Hinduların ineği ve Türk’ün “efendileri” kutsaldır
Ahmet KAHRAMAN yazdı —
- İngilizlerin mutabakatıyla öne çıkan ilk şefi, daha sonra kendi kendine Türklerin atası unvanını veren Osmanlı Paşası Makedonyalı Mustafa Kemal, aynı zamanda Hindu ineği misali kutsal ve gölgesi bile dokunulmazdı. Heykeline yan bakan bile darağacında titreşerek, kurşuna dizilerek ölüyor, “damda” çürüyordu.
- Şahsi tarihimde ülkeyi işgal eden ordunun rejimini gördüm. Ama yasa dışı ceza bu boyutta değildi. Erdoğan öncesindeki tiranlar devrinde Kürtlerin seçme ve seçilme hakları, şimdiki gibi gaspla çevrili değildi. Türk-İslam faşizmi, yani IŞİD dönemidir. Ne diyelim ki…
Bu yazıda, kişisel tarihime uzandığım için, özür dileyerek “Hinduların yarı tapınak kutsal inekleri varsa, Türklerin başı kel mi, onların da kutsal darbeci ve seçilmiş efendileri var” başlıklı yazıma başlıyorum.
Tarihteki ilk Türk devleti olan TC, bir darbeler labirentidir.
Türk devletinin ortaya çıkışı, bir İngiliz yapılanması ve “askeri darbe ürünü”dür. İngilizlerin mutabakatıyla öne çıkan ilk şefi, daha sonra kendi kendine Türklerin atası unvanını veren Osmanlı Paşası Makedonyalı Mustafa Kemal, aynı zamanda Hindu ineği misali kutsal ve gölgesi bile dokunulmazdı. Heykeline yan bakan bile darağacında titreşerek, kurşuna dizilerek ölüyor, “damda” çürüyordu.
“Ben Deniz kızı Eftelya değilim” diyerek huzurunda şiirler okuyup onu eğlendirmeyi reddeden şair (Nazım Hikmet) ömür boyu vatan haini oluyor, övmeyen şair ve yazar Sabahattin Ali’nin kafası odunla parçalanıyordu.
Ülkede yürüyen, duran her şeyin sahibiydi, Atatürk. Her şeyden ihtiyacı kadar değil, istediği kadar alıyordu. Kişisel servet bakımından çiftlikler işletmecisi, fabrika (Bira) sahibi, Banka ortağıydı. Türk ordusu da onundu. Onun adına onar yıl arayla, darbe işgal hamlesiyle darbe yapıp ülkeyi darağacı gölgeleriyle donatan, kana boğan ordu kutsal, yolunda yürüyen darbeci ve seçilmişler de en az Hint ineği kadar kutsaldı.
Darbe doğuran darbelerin içinde, son üçü hiddet ve şiddetiyle ünlüdür. Bunların ilki olan 27 Mayıs 1960 darbesine, Ortaokul öğrencisi olarak tanıklık ettim. Ata’nın “ilke ve devrimlerini yerine oturtma” adına gerçekleşen 12 Mart ve 12 Eylül darbe ve süreçlerini ise gazeteci olarak “içinden” yaşadım.
Yıllar sonra Türk-İslam faşizminin, kendi içinde çatışması “ordunun iç kavgası” olarak gösterildi. Yaratılan manzarada galebe çalan “Uluslararası İslamo Faşist Müslüman Kardeşler” tarikatının “mahdumları” (çocukları çetesi "payidar” (iktidar) ve de Mafyatik kılıf içinde, “sinsi bir kötücülük” üzere hükümran oldu.
Ata’nın açtığı çığırda Türk’ün ordusu, polisi, adliyesi kutsal, en tepedeki reisler Hindu nezdindeki inekten de kutsaldı. Ama zaman içinde, “dünyadan utanma” hissi bu coğrafyaya da yayılınca, örneğin Prof. Sıddık Sami Onar (27 Mayıs) Anayasası’ndan eleştiri kapıları aralandı.
Örneklersek, 1960’larda gazeteciliğe başladım. Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Parlamento muhabirliği yaptım. Her meslektaşım gibi ben de (Muhalif gazetelerin muhalif kalemi olarak) cumhurbaşkanlarına, başbakanlara hoşlanmadıkları sorular sordum. Röportajlarımla, onları didikledim. Ama kimse çıkıp da “söylediklerimi yayınlayacağım demedin” diyerek, benden davacı olmadı.
Çünkü ben gazeteciydim, kişisel merakı için değil, yayımlamak için soru soruyordum.
Ama ilk defa, 2016 yılında gerçekleşen Türk-İslam faşizminin “sivil darbesinin sivil “Reizi” Receb-ül Erdoğan ve akrabay-ı talukatı ile “Tiran”lığın tekmil gözde personeli “zembille gökten yere inmiş derekede” dokunulmaz oldu. İranlı Rıza Sarraf’ın rüşvetlik olarak etrafa saçtığı milyon dolarlar, sayma makineleri, ayakkabı, çikolata kutuları ve “hediyelik elbise ambalajı” ile aydınlığa çıktığında, hırsızlar değil hırsızların peşine düşen adliye ve polis personeli suçlu sayıldı. Kimi mesleğini kaybetti, kimi hapse girdi ya da sürgüne çıktı.
Savcılar, o dolar furyasında “Kutsal mahdum Bilal”in peşine düşünce, Receb-ül Erdoğan, onu yanına alıp İstanbul Tarabya sırtlarına çıkmış, “gücü olan gelsin yakalasın” demiş, bir de kabadayılanmayı tarihe geçiren fotoğraf çektirmişti. Damatlara dokunan yanıyor, dolar balyalarından söz eden ömür boyu uçuruluyor, rejimin adliye personelini sorgulayanlar, hırsız, soyguncu, katil muamelesiyle sorguya çekiliyor, hapishaneye yollanıyordu.
Oysa geçmişte, Başbakan Süleyman Demirel de, kendince rejim tiranıydı. O Başbakan ama kardeşi yargıda, yeğeni Yahya hazine kasasını soymaktan hapisteydi. Özal ailesi hakkında yazılmadık olgu, olay kalmadı. Damadı, “davul delen” olarak gazete manşetlerindeydi. Demirel ve Özal ile ailelerinin kitabını yazdım ben. Ama savcılara “apart” demediler.
Demirel döneminin Sulhi Bey (Prof. Sulhi Dönmezer) adında bir “vazgeçilmez biliradamı” vardı. Bir çok muhalif aydın, yazar, şair ve gazeteci, onun raporuyla cezaevini boyladı. Kurbanlarından biri de bendim. Bir yıllık hapis, 6 aylık sürgün cezasına çarpıldım. Neyse ki, af yasasıyla kurtuldum.
Ama Sulhi bey, “bilir personeli” misali, dokunulmaz değildi. Kişiliği de raporları da, her defasında gazete sayfalarında neşterleniyordu.
Ama Receb-ül Erdoğan rejiminin “bilir personeli”ne soru soran, cevaplarını yayımlayan gazeteci ile birlikte televizyon yöneticileri polise çekiliyor, yayın yönetmeni tutuklanıyordu.
Çok uzadı, yazı. Biliyorum. Son söz: Şahsi tarihimde ülkeyi işgal eden ordunun rejimini gördüm. Ama yasa dışı ceza bu boyutta değildi. Erdoğan öncesindeki tiranlar devrinde Kürtlerin seçme ve seçilme hakları, şimdiki gibi gaspla çevrili değildi.
Türk-İslam faşizmi, yani IŞİD dönemidir. Ne diyelim ki…