Esir Kürtler yargılanıyor
Ahmet KAHRAMAN yazdı —
- Apartheid rejimi ve Hitler’e de ilham veren Türk ırkçılığı kendine yakışan tutumdaydı. Medyanın körlüğü, sağır ve dilsizliği de anlaşılır şey. Ama orada Kürtlük, Kurdistan davası ile haklar, özgürlükler yargılanıyordu. Adı konmamış haliyle bu bir intikam davasıydı.
Bunlar ırkçılık histerisiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu batıran, sonra da Sultan’ı suçlu, hain ilan edip ülkeden kovan İttihatçı entrikacıların, utanmadan yoksun torunlarıdır.
Türk olmayan Türk ırkçısı dedeleri gibi dönek, cılkı çıkmış dönme bunlar da. Ama, dişine kan değmiş, kendinden geçmiş aç kurtlar misali saldırgan. Devletleri ve güçleri de olmayan Kürtlere, üç parça boyunca saldırıyorlar. Kan dökerek keyiflerini getiriyor, talan ve hırsızlıktan mutluluk arıyorlar. Esir aldıkları Kürt önderlere de “adalet“ diye atalarının kanlı, irinli entrikalarını uyguluyorlar.
Entrika gergefi, “kast sistemine dayalı“ ırkçılık olan “Apartheid“ rejimini kuran Atatürk’ten müdevirdir. Apartheid, bu yapısıyla dünyanın en uzun sürmüş terör çağı, en vahşi ırkçı diktatörlüktür.
“Türk ata“ları, “özerlik“ deyip Kürtleri dolandırarak yola çıkmıştı. İşi bitince, Kurdistan’da kan ve kırım şenliği başladı. Kürtlerin deyimiyle, “anaların evlatlarını attığı günler“ süreciydi bu. Bebekler süngünun ucunda, havada zıplatılıyordu. Diri diri yakılanların feryadı yankılanıyordu. Türk’ün adaleti şiddetinden, Kurdistan’da hava yanık insan eti ve kan kokuyordu.
Masal haydutlarını, Moğolları bile aratan bir “adalet“ti bu. Mahkemeleri bile vardı. Kürtler hukuklarının adaletini, Şeyh Abdülkadir, Şeyh Said ve Seid Rıza mahkemelerinde gördüler.
“Türk ata“larının (Atatürk) insani boyutunu, Dersimli Diyap Ağa’yı geleneksel kıyafeti içinde, yanına alıp otomobil gezintisinde çektirdiği fotoğrafla gördü, seyretti Kürtler. Dikmen sırtlarında dost gülüşlüydü. Sonra işi bitince, Diyap Ağa’nın 35 kişilik ailesinin kurşuna dizilmesine tanık oldular. Aynı “Ata“nın “temsilcilerinizi seçin“ buyruğuna uyan Koçgirili Kürtleri, “isyan ettiler“ diye kırdığını gördüler sonra.
Yani çok zulüm gördü, pek çok. Ve sayısız yalan dolan ile kanlı entrika...
En son, “barış süreci“ yalanını “esah“ sandılar. Kanmanın bedelini, on şehir ve kimsenin sayısını bilmediği çitil boylu gençlerinin hayatıyla ödediler. “Demokrasi var, Kürtler de yararlanabilir“ entrikasının enkazı ise orta yerde.
Yalanın hakiki yüzünü şöyle özetleyeyim:
“Demokrasi geldi“ dediler. Kürtler dahil herkesin, dilediği siyasi partide faaliyet gösterebileceğini ilan edince, Kürtler de kendilerine sövüp aşağılamayan bir partilerin sonuncusu HDP’de toplandılar. Kürt çocukları, çoğunluk olunca yönetim ağırlıklı olarak onlara geçti. Türk yasalarına uyum halinde seçilip parlamentolarında yer aldılar. Apartheid’in yasak çemberini dikkate alarak, kendi yurdunda esir Kürtlerin insanca isteklerini söylediler.
Derken, “barış süreci“ denilen entrika zamanı, İttihatçı ruhun sülbünden Apartheid temsilcisi Recep Tayyib’in, dönekleştiremediği Kürtlere topyekün savaş açtığı günlerdi.
Örgütleyip silahlandırarak Suriye’ye saldırttığı İslamcı terör ağını, oradaki Kürtlere yönlendirmişti. 2014 yılında, sınırın hemen ötesindeki Kobanê şehri kuşatma altında. Bu yanda seyre duran Kürtler, orada boğazlanan akrabalarının halini görüyor ve katillere giden yardımı kesmek için çırpınıyorlardı. HDP yönetimi de, tepkilere katkı ve ses olmak için, hükümetle diyalog çabasındaydı. Ancak çabalar sonuç vermeyince, Anayasanın verdiği hakkı kullanarak Kürtleri sokağa davet etti. Devletin görevi, göstericilere kolaylık sağlamakken, tam tersini yaptı. Anayasayı yok saydı. Göstericilere karşı topyekün saldırı başlattı. İslamcı teröristlere karşı çıkan Kürtler’den intikam alırcasına ev ve iş yerleri yağmalandı. Sokaklarda 37 kişi katledildi.
Atatürk’ün yolundan giderek, HDP’yi sorumlu tuttu Recep Tayyip diktatörlüğü. Tutuklamalar başladı. Demirtaş ve arkadaşları suçlu ilan edilip Moğollar misali, gece yarısı baskınla esir alındılar. Onlar, yedi yıldır beton duvarlar arasında. Gerçek suçları ise demokrasi sözüne inanma ve Türk anayasasına uyma tuzağı idi.
Geçen hafta, mahkeme vardı. Mahkeme dediğimiz Şeyh Said, Şeyh Abdülkadir ve Seid Rıza olayının yeni versiyonuydu. Türk tipi bir yargı tiyatrosu. Suçlamalar hayali ve yalanlar dolambacı.
Ne diyeyim ben. Selahattin Demirtaş şunu söyledi, Nazmi Gür, Gülten Kışanak, Ayla Akat Ata, Figen Yüksekdağ, Sabahat Tuncel bunları dedi, zamanı değil. Onlar ve arkadaşları Kürtlerin seçilmiş temsilcileri ve birer esirdi. Manzaranın özeti bu.
Asıl demem şu: Apartheid rejimi ve Hitler’e de ilham veren Türk ırkçılığı kendine yakışan tutumdaydı. Medyanın körlüğü, sağır ve dilsizliği de anlaşılır şey.
Ama orada Kürtlük, Kurdistan davası ile haklar, özgürlükler yargılanıyordu. Adı konmamış haliyle bu bir intikam davasıydı.
Bu durum karşısında, Kürt canibinin kişi ve örgütlerini sıralamak istemiyorum. Gün, o gün değildir. Nihayetinde herkes ve tüm kurumlar kendilerini biliyorlar. Onlara sormak istiyorum: Siz nerdeydiniz? Kitlesellikse eğer, mahkeme içi ve önü neden boştu? Neden, yeri ve zamanı gelmişken dışarıda toplantılar ve evrensel hukuka dayalı açıklamalarla Apartheid zulmü bir kere daha dünyaya anlatılmadı?
Kişi olarak, benim diyeceğim bu. Başka sözüm yok.