Emekçi iktidarı mı, al sana Hamalın oğlu masalı...

Ahmet KAHRAMAN yazdı —

  • O zindanlar şimdi, insan boğma şenliği seanslarının düzenlendiği alan. Boğulan ve linç edilerek katledilenler, ayağından asılan çocuk adaletinden “kalp krizinden rahmete ulaşmış” olmuş oluyor.

Atatürk’ü kutsayıp yücelten, sonra Lenin’e selam sarkıtanlar cadde, meydanlar boyunca uzayan yürüyüşlerinde, “Emekçiler iktidar olacak, dertler bitecek” diye haykırıyorlardı, fi tarihinde.

Oysa, “yedi düvelle savaşa savaşa kazanılan vatan” palavrası da ötede kalsın, vatanı da üstünde kurulan devleti de Avrupalı galipler tepsi içinde, “emekçilere” teslim etti.

Evet, Atatürk bir “emekçi”ydi. Gerçi ek iş olarak ara ara mesela at ticareti de yapıyordu ama asıl geçimi askerlikten gelen maaşıydı. Ekibi de emekçiydi. Sonradan yerine gelenlerin hiç biri fabrika, ticarethane, şirket sahibi değildi. Bu ölüm kokusu sinmiş, terör çarkını yaratan ve yaşatanların tümü emekçiydi yani. Ama insanlar gün yüzünü görmedi.

Sonuncuyu sorarsanız, o bir “emekçi”nin sokaklardan gelen oğluydu, emekçiydi. Sokak satıcılığı, kabadayılıktan geliyordu.
Babası da ekmek arayışında, İstanbul’a düşmüş mesleksiz, bir kır yoksuluydu. “Ne iş olursa yaparım, abi” diyen bir köylü, amele. Yani emekçiydi. İstanbul sahili iskelelerinde sırtında yük taşıyarak, takalara yük yükleyip indirirken ağırlığının altında, beli bükülü, bacakları titrek yürüyen...

Sokak satıcılığı yapan oğlunu, ayağından tavana asarak terbiye eden, eğitendi ayrıca.

Ayağından asılarak terbiye görmüş bu çocuk, İstanbul Haliç’teki hurda gemi mezarlığını “insan kalabalığı” yerine koyup (Mehmet Metiner onu anlattığı kitabında böyle yazıyor) nutuklar atarak, kendini eğitti. Sonra, kendi tabiriyle “Allah ne verdiyse” deyip dinciler, ırkçılar safında politikaya girdi. İlk cezasını, başkasının arsasına gecekondu yapma suçundan aldı. İkincisini, bir yargıca kabadayılanmaktan...

Üçüncü davası sahtecilik, kalpazanlıktandı. Yargılanırken, güç basamaklarında tırmanıştaydı. Pek tabii olarak beraat etti. Beraat kararı veren yargıç, Yargıtay’a başkan, sonra da “çay toplama şerefi”ne nail oldu.

Ve ayağından asılmış çocuk, “gemicik enkazına” seslenmeyi bitirip diktatörlüğe hamle ederken, “Allahın hakkı” için çok adildi. O kadar adildi ki, evlilik yüzüğünden fazlasına sahip olana, hırsız diyordu. Oğulları, kızları, damatlarını servete boğanlar sınır tanımayan “süper” hırsızdı.

Adaletiyle ana yurtlarında esir, bazan rehine, yeri geldiğinde angaryaya koşulan köle muamelesi gören Kürtlere “özgürlük” diyordu. Onlara eziyet, işkenceyi yasaklıyor, katledilmelerini büyük suç sayıyordu.

Öte yandan, darbeyle başlara baş olmuş Atatürk’ten beri, ülke, gücü ele geçirenin “yol geçen hanı” gibi “darbecilerin şenlik” alanıydı. 

Babası tarafından ayaklarından asılarak terbiye edilmiş, bilgi, görgü kursundan geçmiş çocuk, karanlıklar ülkesinde bir ilki gerçekleştirdi. Elinin altındaki askerleri, polis gücü ve sivil milisleri hücuma geçirerek sivi darbeyi gerçekleştirdi. Başlara baş olarak geçip başa oturdu. Ülke ve ülke insanları artık onundu.

Aile ile yandaşlarının saltanatı, o gün başladı. İlkin “Anayasayı tanımıyoruz” diyerek, onu rafa kaldırdılar. Sonra yemeye başladılar. Onları, üstlerine geçirmeye...

Onca yoksulluk varken, çaresizliğin çaresi olarak intiharlar salgını almış başını giderken sarayda yüzlerce kişinin katıldığı sofralar kurdular. Domatesin tek tek satıldığı günlerde, halkın vergileriyle yeyin ha yeyin yapıyorlardı. Dipten gelen lumpen çeteler malı götürüyordu. Mafya Sarayın makbuluydu. Cumhurbaşkanı ve bakanlar, mafya ile aynı fotoğraf karelerinde gülümsüyorlardı. Mafya ile bütünlük artık suç, kabahat, utanç değil şerefti. Diplomaside mafya vardı. Bankerlerden kredi temininde yine onlar. Sarayda kabul gören parti büyüğü kadın, ertesi gün mafyaya kadın tedarik eden çıkıyordu.

Anayasa yok, kanun hepten yok, insanlar, malları, mülkleri, köyleri, orman ve arazilerini “ben devletim” diyenlerden korumak için topluca nöbeteydi.

Yeyin ha yeyin günlerinde çöplükte ekmek arayanlar, “çok Türk, pek çok Müslüman” diktatör ve gölgelerinden memnundu. Memnunlar, televizyonlarda “Allah eksikliklerini vermesin” deme kuyruğunda birbirini eziyorlardı.

“Emekçiler”in iktidarıydı. İktidardakiler emekçilikten de değil, en dipten, sokaktan geliyorlardı. Ayak takımı (lumpen), yani. Kürtlerin deyimiyle “pexas...”

Ama arttık süper lüks içinde debeleniyorlardı. Geyintileri de farklı. Plastik pabuç bulamayan kadın, 50 bin dolarlık çanta takıyordu, koluna...

Ve Kürtler: Onlar için, söylenen özgürlük masalı, kırp kesildi. Kürdistan’ın tüm parçalarına savaş ilan edildi. Kırım ve kan sesi birbirine karıştı. Kürt şehirleri, insan başına yıkıldı. Tekmil halk önderleri, hapishanelere dolduruldu. Hapishaneler, Ortaçağ zindanlarına dönüştürüldü.

O zindanlar şimdi, insan boğma şenliği seanslarının düzenlendiği alan. Boğulan ve linç edilerek katledilenler, ayağından asılan çocuk adaletinden “kalp krizinden rahmete ulaşmış” olmuş oluyor.

Öte yandan ev, iş yeri baskınlarıyla dışarıda kalan Kürtler toplanıyor. İşkence ile canlar alınıyor. Aç bırakmak için köylünün malı, mülkü, merası kendisine yasaklanıyor.

“Türk tipi emekçi iktidar olunca dertler bitecekti” ama böyle oldu. Ama Kürtlere yapılan zulüm boşuna değildir. Her şey planlı, proğramlı. Ergun Babahan’ın, iki gün önce yazısında belirttiği gibi Kürtleri zulümle isyana zorluyorlar ki IŞİD ruhu, “kanda banyo yapsın...”

Hayır, başkaldırı ise eğer bunun zamanını Kürtler belirleyecek...

Her neyse, “emekçiler iktidarı” dendi, şantajı, tuzağı, soygun, talan, cinayetler zinciri, işkence ve açlık günleriyle, böyle oldu.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.