eden baharının içinde yola koyuldu.

Rüzgâr, yağmur yüklü bulutları taşıyor, dallarında patlamaya hazır meşe ağaçlarının tomurcuklarını daha da canlandırıyordu. Her taraf buram buram toprak kokusu ile tabiata esrik bir tat salıyordu. Önceki gün yağan yağmurun bereketiyle yoğrulan toprak halen ıslaktı. Karılıp suya doyan toprağın hayat soluyan canlılığı insanı ve tabiatı adeta diriltiyordu.

Parola, Mazlum Doğan Newroz’dur

Öncüler, Meydîn köyünü içine alan geniş arazide askerlerin hareketliliğini fark etmiş bekliyordu. Takım gücünün ana gövdesi bir saatlik yürüyüşün ardından öncülerin onları bekleyeceği boğaza ulaştı. Yaşar Spîndarok, seri adımlarla onlara doğru yürüdü. Komutan Egîd, onun kendilerine doğru gelişinden bir şeylerin olduğunu sezdi. Yanına ulaşan Yaşar Spîndarok’un bir şey demesine fırsat vermeden: “Hayırdır, bir şey mi var” diye sordu. Yaşar Spîndarok: “Meydîn köyünün çevresinde asker hareketliliği var” diye onu yanıtladı. 

Karanlığın çökmesini bekleyeceklerdi. Komutan Egîd, araziyi keşfettikten sonra tütün tabakasını çıkardı ve bir sigara sardı. 

Marsis ağacından yapılmış, bordo renkteki dar cigarasına ince kısmını zarif bir şekilde yerleştirdi. Ve sigarasını yaktı. Cebinden radyosunu çıkardı. Haberleri dinledi. Sigarası tükendi. Önündeki kayanın dibinde sakladıktan sonra gerillalara döndü: “Köyün çevresinde asker var. Muhtemelen araziye çıkmış olabilirler. Bu yüzden herkes çok dikkatli olmalıdır. Yürüyüşümüzün parolası Mazlum Doğan Newroz’dur. Olası bir pusuya düşme veya çatışma durumu yaşanırsa toplanacağımız ikinci randevu noktamız bu boğazdır.”

Ey alçak düşman bizi yenemezsin 

Yeni gelişen duruma göre uyarılarını yeniledi. Abdurrahman, Deşta Lala köyündendi. Takım gücünün yeni öncüsüydü. Gerillalar onun ardından önlerindeki vadiye doğru sessiz adımlarla yürüyüşe geçti. Komutan Egîd, boğazdan vadiye doğru adımlarken aniden arkasında yürüyen gerillaların heybetine dönüp bir göz attı. Boğazdan inen gerillaların ardı arkası kesilmiyordu. O an koca bir nehir gibi Kürdistan dağlarından akan ordulaşmış, özgürlük gerillasını görür gibi mi olmuştu? Bunu o bilirdi. Ama Kürdistan dağlarının her karış toprağında gerillanın adımlarının olması en büyük hayali ve amacıydı. Özgürlüklerini gerillanın ordulaşmasıyla yaratabilirlerdi. Halkını, Türk devlet sömürgeciliğinden kurtarmak için tüm benliğiyle gerilla ordulaşmasını oluşturmaya çalışıyordu. Köyün içinde bulunan askerlere bakışlarını doğrulttu. Saniyeler süren o anın duygusunun zihnine taşıdıklarını yüksek bir sesle: “Ey alçak düşman. Sen bizi yenemezsin ve durduramazsın. Biz halkız” diye dile getirdi. 

Dağların yiğit evladı

O uçurumlara ne söylenirse o ses yankı olur, geri dönerdi. Yüksek sesle dile getirdiği sözler indikleri yamacın uçurumlarında yankılandı. Ve o yankı hepsinin kulağında son buldu. Gabar coğrafyası kadar içinden çıkılması çok zor labirenti andıran başka bir dağ yeryüzünde var mıydı? Sümerler ondan olmalı bu dağa: ‘Sınır’ demişti. Asuri-Süryani halkı da Gabar’a Kürtçe dilinde: ‘Komutan Egîd’ anlamına gelen: ‘Turo di Gabaro’ yani yiğit demişti. Bu halklar Gabar’ı bütün güzelliklerin son sınırı ve yiğitliğin kalesi olarak mı görmüşlerdi? 

Gecenin karanlığı Gabar’ın cıvıl cıvıl renklerini içine almış, her şeye siyah giysisini giydirmişti. Yavaş yavaş beliren yıldızların kaplamaya hazırlandığı berrak göğe tezat havaya aniden kurşuni bir ağırlık çöktü. Gecenin tek sesleri ise yırtıcı aç kurtların ulumaları ve virane yapılara tüneyen baykuşların sinir bozucu ötüşleriydi. Onun dışında her şey derin bir uykuya dalmış gibi görünüyor, sınırlarının mecrasında geleceğine hazırlanıyordu.  

Gabar’da yürüyüş...

Gabar’ın küp biçimindeki tümsekleri ve engebeli arazisi birbirine benzerdi. Ancak orayı tanıyanlar, yönlerini bulabilir ve kaybolmadan ilerleyebilirdi. Abdurrahman, doğma büyüme oralıydı. Köyünün çevresini avucunun içi gibi iyi tanıyordu. Ama her ne hikmet veya nedense habire yolu şaşırıyordu. Onun araziyi karıştırması gerilla gücünün pestilini çıkarmıştı. Karların buz tuttuğu bir tepeden diğerine dolanıp duruyorlardı. Ay ışığının yavaş yavaş dağıttığı bulutlardan dolayı dondurucu ayaz iliklerine dahi ilişmeye başladı. Gabar’ın en yüksek zirvesinde yol alıyorlardı. Küçük kaleleri andıran tümsekler kardan buz tutmuştu. Kasaturalarla el ve ayaklarına tutunulacak basamaklar yapıyor ve öyle yol alıyorlardı. Abdurrahman yolu karıştırmış, ciddi bir yorgunluğa ve düzensizliğe sebep olmuştu. 14 Temmuz Silahlı Propaganda Birliği gerillaları güçten ve düzenden düşmüş, çoktan geride bırakmaları gereken o arazide çakılıp kalmıştı. Komutan Egîd, oluşan düzensizliğin dikkatsizliğe ve duyarsızlığa yol açtığını gördü. Kaybettikleri yürüyüş düzenini tekrar kazanabilmeleri için yol aldıkları dar vadide önünde yürüyen Harun’a: “Burada bir saat dinlenelim sonra yolumuza devam ederiz” diye emir verdi.

Harun, hemen önünde yürüyen Abdurrahman’a ulaştı. Ona emri kısık bir ses tonu ile aktardı. 

28 Mart gecesi

Gerillaların yürüyüş temposunu ve düzenini yeniden sağlaması için bu emri zorunluluktan vermişti. Buz gibi ayaza dayanabilmeleri için ateş yakmaları gerekiyordu. Ateş olmadan o ayazın ilikleri donduran acımasızlığına direnmeleri imkansızdı. Risk barındırsa da her manga ateş yaktı. Kara çaydanlar meşe ağacının uzun ve yaş bir dalından geçirildi. İki gerillanın her bir ucundan ateşe tutukları çay suyu kaynadı. 28 Mart gecesinin ilk saatiydi. Akşam çöken kurşuni hava güçlü şavkını yeryüzüne bahşeden dolunayla dağılmış, göğün temiz yüzeyi onun ve ölerek kendilerini doğuran yıldızların şavkında sonsuz bir mücevherat denizini andırmaya başlamıştı. Ayrıca yaşlanan yerdeki karın yüzeyi o ışıltıyla kristallerin raksına sahne olmuş gibiydi. Yakınlarında hiçbir köy yoktu. Ama kurt ulumalarının aksine arazide köpek havlamaları duyuldu. Yine de köpek sesini: ‘Köylerden geliyor’ diye ele aldılar. Buna kafa yormadılar.

Her şey bir tuzağı fısıldamak istiyordu

Ayrıca Gabar’da oldukça fazla bulunan bir grup yabani keçi kaçışıyordu. Onları da gördüler. Bu durumu da kurt ve ayıların saldırılarına yordular. Oysa her şey onlara bir tuzağı fısıldamak istiyor gibiydi. Cudî’ye ulaşma arzusu arazide asker olabileceğinin bütün işaretlerini görünmez kılıyordu. Ama kaybedeceklerini onlara ve Kürt halkına anlatamayacak bir zaman kendi döngüsünde tüm belirsizliği içinde vermek zorunda kaldıkları mola yüzünden ilerliyordu. Zamanın dili de kendinceydi. Kim bilir belki de en keskin, en sert ve en acımasız dil zamana aitti.

İlk toplanacağımız randevu yeridir

Halkının, sıradan kimi istisnalar dışında beş para etmez kişileri kendisine ağa, beg, mîr, şeyh, efendi, yapma özelliğini biliyordu. Ama fikirlerine aşkla bağlı olduğu Önder Apo’nun yaşam felsefesinde, ‘Az olanı kendine fazlasını arkadaşına ve toplumuna ayırma’ en temel ahlaki yasalarıydı. Toplumsal hayatları devlet sömürgeciliğinin zehri ile kurutulmuştu. Yanlış yaşam doğruya evrilmeden zehir bünyeden atılamazdı. Gerilla yaşamı toplumsal yaşamlarına emsal teşkil etmeliydi. O nedenle en büyük eylemini ve mücadelesini yaşamda veriyordu. Gerilla yaşamı ezilen toplumların arzu ettiği toplumsal yaşamın prototipi olacaktı. Daima buna emsal teşkil edecek bir duruş içinde olmayı esas alıyordu. O güne kadar nefsini ayaklarının altına gömmüş ve öyle yürümüştü. Gece saat 2 oldu. Mola bitti. Herkes harekete geçmek için hazırlandı. Komutan Egîd, takım gücünün karşısına geçti. Düşünceliydi. Alnı kırış kırış olmuştu. Somut koşulların dilinin ucuna getirdikleri söze döküldü: “Askerler arazide olabilir. Buna rağmen mola vermemiz gerekiyordu. Eğer pusuya veya çatışmaya girersek burası bizim ilk toplanacağımız randevu yeridir. Diğer randevu yerlerimizi zaten biliyorsunuz. Şimdi harekete geçeceğiz. Kimse öksürmesin, yürürken ses çıkarmasın, ayaklarınızı yere yavaş basın. Aramızda mesafe on metre olacak. Parolamız herkes tarafından zaten biliniyor.”

Manzara soluk kesiciydi

Kısa, net emirler vermiş, hatırlatmalarda bulunmuştu. Abdurrahman tekrar grubun önüne geçti. Harun onun arkasında on metre sonra yola düştü. Komutan Egîd, Harun’u takip etti. Selim de onun arkasında yol aldı. Ondan sonra Xilxile Kemal, Xeyri, Sarı İbrahim ve diğer gerillalar belirlenen mesafeye uyarak tek tek uzun bir ip gibi gerildiler. Yola düşmeleri henüz 10 dakika olmuştu. Abdurrahman yine araziyi karıştırmaya başladı. Nedenini kimse anlamamıştı. Bu çok tehlikeli bir durumdu. Gabar arazisinde dolanmak zorunda kaldıkları için halden düşüyorlardı. Askerlerin olası pususuyla her an burun buruna gelme ihtimalinin ise zaten farkındalardı. 

Mehtap gittikçe bir orağın ağzı kadar küçülüyordu. Ay’ın hemen üstündeki sabah yıldızı ise ışıl ışıldı. Manzara eşsiz ve soluk kesici bir hale bürünmüştü.

İzler düşmana ait

Abdurrahman aniden durdu. Eğilerek yerde belirgin bir halde duran izleri ona 10 metrelik mesafeyi keserek ulaşan Harun’a gösterdi, “Düşman hemen önümüzden geçmiş olmalı. İzler yenidir.’ Komutan Egîd de onların yanına ulaştı. Harun ve Abdurrahman izler: ‘Eski mi, yeni mi’ diye aralarında tartışıyorlardı. Tartışmaları gecenin dilsizliğine aykırı düşünce Komutan Egîd, onları uyarma ihtiyacı hissetti, “Sessiz olun, sesiniz çok çıkıyor” dedi. Komutan Egîd, dizlerinin üstüne çömeldi. İzleri inceledi. Ulaştığı kanaattin sonucunu: “Bu izler yeni ve düşmana ait. Herkes dikkatli olsun” diye açıkladı.

Geceyi silah sesleri sardı...

O soğukta askerin arazinin o kadar derinliğinde ne işi vardı. Ne operasyon hattıydı ne de pusu atıla

bilecek bir yerdi. Ama izleri belirgindi. Bilgi mi almışlardı? Geri dönebilir, başka bir yoldan daha sonra Cudî’ye geçebilirlerdi. O kadar yol aldıkları için bunu yapmadılar. Önlerindeki tümsekte büyük bir kaya vardı. Tartışmaya girdikleri yerle o büyük kaya arasında en fazla 200 metrelik bir mesafe vardı. Yeniden o kayaya doğru yürüyüşe geçtiler. Her taraf kardı. Tırmandıkları sırt diğer sırtlar gibi ayaz yüzünden buz tutmuştu. Oraya ilkin ulaşan Abdurrahman’ın karşısına aniden bir asker çıktı. Neredeyse üzerine çullanacaktı. Namlusundan çıkan kurşun sesine karışan bir hayk

ırışla: ‘Teröristler’ dedi o asker. Abdurrahman hemen geri döndü. Ardından ortalık lav silahlarının, el bombalarının ve namlulardan çıkan kurşun seslerinin içinde kaldı. 

Çatışma başladı

Askerler önlerine C harfi biçiminde bir mevzilenmeyle üç ayrı yerde geniş bir pusu atmıştı. Askerler neden, nasıl oraya gelmişti? İhbar mı almışlardı? Yoksa tesadüfen mi orada pusuya yatmışlardı? Soruların yanıtları meçhuldü. Askerlerin yoğun ateşinden dolayı oldukça hazırlıklı oldukları anlaşılıyordu. Bu ani ve yoğun ateş karşısında önde yürüyen gerillalar, ilk şok halini üzerlerinden attıktan sonra askerlere karşılık vermeye başladı. Ancak askerlerin yoğun ateş açtığı dik tümsek, gerillaların geldiği yeri karşıdan görüyordu. Bu durum gerillalar açısından ciddi tehlike arz ediyordu. O yüzden namlulardan yağmur gibi savrulan mermilerin açısından çıkmaları elzemdi. Öyle de yaptılar.

Herkes geri çekilsin

Türk ordusunun C tipi pusu atmasının nedeni de ilk atışta öncü gücü vurup, gruba olanca yoğun ateşle büyük bir darbe indirmekti. Ama Abdurrahman onların burnunun dibine kadar gitmiş ve öyle pusuya düşmüşlerdi. Kesilmeyen silah seslerinin kızılca kıyametinde bu belirsizliği aşmak zorunda kalan 14 Temmuz Takım Gücü: “Herkes geri çekilsin” diye Komutan Egîd’in verdiği kısa emri duydu.

Egîd arkadaş nerede?

Mola verip çay içtikleri ilk toplanma yerinde bir araya geliyorlardı. Harun ve Gürcan dizinden yaralanan Metin Spîndarok’u taşıyorlardı. En son gelen onlardı. Komutan Egîd dışında orada hazırdılar. Harun öncüleri Abdurrahman’a: “Komutan Egîd arkadaş nerede” diye sordu. Soruya kayıtsız kaldı. Put gibi donmuş cevap veremiyordu. Herkes orada olmasına rağmen onları ilk randevu yerine yönlendiren Komutan Egîd neden ortada yoktu ki? Üstelik hiç kimse onu görmemişti.

Randevu yeri

Birçoğu en son Komutan Egîd’in sesini, askerlerin karşısına düşen sırtta duyduğunu söylüyordu. Harun’un gözleri umutsuzca arafta dolaşır gibi boşluğa çakıldı. Zaten gözlerinin akına soğuk, belirsizlik ve uykusuzluk kan gibi çökmüştü. En önemlisi çok sevdiği, bağlı olduğu komutanı ortalıkta görünmüyordu. Zihnini istila etmeye çalışan olumsuzlukları bir bir def etmeye çalıştı. Ama başaramadı. Kendi kendine en son bir yargıya gitti: “Bize ulaşamadı. Kesin Meydîn arazisine kendimizi bıraktığımız boğaza ya da en son randevu yerine gitmiştir.”

Korucular...

Zaman kaybetmeden iki gerillayı, randevu yerlerini kontrol etmeye gönderdi. Oralarda hiç kimse yoktu. Gün doğmak üzereydi. Hepsinin gözkapaklarında zorlu gecenin izleri görünüyordu. Yaralılarını bir kayanın altına bıraktılar. Pusuya düştükleri yer asker kaynıyordu. Ayrıca onlarca helikopter, sabahın ilk ışıklarıyla pusu yerine yakın sırtlara asker indiriyordu. Şerefîye köyünün korucuları da pusu atan askerlerle beraberdi. Özellikle koruculardan Kemal ve Evdo kardeşleri ettikleri küfürlerden tanımışlardı. O koruculardan olmasa zaten askerin o derinlikte pusu atması imkansızdı.

Ona ne olmuştu?

Birbirine bakan gözler bir tek soru soruyorlardı: “Komutan Egîd nerede?” Merak ve bilinmezlik belki de insan zihnini inciten en ağır gerçeklerdi. Sorular kor ateş gibi zihinlerine ve yüreklerine üşüşüyordu. Beyinlerindeki soru yağmurundan kendilerini kurtarıp, sessizliğe gömüldüklerinde ise Komutan Egîd’in güven veren komutunu duymamaları, sesini işitmemeleri, gülüşünü görmemeleri, çakmak çakmak bakan gözlerinden sakınmamaları, onlara daha ağır gelen bir eza halini alıyordu. Komutanları neredeydi? Ona ne olmuştu? 

Sorunun yanıtsız kalması, onları amansız bir girdabın içine çekiyordu. O girdaptan bir an sıyrılıp nefes alsalar dahi bir süre sonra girdabın dibine dek tekrar savruluyorlardı. Onsuzluğa defalarca ölmek istiyorlardı. Ama ya yaşıyorsa diyen hücreleri yeniden canlanıyordu. Komutanlarına bağlılıkları tarafsız ve onları ortada bırakamazdı.

Arkadan vurulmuştu

Komutan Egîd’in sırt üstü devrilmiş cansız bedeninin başına akbabalar gibi üşüştüler. Aradıklarını bulmuş, naaşın etrafını sarmışlardı. Uzun yeşil askeri parkesi, boynuna sarılı kefiyesi, elinde hazır tuttuğu M-16 silahı, belindeki Astra marka tabancası, ayağında kırk bir numara spor ayakkabısı, sırt çantası, uzamış saç ve sakallı… 

Onu Botan kentlerinin sokak duvarlarına, kahvehane köşelerine asılan ve aranılanlar listesinin başında gösteren resminden hemen tanıdılar. Sırtına G-3 silahının bir kurşunu isabet etmişti. Arkadan vurulmuştu. Gözleri kapanmıştı. Başı sol omzuna düşmüştü. Aralanmış dudaklarından kan sızmıştı. Resimlerini çektiler. Hemen gazetelere servis ettiler. Gazeteler büyük puntolarla: “PKK’nin celladı Gabar’da vuruldu” diye ilk sayfalarına manşetler attı.

15 Ağustos atılımı

Hz. İsa bir vaazında: ‘İnsanın şerefi yuvası ve ülkesidir. Onu kurtarması gerekir’ demişti. Komutan Egîd ülkesini kurtarmak için ayak tabanlarının düzlüğüne, müzmin hastalıklarına rağmen sömürgecilerin, zalimlerin, işkencecilerin, açgözlü hainlerin, bilcümle tüm kan emicilerin korkulu rüyası olmuştu. Dağlarında işgalci Türk ordusuna karşı gece gündüz durmadan savaşmış, paralı apoletli generallerin uykusunu kaçırmıştı. Topraklarında köleliği öldürmüş, halkının özgür yaşam direnişinin yoluna öncülük yapmıştı. Komutan Egîd, artık her yerde olacaktı. Ölmek yaşamamak değildi. Çünkü bazen ölmek yaşamın ta kendisi olurdu. Kim bilir belki de yaşam ölümle hakikatine ererdi. Ölüm insana, ‘Güzel ve anlamlı yaşayın’ der gibidir. Güzel ve anlamlı yaşamak ise ölümsüzlüktür. 28 Mart gecesi Gabar dağında tüm ezilen halkların kalbinde ölümsüz bir efsane doğdu. Komutan Egîd’in mirası Kürdistan Özgürlük Gerillası’nın bugünlere kadar büyüyüp yeşermesini sağladı. Yüzyıllardır işgalcilerin diri diri gömdüğü Kürt halkı 15 Ağustos atılımıyla yeniden ölü toprağını üzerinden attı. İşte Egîd’ i bu kadar yüce kılan gerçek, bir halkın makus talihini derinden tersine çevirmeyi başarmasından gelir. Bundandır ki komutan Egîd’ in mirası canlı oldukça işgalciler için “Kürdistan geçilmez” olacaktır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.