Filmlerin açtığı yaralar

Kadın Haberleri —

.

.

  • Kitap, farklı filmlere bakarak Türkleri Türklük hakkında bir düşünme ve sorgulama, felaketlere karşı inkâr değil tanıklık rolünü üstlenme çağrısıdır diyebiliriz. Bu filmler, Türkler üzerinde uzun zamandır “görmediklerini ve bilmediklerini” görme şansı tanıdığı için böyle bir sorgulama yaratıyor.

NİLGÜN YELPAZE

Bu hafta filmlerden değil filmler hakkında yazılmış bir kitaptan bahsedeceğiz. Pınar Yıldız’ın “Kayıp Hafızanın İzinde – Sinemada Geçmişle Yüzleşme Yas ve İnkâr” adlı kitabı Mart 2021’de Metis Yayınları’ndan çıktı. Pınar Yıldız kitabını kaleme alırken Barış İçin Akademisyenler imzacısı olduğu için KHK ile akademiden ayrıldığını yazıyor kitabın girişinde. Şu anda Berlin’de akademisyenlik yapmaya devam ediyor.

Kitap, sinemada geçmişin hangi imajlar aracılığıyla nasıl inşa edildiğini, seçtiği filmleri inceleyerek araştırıyor. Pınar Yıldız’a göre, son yirmi yıldır Türkiye’de bastırılan geçmiş suç ve felaketlerin görünür hale geldiği bir dönem yaşanıyor ve bu dönem de kahramanlık, masumiyet gibi kavramlar üzerinden inşa edilmiş Türklük kavramının eleştirel bir şekilde incelenmek istemesinden kaynaklanıyor. Yazının sonunda da değineceğim gibi, bu çerçeve, bu filmleri aslında öyle olmadıkları halde yine Türklükle kurdukları ilişkilere indirgiyor. Sonuç olarak kitap farklı filmlere bakarak Türkleri Türklük hakkında bir düşünme ve sorgulama, felaketlere karşı inkâr değil tanıklık rolünü üstlenme çağrısı diyebiliriz. Aslında dekoloniyal sinema, Kürt sineması veya adına ne dersek diyelim, bu filmler Türkler üzerinde uzun zamandır “görmediklerini ve bilmediklerini” görme şansı tanıdığı için böyle bir sorgulama yaratıyor. 

Geçmişle yüzleşme

Kitap, sinemada geçmişle yüzleşme meselesini ve Türkiye’deki geçmiş felaketlerin sinemada varlığı veya yokluğunu, Türkiye’de etnik kimliklerin inşası ve inkarına bağlı kalarak inceliyor. Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi kitabında bahsettiği Türk devletinin Türklük kimliğini tarihsel olarak hangi kurallar, hangi pratikler ve hangi sınırlar üzerine oturttuğu, kimleri buna dahil edip kimleri buna dahil etmediği üzerine yazdıkları, bu kitapta sinema üzerinden tartışılıyor. Dolayısıyla da seçilen filmler ve temalar etnik kimlik çerçevesine oturtulmuş, ilk kısımda Türklüğün bir kahramanlık ve masumiyet çizgisinde inşa edildiği ancak bir türlü tam ‘olamayan’ Atatürk filmleri inceleniyor, ikinci kısımda Ermeni Soykırımı konu ediliyor, üçüncü kısımda ise 1938 Dersim Katliamı filmleri. 

Türklüğün hatırlama politikası

Sinema, geçmişle yüzleşmenin gerçekleşebileceği ve hafızanın yeniden inşa edildiği bir mekân olarak başından beri incelendi. Çünkü sinema bir temsil aracı, hayatın yeniden temsil edildiği ve belli anların, duyguların, hikayelerin belli bakışlarla yeniden üretildiği, temsil edildiği büyülü bir alan. Bu da içerisinde birçok etik tartışmayı getiriyor. Sinemada gösterilen her zaman gösterilmeyeni de beraberinde getirir, ekranın içerisine sığan, bizlere ekranın dışında kalanı hatırlatır; ne kadarının sığdırılacağı ve ne kadarının gösterilmediği her zaman etik ve politik bir tercihtir de aynı zamanda. Çünkü hakikate doğrultulan kamera, hakikati belli bir çerçeveye hapseder, kenarlarından keser ve o çerçevenin içerisine oturtur. Dolayısıyla bu kitap da bu tartışma ile başlıyor. Ardından da Türklüğün hatırlama politikasını ele alıyor: Buna göre, Türklük aslında geçmişte yaşananların tamamen unutulması ve hafıza kaybı sözleşmesidir. Kemalist modernist anlayış, belli olayları, soykırım ve katliamları, Osmanlı tarihini, Doğululuğu… ve benzeri kavram ve olayları unutma üzerine kuruludur.

Ardından sinemada 1915 Ermeni Soykırımı meselesine dair iki film, Fatih Akın’ın Kesik filmi ve Atom Egoyan’ın Ararat filmi tartışılıyor. Soykırımın, yani felaketin sinemada hangi yöntemlerle temsil edilip edilemeyeceği üzerine de bir tartışmadır bu aynı zamanda. Örneğin Fatih Akın’ın filmindeki bireysel hikâyede bir kavuşma anı aynı zamanda bu felaketin bütün yaralarıyla yüzleşmeyi ima etmeye çalışırken, aslında bu yüzleşmenin, bu hesaplaşmanın politik olarak mümkün olmadığı bir evrende ekranda bunu bu şekilde mümkün kılarak felakete yönelik bir haksızlık yaptığı dile getiriliyor. 

Unutmak üzerine kurulu sözleşme

Ararat filminde ise, temsilin sınırları, temsilin imkansızlığı da filme dahil edildiği için felaketle ve seyirciyle daha sağlıklı bir ilişki kuruluyor diyebiliriz. Burada ortaya çıkan şey ise, felaketin ertesinde felaketten geriye onu hatırlatacak hiçbir şey kalmamış olması, bu yokluğun kendisinin felaketle bir olması.

İki Tutam Saç: Dersimin Kayıp Kızları ve Hay Way Zaman gibi 1938 Dersim Katliamı filmlerinin tartışıldığı son bölümde ise, belgesel sinemanın, tanıklığın, tanıkların kendi seslerinin ve yüzlerinin yine yukarıda bahsettiğimiz unutmak üzerine kurulu bir toplumsal sözleşmede yaralar açtığı belirtiliyor. Bu filmler, görsel anlamda elimizde kaydı bulunmayan bu katliamın filmlerle hangi yöntemler kullanılarak yeniden hafızaya dahil edilebileceğini bizlere gösteriyor.

Türklük sözleşmesinin unutturduğu ve yok saydığı, dolayısıyla da kendi yarattığı görsel temsil alanında da sansürle veya inkarla baş başa bıraktığı temel konular olarak Dersim katliamı ve 1915 Ermeni soykırımı seçilmiş bu kitapta, ancak bütün bu filmleri bir araya getiren ana unsurun ne olduğu düşünülürse belki ulusal sinema veya “dekoloniyal sinema” tartışmalarının bu kitapta yer almadığı görülebilir.

Bu filmlerin tamamı Türkiye sineması mıdır gerçekten? Kitabın ana savı, bu filmlerin inkâr üzerine inşa edilmiş bir kimliğin görsel düzleminde yaralar açtığını ve bu inkâr edilenleri kolektif hafızaya geri ekleme potansiyeli taşıdığını öne sürüyor, ancak bunu yaparken, bu filmleri baştan “Türkiye sineması” veya “Türkler için yapılmış filmler” gibi bir kategoriye ait kılıyor. Ancak Ermeni soykırımı filmlerinden birisi Almanya başta olmak üzere birçok ülkenin ortak yapımı, diğeri de Kanada- Fransa yapımı ve her ikisi de ulusal sinema tartışmaları bağlamında bakıldığında Türkiye sineması altında değerlendirilemeyebilir.

Fatih Akın'ın The Cut filminden bir kare

Dersim filmleri de aslında uzun zamandır birçok kaynakta tartışıldığı gibi “Kürt sineması” ve özelde de “Türkiye’de üretilen Kürt sineması” kategorisine girebilir ve yine bu filmlerin de aslında Türklere Türklük sözleşmesinin neleri inkâr ettiğini hatırlatmaya indirgenemeyebilir.

Kitabın sonuç kısmında da Türklüğün içerisinde bulunduğu krizin bir tanıklık ve bir hafıza pratiği ile aşılması umudundan bahsediliyor. Yine de bütün bunlar “Türklüğü” yeni baştan her şeyin merkezine almış olmuyor mu? Hafızanın, geçmişle yüzleşmenin bizi davet ettiği yere icabet etmek için bu kimliğe hala ihtiyaç var mı gerçekten, yoksa bu kimlik yeniden ve yeniden kendisini tek, ana ve diğerlerinin üzerinde daha geçerli bir kimlik olarak mı sunmuş oluyor kendisini tartıştıkça? Bunun yerine başka kimlikleri, mesela toplumsal cinsiyet kimliğimizi, mesela farklı şekillerde kayıplara uğratılmış ve ulusal anlatının dışına itilmiş anları koymak mümkün olmaz mı? 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.