Hayatımızın ışıltısına, Emine’ye…

Kadın Haberleri —

Emine Erciyes

Emine Erciyes

  • O’nu hiç tanımasanız da fotoğraflarına baktığınızda gözlerindeki ışıltıyı, gülüşünü görürsünüz. Gözlerinin parıltısı karşısında kimse karanlıkta kalamaz, aydınlığa çevirir yüzünü. “Işıltı mucize gibidir” demiş bir yazısında. O’nun ışıltısı bizim hayatımızın mucizesi…
  • Yaşamı bahar tadında yaşayan Eminemiz, yaşamın döngüsüne sadık kalırcasına Nisan’da, doğum gününün hemen arifesinde yıldızlaştı. “Nisan’a benziyor muyum” ne kelime, artık Nisan Emine’dir tüm mevsimleri kapsayan…
  • Özgürlük halayında belki en güzellerimiz eksik olacak, bizler belki olmayacağız. Ama o büyük buluşma mutlaka yaşanacak biliyorum. Bu inancı perçinlediğiniz için, kattığınız her şey, tattırdığınız bu yüce yoldaşlık aşkı için minnettarım, minnettarız. Hayatımızın ışıltısıydın, o ışık hiç sönmeyecek…

İLKE JİYAN EGE

Sen Mem u Zin’i
Ben Ferhat ile Şirin’i
Sen Cigerxwin’i, Otuz üç kurşunu
Ben Nazım’ı, Cahit’i, Turgut’u

Ben dağların onuru Kamalı Efe’yi

Sen Cudi’yi uçurum ve doruk

Sen ancak benimle onaracağın acıyı
Ben yalnız seninle sileceğim utancı

Sınırların ardında ölüm vakitli mi gelir
Sınırların ardında aşk acı akşam hüzün vermez mi?

Ya nasıl ayırırız yıldızları
Kim geçiş izni verecek rüzgâra
Bu tarifsiz ayrılığı güneşe kim
Yağmura kim kuşlara kim öğretecek?

“İlk katıldığımda ezberlemiştim. Morallerde hazırlıksız yakalandığımda okuyorum” dediğin bu şiirle başladım.

Ben de hazırlıksız yakalandım. İnsan nasıl hazırlıklı olabilir ki? Çok sevdiğin Turgut Uyar’ın bize çok uyan dizeleri gibi, “herkesin bir gideni vardır, içinden bir türlü uğurlayamadığı…”

İçimiz, yüreğimiz uğurlayamadıklarımızla dolu. Her birinin düşüncesi, duygusu, sözü, davranışı; bize kattıkları, kazandırdıkları o kadar çok ki, kitaplar yetmez. Ama yazamadım. Çünkü yazmak bir kabulleniş, vedalaşmak bir anlamda.

Vakit geldi

Şimdi sanırım o vakit geldi… Kapısında bekliyorum aslında çok uzun zamandır. Uğurlama cesaretini veren, omzuma elini koyarak ‘hadi’ diyerek eşiği atlatan yine sen oldun, senin sözlerin oldu. Bir mektubunda, “İnsan ne kadar kendi özgülünde yaşıyor. Bu, şehadetten daha derin içimi yakıyor. Tanınması gereken birçok güzel yoldaşı tanıyan birkaç kişiden biri olmak, herkes tarafından tanınmamaları hep içimi yakmıştır. Yaşarken unutulmak o kadar acı değil, yüreklerde yaşaması gerekenlerin bilinmemesi acı olan…” demiştin. Bize bunca güzelliği, iyiliği, doğruluğu, arayışı bahşeden sizleri ulaşılır kılmak bir borç artık.

Ne kadar anlatabilirim bilmiyorum. Aslına bakarsan nereden başlayacağımı bilmiyorum. Armanc Goşkar arkadaş senin için “Zagros’un arşivi” derdi. Sadece Zagros değil dağlara, yoldaşlığa dair, bu yürüyüşün tümüne dair biriktirdiklerin engin bir derya. Ben o deryada beceriksizce kulaç atmaya çalışıyorum.

“Anılar etrafımda uçuşuyor adeta. Bugündeyim ama anıların etrafımda yüzdüğü bir derya içindeyim adeta. Onları izliyor, yanlarında yüzüyorum…”

Günlüklerini öyle kargacık burgacık, karınca gibi minicik yazmana kızardım. “Okuyamayalım diye böyle yazıyorsun” derdim. Şimdi daha iyi anlıyorum yaşamına olduğu gibi, günlüklerine de nasıl her şeyi sığdırmak istediğini. Her mutluluğun, sevincin, her acının, zorlanmanın her arayış ve sorgulamanın; sevginin, özlemin, bağın, hissedişin senin için ne kadar değerli olduğunu…

 

 

 

Anı sandığı

Gerillanın evi sırtındadır. Bedenin dayanma sınırını da düşünerek, çantanı hafif tutmaya çalışırsın. Ama Emine’nin çantası bir anı sandığı gibiydi. Cilo’da son kullandığı sabun parçası, bir düğme, bir ceviz tanesi, envai çeşit kurutulmuş çiçek, ufak bez bohçalar yaparak sarıp sarmaladığı topraklar, taşlar, hiç takmasa da şervanları verdi diye sakladığı pembe mor kalpli tokalar, yoldaşlarının ona yazdığı düzinelerce mektup. Şehit arkadaşların eşyalarını sayamıyorum bile.

Efsun

“Çarçela’da gece, ateş, müzik ve yoldaşlar…” yazılı bir kağıt var mesela günlüğünün arasında. Tarih yok, devamında başka bir söz, not yok… Onca yazı arasında gözüm bu tek cümlelik kağıt parçasına takılı kalıyor. Çünkü O, bir tek cümlede her şeyi hatırlayacak, unutmayacak kadar anılarına, yoldaşlığa sadık biriydi. Anılar bir nostalji değildi onun için. Aradan yıllar da geçse hala canlı, dipdiri yaşardı.

O notu eline alsa gözleri parlayarak anlatmaya başlar, sesindeki coşkunun tonu giderek artar, sizi Çarçela’ya çıkarır, ateşin başına oturtur, yoldaşların sıcacık sohbetine katardı emin olun.

Aslında o tek cümle Emine’yi anlatıyor bize. Zozan Çewlik’in de söylediği gibi, heval Emine gerilla romantizmini taşıyan biriydi. Çok gerçekçiydi ama aynı zamanda hayalperest. Dağlar, gerilla yaşamı bir efsundu tılsımını hiç yitirmeyen… Zagros fotoğraflarına bakarsanız anlarsınız. Soğuktan, zozanların o sert rüzgarından teni kavrulmuş, dizlerindeki dermanın tükendiği anlarda durup etraftaki bir mor çiçeği kulağının arkasına, saçlarına, yakasına iliştirivermesi başka neyle açıklanabilir ki.

Işıltı

O tek cümle Emine’yi anlatıyor bize… Evrene, insana, kadına, gerillaya dair saatlerce konuşabilirdi. Kelimeleri öyle sade, anlatımı öyle içtendi ki zamanın nasıl geçtiğini fark etmezdiniz. Ama bazen işte böyle dolambaçsız tek bir cümle söyler, o yeterdi size. Hatta susar, belki de sadece sarılır sizi dipsiz kuyulardan çekip çıkarırdı.

İnsana ulaşmanın inceliklerini bilirdi Emine. Değerli bir taşı parlatmak gibi düşünün. Sert fırçalarsan çizer, yıpratırsın. Ama sabırla, nazikçe silersen içindeki ışıltıyı ortaya çıkarırsın.

Bu biraz da o mahareti sergileyebilen ustanın içindeki ışıltının suretidir. Her ışıltı, O’nu fark edenden izler taşır. Emine’yi tek bir kelime ile ifade etmek çok zor belki. Ama en çok örtüşen ifade, bu olsa gerek. O’nu hiç tanımasanız da fotoğraflarına baktığınızda gözlerindeki ışıltıyı, gülüşünü görürsünüz. Gözlerinin parıltısı karşısında kimse karanlıkta kalamaz, aydınlığa çevirir yüzünü. “Işıltı mucize gibidir” demiş bir yazısında. O’nun ışıltısı bizim hayatımızın mucizesi…

 

 

Sevgi pınarı

Bunun kaynağı sevgiydi. Daha da ötesi, aşktı. Evrene, doğaya, dağlara, güzelliğe, gerillaya tüm bunların bileşkesi olarak yoldaşlığa… “Yoldaşlık aşkı, insanlar arası aşkın zirvesi olabilir, aşkı da inancın zirvesi olarak tanımlıyorum. Yeni çağın büyük aşkının adı Hevalti’dir” diyor günlüğünde. Bu, ne salt kendine ait- tabi kılan, kara bir delik gibi yutan, ne de hazır tarifelere dayanan, tarifelere uymayınca pes eden bir aşk. Emekle, varoluşla yoğrulan bir süreçti O’nda. Süreç derken yanlış anlaşılmasın, yıllara, her gün yan yana olmaya dayanması da gerekmiyordu bunun için. “Her tanıdığım yeni yoldaş bir sevgi pınarı oluyor yüreğimde” sözüyle anlattığı gibi, daha ilk dakikasında emek vermeye; bir pınar, nehir gibi akmaya başlardı yoldaşlarının yüreğine. Ve o nehir yatağını buldu mu, hep beslenirdi kaynağından. Hiç kuruduğunu görmedim…

Sanki sonsuz bir kredimiz var zamana karşı. Öyle hoyrat kullanırız öyle bitimsiz sanırız ki, hep meçhul zamanlara erteleriz sevgimizi göstermeyi. “Zaman harcamak” sözü boşuna söylenmemiş olsa gerek. Evet harcarız zamanı bu yönüyle. Emine öyle değildi. Gönderdiği mektuplar, “Kemiklerini çıtırdatıncaya kadar sarılıyorum” şeklinde başlardı, öyle de yapardı. Öyle yoğun hissederdiniz sevgisini.

İlmek ilmek vefa

İçinde bulunduğu koşullar ne kadar zorlu olursa olsun, günlük yaşamın hay huyu, çelişkileri, çatışmaları O’nu ne kadar başka bir yere çekmeye çalışırsa çalışsın, vazgeçilmezdi yoldaşlarına bağlılık, vefa. Sıcaklığını hiç kaybetmezdi, sıradanlaşmazdı. Sıradanlaşmasına izin vermezdi.

Bir gerilla mendil işler mi diye sorsam size örneğin ne dersiniz? En kızgın savaş ortamında, fanus ışığında kırmızı bir bez parçasını nakışlarla işleyerek sevgisini ulaştıracak kadar naif biriydi Emine.

 

 

Yaşam öğretmeni

En fazla da gençleri sevdi. “Hiçbir genç yoldaşımın gözlerinde bir bulut parçasına dahi tahammülüm yok” dediği gençlere öyle güzel bir yaşam öğretmeni oldu ki, onlar da etrafında pervane oldu. Neredeyse Emine’nin yanında büyüyen Şehit Hevidar Eriş, O’nun için şöyle yazmış günlüğüne: “Yüreğine dünyaları sığdıran komutanım Heval Emine’yle geçirdiğim zamanlar, gençliğimin en güzel zamanıydı benim için.” Sadece Hevidar değil, Zinarin, Beritan, Zîn ve onlarcası için böyleydi. Böyle kızgın bir savaşı omuzlayan bu pırıl pırıl yüreklerin her şeye rağmen en güzel çağlarını hakkıyla yaşaması, kendi renkleriyle var olmaları için, aynılaşmamaları, ‘grileşmemeleri’ için çabaladı durdu. Kendisi öyle olabildiği, hayata öyle bakabildiği için onlardan biriydi. Hayal dünyasının bu kadar sınırsız olması da bundandı. Kendisi anlatır mesela: “Renkli dünyam sayesinde çocukluğumu yaşadım. Öyle oyuncaklarımız falan yoktu. Kırık cam şişeler, kutular, toprak, kum, çöpten yapılan bebekler... Ama dünyam çok doluydu. Her gün bakkala ekmek almaya giderken o kadar çok hayal kurardım ki, sanki o yol saatlerce uzundu. Sonra büyüyünce fark ettim ki taş çatlasa on dakika... Nevşehir’in feodal, kıt kanat ortamında güzeldi çocukluğum, çocuk özgürlüğündeydi…”

Sonsuzluk

Ve Zagroslar… Bu bir tesadüf olabilir mi? Armanc’ın, Rojin Gewda’nın, Rûken’in, Reşit’in; böylesine büyük arayışları olan insan güzellerinin Kürdistan’ın en asi, cennet diye tarifledikleri en güzel coğrafyasında buluşmalarının, bu denli sevmelerinin, özdeşleşmelerinin bir izahı var mı? Armanc ve Emine’nin yolları gibi birleşen tanımlarında buluyoruz izahı: “Sonsuzluk.”

Sonsuzluk gibi anıların içinde kayboluyorum. Yeniden yeniden yazdıklarına dönüyorum, hafızamın köşelerini yokluyorum, fotoğraflarına bakıyorum. Her bir satırı yazarken ‘aslında şu da vardı’ diye düşünüyorum. Ekranda duran salıncakta neşeyle sallandığın günü, orada beni sürüklediğin hayal alemini anlatsam bir öykü olur. Üzerindeki mavi yelekle ilgili konuşmamız bile, senin renkli dünyana, çiçekleri sevişine dair bir anekdot şimdi. “Emine bu yakaları pembe çiçekli yeleği de nereden buldun?” gibi dümdüz soruma, “Yaa ne kadar güzel değil mi, çiçekler hep benimle” diye cevap vermiştin.

 

 

 

Ayların en Nazlısı

Ve Nisan. 24 Nisan’da dünyaya gözlerini açmıştı Emine. Bunun için Nisan’la özdeşleştirmişti kendisini. “Nisan’a benziyor muyum?” diye sormuş, ardından ismiyle de uyumlu bir yakıştırma yaparak yanıtlamıştı: “Nisan ayların en güzeli, en nazlısı. Aslında çok çalkantılı ve sancılı. Ama kararlı çünkü baharın anası baharın ilk ayı, akışkan ve değişimlere açık…”

Yaşamı bahar tadında yaşayan Eminemiz, yaşamın döngüsüne sadık kalırcasına Nisan’da, doğum gününün hemen arifesinde yıldızlaştı. “Nisan’a benziyor muyum” ne kelime, artık Nisan Emine’dir tüm mevsimleri kapsayan…

Kalbin iki yarısı

Sayfalar dolusu yazabilirim, her davranışını, dokunabildiğim her duygunu, şahidi olduğum her anını saatlerce anlatabilirim. Tıpkı sonunu getiremediğimiz mektuplarımız gibi.

Kalbin iki yarısı vardır, kalp iki yarısı birlikte çalıştığında yaşatır derler. Kalbimin iki yarısı gibi olan iki yoldaş, iki dosttu Armanc ve Emine. Her ikisi de beni ayrı ayrı tamamladı, çoğalttı, yaşattı, yaşatıyor. Her ikisinin bizlere, yoldaşlarına, bu mücadeleye kattıkları, kazandırdıkları öyle çok ki. Ne desem az.

Heval Emine’yle arkadaşlığımız, dostluğumuz 28 yıl önce başladı. Birlikte kaldığımız süre bunun ne kadarı derseniz, belki de onunla kalan birçok arkadaştan çok daha az. Ama hayatımızın dönüm, yürüyüşümüzün başlangıç noktasında deyim yerindeyse kader ortağı olduk, öyle bir bağ kurduk ki yıllar, mesafeler, yaşanmışlıklar zayıflatmadı bu bağı. Sarsmadı, soğutmadı, yabancılaştırmadı, duvarlar örmedi. O’nun da deyimiyle, “Birbirimizi gönül gözüyle gördüğümüz, hissettiğimiz için yıllara kök saldı yoldaşlığımız, hiç soğumadı içtenliği…”

Zaman hükümsüz

“Daha büyük buluşmalar için ayrılan iki kişiyiz” dedik hep. Ayrılığımıza da böyle anlam biçtik. Nasıl ayrıldığımız, ayrılığımızın hikayesi de bir başka yazı konusu. Ama her buluşmamız, bir önceki görüşmede yarım kalan cümlemizi hatırlayacak kadar zamanı hükümsüz kıldı.

Zaman bundan böyle de hükümsüz. Böyle bir yoldaşlığı, dostluğu, bunca anıyı, yaşanmışlığı, hissetmeyi, sevgiyi, bedeli, özlemi hangi zamana sığdırabiliriz? Nasıl geçmiş, bugün, gelecek diye ayırabiliriz? Işık, zaman sınırını çoktan aştı. O nedenle yazının başında vedalaşmak desem de bu anlamıyla vedalaşmıyorum seninle. Bocalıyorum, boğuşuyorum yarım kalmışlık duygusuyla. Belki de bu yazıda çokça ifade edemediğim başka bir yönün, kendi kendine yaptığın felsefe konuşmaların kurtarır beni bu çok zorlandığım duygudan: “Sonsuz varım, var olacağım. Bir sonsuzluk hissi var içimde. Bu bendeki evrenin sonsuzluğu, evrensel bağlılık olsa gerek.”

Ben sana mektuplar yazmaya devam edeceğim. Yanımda hissedecek, seninle, sizlerle konuşacak, her insanda, her yoldaşta izlerinizi süreceğim. “Daha büyük buluşmalar için ayrılmış iki kişiyiz” diyeceğim yine. Özgürlük halayında belki en güzellerimiz eksik olacak, bizler belki olmayacağız. Ama o büyük buluşma mutlaka yaşanacak biliyorum. Bu inancı perçinlediğiniz için, kattığınız her şey, tattırdığınız bu yüce yoldaşlık aşkı için minnettarım, minnettarız. Hayatımızın ışıltısıydın, o ışık hiç sönmeyecek…

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.