Eski dostlar
Arif ALTAN yazdı —
- İşte yine bir bahar gecesi ve biriktirilmiş eski bir çocukluk hevesi, sessizliğe varmış eksik kayıp dizeler. Birbirine ve gecenin sessizliğine karışmış sesler. Kelimelerle değil, o eski yankılarla konuşan bir dünya.
Senelerce, senelerce evvel, şiire tutkun zamanlardan, birikmiş ve ölmüş bir çocukluktan arta kalan. Parçalanmış, sararmış kağıtlarda çözülmüş kan ve paslanmış mürekkep dağınıklığında. Kelimelerin az, anlamın uçsuz bucaksız olduğu çağlardan. Yıllardan, yangınlardan, yağmurlardan ve karanlıklardan sağ çıkan. Yine bir bahar günü, Nisan mı uzadı, Mayıs mı erken sardı, işte ıssız bir gece ve sonsuzluğun gözleri sayısız yıldızlar… Yüzyıllar göçtüğünde ve gece çöktüğünde hayal diye kalan yalnızca o bulanık bakışlar…
Bir harabenin yıkıntıları gibi birbirine tutunan sesler, ki her biri farklı bir yaradılıştan. Tıpkı eski zamanlarda karanlığın derinliklerinde yansıyan siluetler ve hayaletler gibi, dönmeyeceğini bildiğin halde çok özlenmiş eski dostlar gibi apansız beliren ve sessizce yanına sokulan. “Bütün dünya bir tüy gibi düşer” diyen William Blake orada. Rimbaud ise bir başka yerde, “hayaletlerin tüyleri” arasında gezinirken keşfettiği o belirsiz yollarda. “Bir gün, geceyi gündüze çeviren yangını tutuşturacak" olan o yalnız ve üzgün adam.
Issız bir bahar gecesi ve devamı başka iklimlere göçmüş, yırtık kâğıt parçalarına kazılı silik dizeler. Ama bir başka büyüydü o günlerde zaman. Varoluşun karanlık yaralarını saramayan “zaman, acıların öyküsünü yazdığı bir dil gibi” yutkunurdu yoksulluğumuzdan. Her adımımızda Rilke’ye tökezlediğimiz yıllardan; her bir an kelimelerle sınanırken, her soluk bir şiirin parçası olup eksiltirken korkularımızdan. Daha geriden yalvarır gibi bir iç çekişti, hayatın gri duvarları ardında John Keats; “bir gece kuytusunda rüya gören bir kuş gibi” azalıp kaybolan. Sonsuzlukla vücut bulmuş bir hüzün, her zaman kaybolmuş ama her zaman kanatlarını çırparak var olduğunu duyuran.
İşte yine bir bahar gecesi ve çarpışan yıldızlar gibi titreyen “savaşçı ruhu”yla bir Lord’un üşüyen ayak sesleridir yaklaşan: “Hep korkan bir avcıyı andırırım ben.” Byron! Bir zamanlar ormanın derinliklerinde, ruhunun yaralarını iyileştirecek soğuk solukların hayalini kuran. Bir avcı ki, iç dünyasında yitip gitmiş yaralarının ötesinde, zamanın ilgisiz kalamadığı her türlü yapıyı simgeleyen. Baudelaire’in “çürümüş güzellikleri”ni ya da Tsvetaeva'nın, “değişen dünyaya uyanmaya” dair umutsuz döngüsünü aynı zeminde buluşturan.
Yüzyılların içinde sararmış bir yaprak dökümü müydü şiir, yaslandığı bir bahar gecesi miydi zambakların ve güllerin kokusunu duyuran? “En koyu karanlıkta bile bir kıvılcım bulurum” diyen Seamus Heaney’in, içimizdeki en derin umutları hayata katma biçimi mi, Yves Bonnefoy'nin “gizli dünyalar”ı gibi sonsuz bir gizemin katmanları mıydı? En karanlık gecelerde, Paul Celan’ın “bu kelimelerle aramızdaki mesafeyi anlamıyorum” dediği gibi, her şey birbirinden uzaklaşırken iç dünyamızın bir araya gelişi mi, ne kadar uzak olursa olsun, karanlıkla aydınlık arasındaki en ince çizgiyi bulan şairin buğulu nefesi miydi?
Bildiğimiz ve hiç unutamadığımız bir şey; Yeats gibi her bir ruh, kendi karanlığını gürültülü bir şehre dönüştürürdü, gecenin ve zamanın sınırlarında. Çünkü “Her geçen an bir katil gibi gelir”di, her kelime bir cinayet, her düşünce bir kırgınlık gibi… Marina Tsvetaeva'nın “Ölüler geceyi bekler,” dediği yerde, tüm sevdiklerimizin toprağın altında olduğunu bilirdik. Ve zaman, durmadan derinleşirdi. Bir Milton trajedisiydi ve bir nehrin akışına benzerdi karanlık düşünceler, azgın sularına gömüldükten sonra kimi şeylerin asla bir daha geri gelmediğini bildiren.
Ne kadar uzak olursa olsun görebilir, daha fazlasını hissedebilirdik belki de. Lorca, bir zamanlar “gözlerim bir daha asla güneş ışığını görmek istemedi” demişti. Şairin acıya doymuşluğu mu, hayata açlığı mıydı? Ama gece, Keats’in yıldızları gibi parlıyor işte. Bir mumun ışığı kadar kısa, ebediyet kadar uzun. Anlıyorduk, zaman nehrinin kenarında, bizim dünyamızda her şeyin geçici, güzelliğin ise kalıcı olduğuna inanan bir Verlaine’di duran: “Bir tek melodiyi her zaman hissederim; her notanın içinde bir ölüme kayboluş vardır.” Susmayan, yankısı hiç dinmeyen bir melodi. Zamanın dokusunda yayıldıkça, hep o aynı karanlık duygu gizlice sokulup kavrardı, bir daha bırakmamak üzere. Blake'in yarattığı, Byron'ın ateşiyle çalkalanan o varoluşun içinde hem ışık hem de gölgelerce birbirini izleyen karanlıklardı bize bırakılan.
Yoğunluğu artan gece mi, kaybolan zamanın ayak sesleri mi? Bir mezar taşının nemli yüzeyindeki aşınmış sözlerdir kulağımıza çalınan. Marie de France'ın aşkın gizli yollarını anlattığı o eski ‘laylarda’ söylediği gibi: “Gerçek aşk, kimsenin bilmediği yerde çiçek açar.” Her kelime, bir mezar üstünde sessizce büyüyen o çiçeklerdi belki de; görünmeyen, ama varlığı inkâr da edilemeyen. O uzak yüzyıllardan bugüne kalan Chrétien de Troyes: “Bir kalp, yalnızca kaybolduğu ormanda kendini bulur.” Kaybolmak varoluşun ta kendisiydi, hiç anlaşılmayan. Bu alacakaranlık eşikte dikilen Anna Akhmatova; “Bütün şehir sustuğunda, ben fısıldarım.” Akhmatova’nın sessiz sözcükleri asit damlaları gibi zamanın taşlarını sabırla oyuyor, asrı aşarak gelip bir bahar gecesinde beynimizde tutuşuyor. Çünkü ölümsüzdü, “Kelimelerle inşa edilen evler, ateşe verildiğinde bile küllerinden yeniden doğar”dı. Yakın çağ karanlığının, savaşın ve parçalanmanın gölgesinde, Ingeborg Bachmann’ın dizeleriydi kanlı bir mendil gibi rüzgârda dalgalanan. Bir başka yerde gecenin bir yarısı kanlar içinde yine Paul Verlaine’in yağmurlu sesi: “Kalbim bir sonbahar yaprağı gibi titrer rüzgârda.” Çünkü bütün duygular sonunda doğaya karışırdı; yağmur altında bekleyen bir ağaç, bir zamanlar yazılmış bir şiirin bedeniydi toprağa sıkıca tutunan.
Upuzun bir yolculuktu her kelime, insanı kendisine biraz daha yaklaştıran. W. B. Yeats! Bir tutku, rüyalarla gerçeğin sınırlarını bulanıklaştıran: “Bir rüya uğruna, ne fırtınalar göze alınır...” Çünkü her büyük şiirin mayası, bir büyük fırtına. Sessiz günlerin hikâyesi değil, en çok gürleyen gecelerin yürek atımlarıydı Lorca’da sesini bulan: “Ayın altında, her şey acıyla parlar.” Gümüş ışığın altındaki çıplak acı şiir olur, sonsuzluğu delip geçen bir hançer, Seiné’nin buz gibi sularında Celan'ın hançeresinde uyuya kalan: “Sana hiçbir şey söylemedim, çünkü her şey seni çağırıyordu.” Dili, sessizliğin bir başka biçimiydi, Celan’da kelimeler değil, aralarındaki boşluklardı konuşan. Oradan geçip gidebilirdik, Blake’in “Cennet ve cehennemi aynı anda gözlerimizin önünde” açan kapılarından.
Byron’ın kederiyle, Keats’in şarkı söyleyen bülbülüyle, Baudelaire’in “kötülük çiçekleri” ve “çürümüş güzellik”lerle dolu kentlerinde, sessizce geçiyoruz şiirin sonsuz koridorlarından. Her kapının ardında başka bir tehlike, bir başka sihir. Rimbaud! O serseri dâhi, uzak bir ülkeden uyarıyor: “Gerçek yaşam başka yerde.” Ama gerçek, Seamus Heaney’de daha bir gerçek. Çünkü “Topraktı, bütün kelimeleri saklayan.” Her şeyin sonunda, şairin gerçek yolculuğunun “dili aşarak sessizliğe varmak” olduğunu mırıldanan Yves Bonnefoy olmalı, kelimelerle değil, söyleyemedikleriyle bu yolculuğu sonsuzluğa uzatan.
İşte yine bir bahar gecesi ve biriktirilmiş eski bir çocukluk hevesi, sessizliğe varmış eksik kayıp dizeler. Birbirine ve gecenin sessizliğine karışmış sesler. Kelimelerle değil, o eski yankılarla konuşan bir dünya. Hem bizim olan hem de bizim olmayan bir dünya. Hem kanatan hem iyileştiren yankılar, ışığı ve karanlığı aynı mesafeden çağırıp duran.