Figen Yüksekdağ Suruç için yazdı: O ağacın altında buluşmak

Dosya Haberleri —

❏

FİGEN YÜKSEKDAĞ

 

33 Düş Yolcusunu anmak, düşleri kadar berrak amaçları kadar erdemli bir hakikate ulaşmak demektir. Ya da daha adil, özgür, eşit ve kardeşçe bir yaşam için o ağacın altında buluşmaktır. Haklısınız buralarda ağaçları da, düşleri de, çocukları da vuruyorlar ama hiçbirinin anlamını ve değerini öldürmeyi başaramadılar. Uzun politik değerlendirmeler bir yana, 2015 20 Temmuz’unda bütün farklılıkları, rengarenk düşleri ve yetenekleriyle toplananlar bize tek şeyi anlatıyordu; Halkların hayat ağacının ölümsüzlüğünde ve yeşilliğinde buluşmak…

Suruç’a gidenler bilir. Küçücük ilçe merkezinin ortasında Amara Kültür Merkezi vardır. Kültür Merkezi’nin ortasında da bir meşe ağacı… Daha yerel yönetimlere kayyum girmeden önce kültür merkezinin cayır cayır yanan Suruç ovasına tezat ağaçlı, çiçekli ferah bir bahçesi vardı. İnsanların gelip gölgesinde dinlendikleri; kadını, genci, yaşlısı ve çoluğu çocuğuyla serin serin sosyalleştikleri bir yerdi. Özgürlük ve dayanışmanın bir kente ruhunu veren  insancıllığın buram buram tüttüğü merkezler vardır ya, işte öyle… İnsanlar sınırda ve içeride süren savaşa rağmen korkusuzdu. Bu ne cüret değil mi? Yönetenlerin aklından geçen aynen buydu.

O tehlikeli sınır kentinde IŞİD dışında herkes terörist ilan edilmişken, seçimlerden ağır bir hezimetle çıkan iktidar ve yandaşları öfkesinden saldıracak yer ararken ve Suruç’un ikiz kardeşi Kobane’de taş üstünde taş bırakılmamışken bu neyin cesaretiydi ki sosyal, siyasal hayat ve etkileşim böyle “pervasız” sürsün.

7 Haziran-15 Temmuz arasındaki siyasal süreç muhalefet açısından da patlayacak fırtınayı bekleme, bazıları içinse iktidarın tersine gelmemek için siper alma dönemiydi. Profesyonel siyaset erbabı yeni dönem siyasi pozisyonunu kenara çekip faşizmin önünü açmaktan yana belirleyince, 7 Haziran’daki demokratik halk zaferinin özgüveniyle sahaları boş bırakmak istemeyenler, iktidarın açık hedefi olarak ortadaydılar artık. Tıpkı Amara Kültür Merkezi’nin bahçesindeki o meşe ağacının altında buluşan sosyalist gençler gibi… Bugün alanları doldurduğumuz için değil, kritik bir anda fazlasıyla boş bıraktığımız için yaşanan kayıpları düzeyini daha iyi görebiliyoruz.

Suruç ve onun ardından gelen Gar katliamının toplum üzerinde şok ve derin korku yaratma, devrimsel bir dönüm noktasına gelen demokratik halk dinamiklerini dumura uğratma amaçlı yapıldığı çok açık. 7 Haziran-1 Kasım arası dönemde iktidarın meşru zeminde kaybettiği seçimi, gayri meşru zeminde kazanmasına giden yol da bu katliamlarla açıldı. Aradan geçen 5 yıla rağmen sınırlı sayıda tetikçi dışında yargılanan ya da hesap veren olmadı. Aksine dün Suruç’ta, Ankara’da, Antep’te dayanışma ve barış için yürüyenlere ve düğün yapanlara saldırıp yüzlerce can alanlar, bugün Suriye’de ve özel görevle gönderildikleri Libya’da iş başındalar. Geriye iki seçim arası dönemin açılmamış kirli defterleri kaldı. Yalan ve zulüm iktidarı sürdüğü müddetçe de açan olmaz. Sadece o dönem iktidarı paylaşanların yaptığı gibi polemik ve siyasi manevraların aparatına dönüştürülür.

Ama bizler için o defterler hiçbir zaman kapanmadı. Gerçek bir adalet ve hakikat ışığında aydınlatmadığı sürece de kapanmayacak. 5. yılından bu yana “Suruç için adalet” derken, herkes için adalet çağrısı yapan sosyalist gençler ile Suruç ölümsüzlerinin aileleri, dostları ve yoldaşları; ezilenlerin adaleti nasıl tesis edebileceğinin sembolü oldular. Tıpkı Cumartesi İnsanları gibi Türkiye’ye koyu karanlığın çöktüğü bir anda ortaya çıkan mücadele iradesi, genel hak-adalet söyleminin ötesine geçen bir somutluk kazandı. Suruç Katliamı da darbelerle, faşizmle, kitle katliamlarıyla, OHAL düzeniyle ve akla gelmeyecek saldırı aygıtlarının bir arada kullanılmasıyla, 90’lara rahmet okutan zifiri karanlığın toplum üzerine çöktüğü kritik an oldu.

O günden bu yana gecenin en koyu olduğu zaman geride kaldı belki ama iktidar hala kendini faşizmin alaca karanlığında yaşatma ısrarını sürdürüyor. Yönetenler bütün ülkeyi bir alacakaranlık kuşağına mecbur bırakmak, şafağın kıyısına da gelse topluma günyüzü göstermek için uğraşıyor; adalet arayanlar ise kendi gününe-güneşine kavuşmak için, bir esaret çuvalı gibi başına geçirilen karanlığı yarıyor. Suruç aileleri 5 yıldır hiçbir zor koşula teslim olmadan adalet çağrısını ve çabasını bu bilinçle yükseltti. Bununla birlikte adaleti kazanmanın iki altın anahtarını topluma ve insanlığa sundu: Birincisi, mücadelede süreklilik ve asla vazgeçmemek. İkincisi, herkes için adalet bilincini her hareketinin kılavuzu yapmak…

Bugüne kadar Suruç ailelerinin yılmadan, vazgeçmeden yaptığı bu çağrı toplumda ve siyasette ne kadar karşılık buldu, o ayrı tartışma konusu. Ama herkes kendisi için adalet istediğinde nasıl bir Türkiye’nin içine düştüğümüz ortada. Bir avuç iktidar azınlığı dışında kimse kendi konfor alanında mutlu mesut yaşamıyor. Gerçi iktidardakilerin yaşadığı da mutluluktan çok sarhoşluk; güçten kendini kaybetme hali.

Sonuçta adalet mücadelesi ortaklaştırılmadığı müddetçe, bütün haksızlıkların, adaletsizliklerin kaynağı iktidarı mutlu ya da sarhoş etme ihtimalinden kaçamazsınız. Böyle yönetilmekten açık bir biçimde mutsuz olanların ise durmaksızın kendi bilincini ve eylemini yaratması ve yönetmesi gerekir. Bugün adalet mücadelesinin bir boy daha yükseltilerek birleştirilmesi, bu bilinç ve eylemin en önemli başarısı ve yaratıcılığı olacaktır. Suruç’ta katledilen canlarımızın anılarını ve mücadelesini yeniden yaratmak, taze ve hareket halinde tutmak anlamına gelecektir.

5 yıl önce Suruç’ta bir meşe ağacının altında toplanan düş yolcuları adalete, özgürlüğe, kardeşliğe ve insanlığa dair sözlerini haykırıyordu. Ve imkansızlığa… Doğu ile Batı yakasının bir araya gelme imkansızlığa; uzun yıllar sayısız saldırı, iç gerilikler dış komplolar yoluyla ayrı düşmüş Türkiye sosyalist solu ve Kürt özgürlük hareketinin tarihsel buluşması imkansızlığına; pozisyon değiştiren iktidarın karşısında muhalefetin kendi politik mücadele pozisyonunu koruma imkansızlığına; savaşın, zulmün tam ortasında özgüvenle kazanma bilinci ve sevinciyle birlikte yaşayabilme imkansızlığına…

Sosyalist gençlik ve yoldaşlarının Kobane yürüyüşü tüm bu imkansızlıklara kafa tutmak anlamına geliyordu. Tabi ki daha çok kendi imkanlarını yaratmakta ifadesini buluyordu. Çizilen hiçbir sınırın, dayatılan hiçbir ezberin ne imkansızlık diye sunulan hiçbir seçeneğin, hakikat arayışları karşısında hükmü yoktur. Düş yolundan hakikate açılan kapıları bulmuş olanlar geri dönmezler. Tıpkı 33 Düş Yolcusu gibi…

Onlar Gezi’den Kobane’ye yolculuk ederken sırtlarında sadece ağaç fidanlarını, oyuncakları, kitapları ve yıkılmış bir kenti yeniden kuracak emeklerini değil, çağın başat hakikatini taşıdılar. “Birlikte savunduk birlikte inşa edeceğiz” sözü ve kararlılığı hala hafızalarda tazedir. Evet, “Birlikte…” hiç de öylesine bir söz değildi bu ve kanla mühürlenen bir söz olarak geçti tarihe. Muktedirler tarafından ülkenin bir karpuz gibi ikiye yarıldığı, halkları birbirine düşürmek için nice kirli, ölümcül oyunun oynandığı bir siyasi düzende ezilenlerin birliğini sözde ve eylemde yüceltmek, dün de saldırı nedeniydi, bugün de öyle ama Suruç katliamı, birlikte mücadele dinamiklerine, özellikle de Batı’yla Kürt hareketinin devrimci, demokratik zeminde buluşmasına karşı stratejik bir saldırı olarak yaşandı. 7 Haziran’da ortaya çıkan ve gelişme potansiyeli apaçık görülen politik eğilimin önünü bir şok darbesiyle kesmek amaçlanıyordu. Anadolu-Mezopotamya bütünü düşünüldüğünde en Batı’dan en Doğu’ya mücadele dinamiklerini buluşturan ve Gezi ruhuyla Kobane’deki halk iradesini sahiplenen güçlü bir tema, Düş Yolcuları’nın hareketinde can buluyordu. Kendinden önceki deneyimleri ve devrimci değişim ruhunu doğru kavrayan sosyalist gençler, kritik bir bağlayıcı halka olmak üzere irade ortaya koydu. Egemenlerin risk algısı, ezilenlerin reflekslerinden güçlüydü ne yazık ki… Böylece kritik bir anda kritik bir halkayı kırmak için Suruç’ta birleşenleri en ölümcül ve kalleş biçimde hedef aldılar. Halkları acıda ve sevinçte özdeşleşmeye çağıran sosyalist gençliği Türkiye ve bölge halkları için her açıda yeni bir dönemeçte, kendi payına ilk adımı atmakta tereddüt etmedi. Devrimci gençlik hakikatinin en canlı ve özgün karakteristiği olan, birikeni ileri taşımak, bunun için beklemeden hamle yapmak, Suruç ölümsüzlerinin payına düştü.

Anın sorumluluğunu üstlenmek her zaman kolay olmamıştır. Ama değişim denilen şey, geçmiş ve gelecek zaman kipleriyle varolmaz. Kimin değişime, devrime ve gelişmeye dair iddiası varsa, şimdiki zamanın içini doldurması gerekir. Risklerine, çoklu olasılıklarına, mevcut gerçekliğin sanki hiç geçmeyecekmiş gibi görünen hakimiyetine ve eskiyle yeninin, durağanlıkla dinamiğin, zalimle mazlumun hiç bitmeyecekmiş gibi görünen savaşına rağmen, anın ne muhteşem bir gücü olduğunu unutan toplumlar, ne yazık ki çoğu zaman toplumsal gelişimlerini tamamlayamadan, bir topluluk olarak kalıyorlar. Suruç ölümsüzleri, gelişim dinamiklerini iğdiş edilmiş, kör nefretle bölünmüş bir politik coğrafyada, birleşik toplumsallığın kurulabilmesi için, bilinci ve eylemiyle anın gerektirdiği sorumluluğu üstlendi. 15-20 Temmuz’dan beri bu bilinci ve çizgiyi kırmak için sistematik saldırılar düzenliyor. Ama tarih ve toplumsallık her zaman egemenlerin yıkıcı saldırılarıyla, bombası-silahı, çekici-balyozuyla yapılmıyor. Ezilenler için de nice an’lar akıyor; bir çeliğin sertliği ve esnekliğiyle yaratılan çizgi kırılmaya direniyor. Bugün çok meşakkatli, nice acının ve ölümün yaşandığı yolda milyonlar, yine bu çizgiyi izleyerek ilerliyorsa, onda kayıplardan çok kazanımlarını gördüğü içindir. Suruç kaybedilmiş bir an değildir. Aksine büyük kazanımlar için büyük bir ruhla ilerleme ısrarının tarihe kaydedilişidir.

33 Düş Yolcusunu anmak, düşleri kadar berrak amaçları kadar erdemli bir hakikate ulaşmak demektir. Ya da daha adil, özgür, eşit ve kardeşçe bir yaşam için o ağacın altında buluşmaktır. Haklısınız buralarda ağaçları da, düşleri de, çocukları da vuruyorlar ama hiçbirinin anlamını ve değerini öldürmeyi başaramadılar. Uzun politik değerlendirmeler bir yana, 2015 20 Temmuz’unda bütün farklılıkları, rengarenk düşleri ve yetenekleriyle toplananlar bize tek şeyi anlatıyordu; Halkların hayat ağacının ölümsüzlüğünde ve yeşilliğinde buluşmak…

Bunu düşündükçe, bazen geriye, boza çalan yargılara, sözlere acı acı gülüyor insan. Politik mücadelede nice büyük bedelle, emekle kurulan birleşiklik, nasıl da sağdan soldan ya da ortacılar tarafından çekiştiriliyor. Türkiye emekçi solu ve Kürt özgürlük hareketinin koalisyonu uyanınca bitecek bir kabus gibi görenler, bir umut yine olmazlardan, imkansızlıklardan, yetersizliklerden dem vuruyor. İktidarın yetmediği noktada gri ve boz alanlardan, ortalardan sesler ve dersler devreye giriyor.

Elbette önemli olan bunlar değil. Önemli olan görünür-görünmez tüm sınırları aşarak yürüme kararlılığı. Bu kararlılığı koruma bir görev değil, aynı zamanda borçtur. Farklılar arasında birliğin kurulamayacağı, herkesin kendi evinde, dükkanında kalmasının en hayırlısı olduğu, hele ki kardeşliğin ulaşılması imkansız masal kavramları arasında sayıldığı bir algı bombardımanına direnmek, her şeyden önce yitirdiklerimize karşı borcumuz.

Suruç ölümsüzleri ve Kürt halkıyla birlikte, ölüme-zulme meydan okuyan daha nice değerimiz, gereken bütün sözleri söyledi. Muktedirler halkları birbirini öldürmeye zorlarken, birbiri için ölmeyi göze alanlar, yeni bir bilinç ve hakikat yarattı. Suruç’ta, Ankara’da boy veren buydu. Artık çoktan yabancılaşma sınırları tarihsel eşiklerle aşılmış, lafzi kardeşlik söylemi kurulan kan kardeşliği bağıyla hayat bulmuşsa, kimse geri dönüş beklemesin. 33 Düş Yolcusu, ne geçerli sayılacak onlarca mazerete ne de engele rağmen geri dönmedi. Şimdi hep birlikte, daha güçlü ve daha büyük kazanma azmi taşıyorlar bizlere. Öyleyse, o ağacın altında buluşup daha ileriye…

*Özgür Gençlik Dergisi’nin Suruç Adalet Özel Sayısı’ndan alınmıştır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.