İçeriden bir gözle 30 yıl

Dosya Haberleri —

Fahrettin Şahin

Fahrettin Şahin

Avrupa’da sürgünde yaşayan Fahrettin Şahin’le 30 yıllık hapislik hayatını ve bu 30 yılda dışarıdaki siyasi gelişmelerin hapishanelere nasıl yansıdığını konuştuk:

  • Bizim kendimize özgü milis birimlerimiz de vardı. O zamanın milisleri başkaydı. Zor bir süreçti. Tam da kontrgerilla faaliyetlerin, cinayetlerin başladığı bir süreçti. Fakat buna rağmen çalışmaları aksatmadık. Kimi zaman kendi başımıza işler yapardık kimi zaman da gerilla birimlerine dahil olur beraber yapardık. 1991’in Nisan'ında Midyat’ta bir baskında yaralandım ve yaralı olarak yakalandım.
  • Mesela Mazlum Doğan’ın gömleğini gördüm hücresinde. Hücresinde kimse kalmıyordu. Aklımda kaldığı kadarıyla soluk pembe renkli bir gömlekti. Bir askıya asılı duruyordu. Arkadaşları asmışlardı oraya. Hala ordaydı geldiğimde. Gidip bakardık. Tavanlarda, duvarlarda ırkçı yazılar vardı. Badana çekilmişti ama hala görünüyordu. Bu izler geçmişte yaşananların ne olduğunu daha iyi gösteriyordu.
  • 94 Mayıs’ına kadar oradaydım. Cezaevi boşaltıldı, Aydın’a sürgün edildik. Antep’e giderken Diyarbakır’ı aradım, Aydın’a da giderken Antep’i aradım. Koşullar gittikçe kötüleşti. Aydın’da devletin özel uygulamaları vardı. Orda da 100’e yakın arkadaş vardı. Onların çoğu bizim eski jenerasyondan arkadaşlardı. 1980’lerde yakalanan arkadaşlardı. Koşullar çok katıydı, sertti, düşmancaydı.

REWŞAN DENİZ

Mardin’in Midyat ilçesinde 1991 yılında tutuklanan Fahrettin Şahin (58), 24 yaşında girdiği cezaevinden 55 yaşında çıktı. Şahin, Mardin, Amed, Antep, Aydın, Nazili, İzmir ve Bolu'da bulunan cezaevlerinde tutuklu kaldı. 16 yıl boyunca Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde tutulan 16 Nisan'da cezası bitmesine rağmen infazı yakılarak tahliye edilmeyen Şahin, 6 ay sonra 14 Ekim'de tahliye edildi. Şu anda Avrupa’da sürgünde yaşayan Fahrettin Şahin’le 30 yıllık hapislik hayatını ve bu 30 yılda dışarıdaki siyasi gelişmelerin hapishanelere nasıl yansıdığı hakkında konuştuk.

Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?

1966’da Midyat’a bağlı Mizîzex köyünde doğdum. Ağa köyüdür, Mala Haco ve Malo Çelebi bu köydendir. Süryani-Kürt karışımı, renkli bir sosyal yapıya sahip büyük bir köydür. Aynı zamanda tarih boyunca siyasetle iç içe geçmiş bir merkezdir. Yeri gelmiş isyanlara öncülük etmiş Elîkê Batê gibi idollar çıkmış bir köy.

Peki siz çocukken Elîkê Batê anlatılıyor muydu, duymuş muydunuz adını?

Evet. Yaşlılar anlatırdı bize.

Anlatırken siyasi bir figür olarak mı anlatıyorlardı?

Her dönemin bir hakikat ifadesi vardır. Dünü bugünün diskuruyla izah edemeyiz. Elîkê Batê büyük bir figür, devlete karşı başkaldırmış önemli bir şahsiyettir. Akrabası Çelebiler ona ihanet edince isyan yenilgiyle sonuçlanıyor. O da yakalanır ve idam edilir. Ardından bir kültür bırakır.

O zaman sizin tanıdığınız ilk siyasi figür Elîkê Batê’dir diyebiliriz…

Kesinlikle. Elîkê Batê’nin isyanı Kurdistan için benim açımdan önemli bir yer tutuyor. Benim de doğup büyüdüğüm, şekillendiğim yer bu isyanın hala konuşulduğu, anlatıldığı bir yerdi. Çocukken çok dar ulusal bir kahraman olarak aklımda kaldı. Ben politikaya da atıldığımda elbette ki beni yönlendiren bu olmadı fakat bu bir hafıza, bellek olarak bizim o yörenin insanların da olduğu gibi bende de vardı.

Darbe öncesi Midyat’ta nasıl bir siyasi ortam vardı peki?

PKK 1979’da esas olarak Midyat’a girdi. Ben de bu zamanlarda adını duydum. Bütün herkes derin etkisinde kaldı. Daha önce de orada var olan irili ufaklı bir takım örgütler vardı, onlar da silindi gitti. PKK’nin halkın gönlünü kazanmasının üç nedeni vardı. Birincisi, PKK’liler her yerde olduğu gibi yaşamda kendilerini belli ederlerdi. Sade ve dürüst bir yaşamın sahibiydiler. Bu yaşam kadrolarında görünürdü ve halka da yansıyordu. İkincisi, ideolojik dizgesiydi. Hayata ve geleceğe bakış açısı daha tutarlıydı. Daha gerçekçi ve rasyonel geliyordu insanlara. Üçüncüsü de söylemle eylem birliğini iyi kurabiliyorlardı. İyi bir denge kurabiliyorlardı. Dolayısıyla bu üç etken bir araya gelince PKK, Midyat’ta bir yıl dolmadan süre içerisinde taban buldu. Başka örgütler vardı onlar zamanla etkisizleşti. KUK diye bir oluşum vardı, PKK onlara karşı tabiri caizse bir operasyon başlattı ve Midyat’ta tek güç oldu. Tabii başta da dediğim gibi Midyat’ta sadece Kürtler yok, Araplar, Hristiyanlar, Êzîdî Kürtler, Mıtırblar vardı. 1980 darbesi tabiri caizse bir silindir gibi geçti. 12 Eylül’ün derin etkisi Midyat’ta 1988’e kadar sürdü.   

Darbe sonrası siz ne yaptınız?

Bizim köyde ilkokulla ortaokul vardı. Liseyi okumak için Midyat’a gittik. Birkaç kişiyle ev kiraladık. Tam da darbe sonrasıydı, etkileri çok yoğundu. Bizim o yaşta bir arayışımız, özlemimiz vardı. 1982-83 yılına kadar bu yalnızlık hali kentte varlığını sürdürdü. 1982’den sonra bir takım duyumlar almaya başladık. Bunlar duyum düzeyindeydi, işte PKK geri geldi diye.

O zaman insanlar anlatırken PKK mi diyordular yoksa başka bir şey mi?

Talebe diyorlardı. 1980 öncesinden kalma bir sıfattı. Hatta bazıları cin, periler için söylenen yên ji me çêtir’ [bizden daha iyiler] dedikleri de olurdu. 'PKK', 'Gerilla’ kısacası bugünkü diskur, bugünkü terminoloji o zaman yoktu. Fakat özellikle siyasi bilinci olan kesimlerde büyük bir özlem vardı. İşte bu duyum üzerine bir kısmı yeniden korkuya kapıldı fakat buna koşut olarak sevinç iklimi de oluştu. Korkan kesim 1980 darbesinin zulmünü yaşayan belki de çoğu o zaman PKK’li olan insanlardan oluşuyordu. Fakat bu sevinç ve korku da belirsiz bir duyguydu çünkü ortada bir şey yoktu. En son işte 1983’le birlikte küçük gruplar görülmeye başladık. Bazen bir bazen de iki kişiydiler.

Bunlar Silahlı Propaganda Birlikleri miydi? 

Evet. Bunlar Silahlı Propaganda Birlikleri’ydi. 2. Kongre’den sonra alınan karar gereği ülkeye dönen gerillalardı. Koca bir bölgeyi bu birkaç kişi dolaşıyordu. Belki ayda bir iki ayda bir köyde ya da dağda bir takım insanlar rastlardı onlara, konuşurlardı, sohbet ederlerdi. Bu duyumlar somutluk kazandığında ve artık gerçeğin bu olduğunu anladığımızda arayışlarımız da başladı.

Bu yıllarda da zindanlarda direnişler oluyordu. Siz zindanlara dair bir şey duyuyor muydunuz?

Benim amcaoğlu da o zaman zindandaydı. O da idamla yargılandı, 11 yıl hapis yattı. Ailece de PKK’ye yakındık biz. Ziyaretler üzerinden kısmı bilgilerimiz vardı. İşte ziyarete gidenler gördüklerini anlatıyordu. Bunlar da bizi çok fazla doyuran şeyler değildi.

Zulüm ve işkence boyutunun dışında direnişe dair bir şeyler halk arasında anlatılıyor muydu? Mesele Mazlum Doğan, 14 Temmuz Ölüm Orucu, Dörtler’i isim düzeyinde ne zaman duymaya başladınız?

Ziyaretler üzerinden işkenceler olduğu ama buna karşı koyuşun da olduğu anlatılıyordu. 1983’ün kış aylarında sık sık gruplar gelmeye başladı. Halkla toplantılar yapardı, bilgiler aktarırdı. Bu Silahlı Propaganda Birlikleri halkla toplantı yapıp anlatmayana kadar isim ve olay düzeyinde çok fazla bilgimiz yoktu açıkçası. Geleceğe ilişkin konuşurlar ve ilerde savaşın daha da büyüyeceğini anlatırlardı. İnsanlar daha çok bekle gör diyeceğimiz bir tutum içerisindeydiler. 1984’teki 15 Ağustos eylemini de ancak 1985’te duyabildik. 

Siz profesyonel olarak ne zaman örgütte çalışmaya başladınız?

Ben de 1984’te liseyi bitirdim. 4 yıl askere gitmedim. Bir gün yakalandım zorla alıp götürdüler beni. 1989’da askerliği bitirdim ülkeye geldim. O günden sonra artık örgüt çalışmalarına böyle resmiyeti olmayan bir formda, herhangi bir yurtseverin yapması gereken neyse o çerçevede katkılarım oldu. 1990 yılının başıyla beraber profesyonel devrimciliğe başladım.

Peki bu profesyonel devrimciliğe başladığınız da göreviniz neydi?

Bizim orda bulunan gerillalar ve komutanları tanıdım. Birçoğuyla beraber savaştık, beraber çalışmalar yürüttük. O zaman köyde kalıyordum. Milis olarak ARGK’ye bağlıydık. Bizim kendimize özgü milis birimlerimiz de vardı. O zamanın milisleri başkaydı. Zor bir süreçti. Tam da kontrgerilla faaliyetlerin, cinayetlerin başladığı bir süreçti. Fakat buna rağmen çalışmaları aksatmadık. Kimi zaman kendi başımıza işler yapardık kimi zaman da gerilla birimlerine dahil olur beraber yapardık. 1991’in Nisanında Midyat’ta bir baskında yaralandım ve yaralı olarak yakalandım. O zaman milisler ve gerilla grupları emniyet, özel harekat merkezinin de içinde olduğu devlet kurumlarına ve işbirlikçilere baskın yaptı. 

Bu milislik sürecinde sizi en çok etkileyen insanlar kimlerdi?

Mesela Zeki diye bir arkadaş vardı. Koçer bir savaşçıydı. Gözünü budaktan sakınmayan, cesur biriydi. Ben onu kendime örnek almak için çabaladım. Sonradan duydum bir bombardımanda Gabar’da şehit düşmüş. Birkaç eyleme birlikte katıldık, korku nedir bilmeyen biriydi. Adeta tapıyordum ona. Şu anki gözle baktığımda çok fazla teorik kapasitesi de yoktu fakat iyi bir savaşçıydı, davaya bağlı biriydi. O beni etkilemişti. Hala onun etkisini taşıyorum. Beşir diye biri vardı, o da koçerdi. Hevalê Muhyeddin vardı Rojavalı bir arkadaş adeta ona bağımlı hale gelmiştim, çok değerli bir arkadaştı. 2000 geri çekilmesinde Bagok’ta şehit düşmüş. Davut vardı, Êzîdî ve Avrupa’dan katılmış bir arkadaştı. O da beni çok etkilemişti. Sonradan duydum Midyat’ın Bacinî köyünde şehit düşmüş. Mardin Eyalet Komutanı Egîdê Qaso vardı. Onun ihanete gidişi etkiledi beni açıkçası. Bize çok umut vermişti o. Onu beğeniyorduk o zaman.

Egîdê Qaso teslim mi oldu?

Kaçtı hareketten, teslim oldu. 1994’te sanırım parti onu Nusaybin’de cezalandırdı. Sonradan ihanete gitmesiyle açık söyleme gerekirse etkisine de girdim bu olayın. Beklemediğim bir şeydi.

91’de tutuklandığınızda ilk hangi cezaevinde kaldınız?

Diyabakır E Tipi.

O zaman çok fazla siyasi tutuklu vardı orada değil mi?
Ben gittiğimde öyle değildi. Ben gittiğimde ''Anti terör yasası’’ çıkmıştı. Tahliyeler devam ediyordu. O yasa sebebiyle çoğu insanın davaları mahkemede görülüp bırakılıyordu. Sayımız çok azalmıştı, nerdeyse 100 küsüre inmişti. Fakat 1992’den itibaren bu sayı tekrar artmaya başladı. 93 ve 94’le birlikte adeta patlama oldu. Ama ben zaten 93’le birlikte oradan çıktım.

Müebbet hapis verdiklerinde hangi cezaevindeydiniz?

Davam sonuçlandığında Amed’deydim.

İlk cezaevine girdiğinizde nasıl bir yerdi sizin için ya da girmeden önce nasıl tahayyül ediyordunuz?

Tabii dışardan cezaevlerine dair bir takım duyumlarımız vardı. Girip çıkanlar oluyordu. Onları ziyarete gittiğimizde anlatırlardı. Bambaşka bir anlam biçiyorlardı. Bir akademi gibi görülüyordu. Adeta gideyim ben de bir süre kalayım der gibi bir hava oluşturuyordu çıkanlar. Cezaevine girdiğimde açıkçası bu motivasyonla girdim. Tabii benim durumum çok iyi değildi, hastaydım, yaralıydım. Tedavim yapılmamıştı. Cezaevine girdiğimde bambaşka bir hava yüzüme vurdu. Beni ilk 35. koğuşa götürdüler. Orda bir dönem kaldım.

O zaman 5 Nolu vahşetini yaşamış kişilerden kimse var mıydı 35. koğuşta?

Cevdet İnak vardı. Onu tanıdım. 92’den sonra diğer arkadaşların dosyası bozuldu bir kısmının onları da geri getirdiler. Rıza Altun da vardı aralarında. Ana davadan yaklaşık bir 10-15 kişi gelmişti tekrar. Amed’de 1980’lerde yaşananları birinci elden onlardan duydum. İzler hala orda duruyordu. Vahşetin aynı zamanda direnişin izleri.

Ne gibi izler vardı mesela?

Mesela Mazlum Doğan’ın gömleğini gördüm hücresinde. Hücresinde kimse kalmıyordu. Aklımda kaldığı kadarıyla soluk pembe renkli bir gömlekti. Bir askıya asılı duruyordu. Arkadaşları asmışlardı oraya. Hala ordaydı geldiğimde. Gidip bakardık. Tavanlarda, duvarlarda ırkçı yazılar vardı. Badana çekilmişti ama hala görünüyordu. Bu izler geçmişte yaşananların ne olduğunu daha iyi gösteriyordu. Bir de vahşeti yaşamış arkadaşlar anlatıyordu o dönemi. Bu ikisi bir araya gelince bu insanda bir kin, nefret aynı zamanda bağlılık yaratıyordu.

Benim bildiğim kadarıyla bu bahsettiğiniz ''Anti Terör yasası’’ çıkmayana kadar müebbetin yatarı 30 yıl değildi?

''Anti Terör’’le [Şimdiki adı TMK] birlikte 30’a döndü. Ben bu yasa çıktıktan 2 gün sonra yakalandım. Diyelim 2 gün önce yakalansam 30 yıl değil 15 yıl yatacaktım. Bu yasa 12 Nisan’da çıktı ben 14 Nisan’da yakalandığım için 30 yıl yattım hatta 6 ay fazla tuttular. 

Peki müebbet aldığınızda ne düşünüyordunuz? Bu kadar uzun kalacağınızı hesaplıyor muydunuz mesela? Yoksa zaten Kurdistan kurulur bu kadar kalmayız mı diyordunuz?

İşin doğrusu müebbet aldığımda hiç de umurumda değildi. Savaş dönemiydi. Biz kendimize bir milat biçmiştik adeta. 1995’te devrim olacağını düşünüyorduk. Dolayısıyla ya devrim olacak ya da devlet gelir bizi öldürür bu iki opsiyon vardı bizim ufkumuzda. Fakat ikisine de çok fazla takılmıyordum açıkçası. Savaşın her gün biraz daha büyüyor olması büyük umut yaratıyordu bizlerde, bir ruh veriyordu. Benim kaldığım cezaevi yapısında büyük bir kararlılık vardı. Bu yüzden ne kadar ceza verileceği pek kimsenin umurunda değildi. Ben hatırlıyorum, bana ceza verdikleri gün koğuşa geri geldim, yemek yedim ve derse gittim. Kaç yıldır, ne olacak diye çok düşünmüyorduk fazla da gündemimizde yer almıyordu.

O zaman yanılmıyorsam Abdulhakim Güven Diyarbakır E Tipi’nin sorumlusuydu. Sonradan itirafçı oldu bu kişi, JİTEM’le çalıştı ve halka karşı büyük suçlar işledi. Böyle biri nasıl o dönem Diyarbakır E Tipi gibi bir yerde PKK’nin cezaevi sorumlusu olabildi? O düzeyi var mıydı mesela?

Tam ben ordayken Abdulhakim Güven bizim temsilciydi. Fakat kaçışında ben orda değildim [1994’te cezaevinde itirafçı oluyor]. Ben Antep’teyken duyduk itirafçı olmuş. Büyük zararlar verdi. Yanılmıyorsam bu 1989’da yakalanmıştı. O vakit de 5 Nolu’da 1988 sürgünleri yaşanmıştı, öncü arkadaşlar gitmiş, zindan boşalmıştı. Bu işi yürütecek kimse yok. Dolayısıyla bir biçimde o el atmış bu işe. Biraz da etkili insanları kendisine bağlayan özellikleri de vardı. O yanını da inkar etmemek lazım. Temsilcilik görevine kadar yükseldi. Sonradan öğrendik bu ilk günden beri polisle işbirliği içerisinde, cezaevinde olanları belirli periyodlarla idareye bildiriyor. Hemen hemen herkesi tanıyordu. Bir de o zaman cezaevleri farklıydı, dışardan insanlar gelir sorunlarını aktarırdı, milisler gelir her şeyi konuşurdu. Bu gerek Diyarbakır şehir merkezinde değişik kentlerde onunla görüşen, tanışan, gelip giden herkesin ismini verdi, büyük tahribatlar verdi. Sadece bir gece içerisinde bunun itirafları ve yer göstermesi sonucu Cizre kent merkezinde 30’u aşkın insan kuyulara atıldı. Ondan sonra peyderpey kontrgerilla faaliyetlerinde kullanıldı, bir grup itirafçıyı da yanına vermişlerdi. Gündüz faaliyetlerdeydi, gece de cezaevine geliyordu.

5 Nolu’dan sonra nereye sürgün edildiniz?

93’ün Şubat ayında Antep’e sürgün edildik.

O zaman Antep’te ne kadar siyasi tutuklu vardı?

100 kişi kadar vardı bizim sayımız. O zaman Sabri Ok, Muzaffer Ayata arkadaşlar da ordaydı. Bizim eski arkadaşların birçoğu oradaydı hala.

Antep’te zindan ortamı nasıldı?

Belki de ilk kez orda kendimi cezaevinde hissettim. Diyarbakır’da kaldığım sürece kendimi cezaevinde hissetmiyordum. Bir ara Diyarbakır’da bizim sayı 1600’e çıkmıştı. Dolayısıyla bu kadar kalabalık içerisinde geniş bir sosyalite vardır. Cezaevi midir dışarı mıdır nerdeyse bilmez olmuştuk. Günde bazen 100 kişi tahliye oluyordu ertesi günü bakıyorduk 150 kişi gelmiş. Çok hareketli ve dinamik bir yerdi Diyarbakır. Antep’e gittiğimde cezaevinin esas orası olduğunu açıkçası anladım. Özel Tip’ti Antep. Birer, ikişer, üçerli biçimde hücrelerde kalıyorduk. Bir de gece saat 12 oldu mu, kapılar kapatılıyordu. Cezaevi yaşamı biraz daha donuk ve sakindi. 

Ne zamana kadar orada kaldınız?

94 Mayıs’ına kadar oradaydım. Cezaevi boşaltıldı, Aydın’a sürgün edildik. Antep’e giderken Diyarbakır’ı aradım, Aydın’a da giderken Antep’i aradım. Koşullar gittikçe kötüleşti. Aydın’da devletin özel uygulamaları vardı. Orda da 100’e yakın arkadaş vardı. Onların çoğu bizim eski jenerasyondan arkadaşlardı. Eskilerdi, 1980’lerde yakalanan arkadaşlardı. Koşullar çok katıydı, sertti, düşmancaydı. Bir koğuş diğer koğuştan kimseyi göremiyordu. Haftanın bir günü temsilciler diğer koğuşlara giderdi onun dışında kimse kimseyi göremezdi. Ancak ziyarete giderken rastlardık birbirimize. Dışardaki gelişmeleri diğer cezaevlerindeki gibi rahat duyamıyorduk. Özgür Halk gibi legal bir dergi bile içeri girmiyordu. 1994 Temmuz ayında bir açlık grevi başlatıldı. O açlık grevinden sonra bir takım esnemeler oldu. Orasının şartları yaşanılır hale gelene kadar çok fazla enerji harcandı. Adeta askeri cezaevi gibi bir yerdi orası.

Orada siz de belirttiniz PKK’nin kadro yapısında farklı kuşaklar bir aradaydı? Bu durum sizin açınızdan öğretici oldu mu?

Bazı arkadaşların gıyaben tanıyordum. Cezaevlerinde isimleriyle nam yapmıştılar. Aydın’da onlarla tanıştım. Bambaşka bir anlamdı benim için. İsimlerini vermekte de mahsur görmüyorum mesela Fuat Kav’ı tanımak benim için çok önemliydi. Celalettin Delibaş gibi yıllarca ismini duyduğum birini tanımak benim için onurdu. Bunlarla bir arada olmak, yaşamak bambaşka bir hava oluşturuyordu bizde. Onlarla bir arada olmak güven veriyordu, cesaret veriyordu. Belki de o dönem çok fazla abartıyorduk ama bunun doğruluk payı da vardı. Onların varlığı bizim açımızdan bir şanstı. Tabii aralarında açıkça söylemek gerekirse tanıdığımıza pişman olduğumuz kimseler de vardı. Fakat çoğunlukla gıpta ettiğimiz adeta öğretmenlerimiz olarak gördüğümüz arkadaşlardı. Çok şey borçluyuz onlara. Bir kültürü anlata anlata bize aşıladılar. Ondan sonraki yıllarda hep onların yaşadıklarını hayal ettik. İyi ki de tanıştık onlarla. 

Peki siz başta kabaca tasvir ettiğiniz 90’ların başında ne düşündüğünüzü, işte 95’te ya özgürleşiriz ya da şehit düşeriz biçimindeydi. 93’ten başlayarak zamanla ateşkesler oldu, 95 geldi geçti. Ondan sonra ne geleceğe dair düşünüyordunuz?
93 ateşkesini benim zihnimde çok çarpıcı bir biçimde yer almış. O zaman burjuva basını çok farklı lanse ediyordu, hatırlıyorum Sabah gazetesinin manşeti hala aklımda: 'PKK silah bırakıyor'. Özel savaş medyası ateşkesi manipüle ediyordu, acayip acayip manşetler atıyordu. O zaman tabii savaşçı bir ruh vardı herkeste. Bu bizi etkilemişti o zaman. Anlayamıyorduk. Olan bitenin de ne olduğunu bilmiyorduk fakat bir şansımız vardı hevalê Sabri [Ok] yanımızdaydı. Galiba dışardan bir takım bilgiler almıştı. O görüşleriyle bizi bir ölçüye kadar rahatlattı, teskin etti. Kimi arkadaşlar ateşkesi için bakın 95 öngörülerimizde yanılmadık diyordu. Umutlar arttı açıkçası. Hatta sonradan duyduk bir takım cezaevlerinde artık çıkacağız diyenler varmış, hatta valizini bile hazırlayan olmuş. Süreç bilindiği gibi çok farklı bir form aldı, farklı mecralara aktı.

95’ten sonra peki geleceğe nasıl bakıyordunuz?

95’e kadar tabiri caizse köprünün altından çok su geçti. Bilinç edindik. Cezaevleri şartları kısmen bizi olgunlaştırdı. Dolayısıyla toplum devrimlerinin böyle bir yıl, iki yıllık bir zaman dilimi içerisinde mutlak zafere ulaşma gibi bir kaygısını olmadığını anlamaya başladık. Meseleyi daha sağduyulu, teorik temele dayandırarak değerlendirmeye çalıştık. Hayatın gerçeği, mücadelenin gerçeği bize bir düzey kazandırdı.

9 Ekim-15 Şubat arası nasıl bir süreçti sizler için, nasıl değerlendiriyordunuz?

O zaman Aydın’daydık. Dışarıyla iletişim çok sınırlıydı. Aileler üzerinden bir takım bilgiler alıyorduk. O zaman dışardan bir düzenek oluşturmuştuk, dışarıya bir ailenin çatısına yansıtıcı koymuştuk. 500 metre çevresine yayın yapıyordu. Biz de cezaevinde böylece MED TV’yi izleyebiliyorduk. İzliyorduk fakat nasıl bir izleme. Bazen ses vardı görüntü yoktu, görüntü vardı ses yoktu. Tam da 9 Ekim sürecine denk geliyor bu, biraz MED Tv üzerinden takip edebiliyorduk. Bizde o zaman bir umut vardı açıkçası. Önderliğin [Abdullah Öcalan] Avrupa’ya gitmesi Kurdistan sorununu Avrupa siyaset sahasına taşıyacağını ve orada en azından Türk devleti karşısında demokratik bir cephe kurabileceğini düşünüyorduk. Beklentilerimiz vardı. Özellike Roma sürecinde müthiş bir coşku vardı cezaevlerinde. Biraz belirsizlik, biraz kaygı da vardı, yok değildi fakat heyecan ve inanç daha baskındı. Bu Roma sürecinde bizim dışardan kurduğumuz MED TV düzeneği de bulundu. Bu sefer tamamen dış dünyayla ilişkimiz koptu. Hiçbir şey bilmez olduk. Burjuva basını ve ailelerdi tek kaynağımız. Ne zaman ERNK’nin o dönem Avrupa Temsilcisi Mizgin Şen’in açıklamasını BBC’den dinledik ki 'Önderlik’le bağlarımız kesildi' diyordu, o noktada kaygı başladı. Adeta kanatlarımız kırıldı. Kaygı, endişe, korku yığıldı üst üste. Neler olacak, neler bitecek soruları çoğaldı. Ben kendi adıma söyleyeyim hayal edemediğim bir şeydi, ben diyordum 'Önderlik yakalanırsa benim yaşayacağım şartları yaşayacak'. Bu bana o kadar ağır geliyordu ki, izah etmek imkansız. 15 Şubat gelip çattığında burjuva basınında bir görüntü yayımlandı. O görüntüyü hiç unutmadım, zihnime kazınmış. Hollanda’da bir genç elinde ERNK bayrağı, adeta yıkılmış bir biçimde sırtını duvara vermişti. O fotoğraf hala gözümde. O görüntü 15 Şubat’ta aslında halkın ruh haliydi. Birçoğumuz yıllarca cezaevinde kaldı bir şeye ağlamadı fakat o gün ağlayan arkadaşlar oldu. Nereye gidiyorsun bir duvara çarpıyorsun. Siyasi olarak da 15 Şubat’la beraber bambaşka bir süreç başladı.

Sayın Öcalan’ın avukatları aracılığıyla aktardığı görüşleri ve mahkemedeki savunması yeni bir dönemin işaretiydi. Bu dönemde iç tartışmalarınız nasıldı, sürecin diline ve ruhuna dair ikna olmada sıkıntılar yaşanıyor muydu cezaevlerinde?

Açıklamalar basına yansımadan önce farklı bir süreç, basına yansıdıktan sonra başka bir süreç olarak ele alabiliriz. Mahkemeler başlamadan Önderliğin mesajları dışarıya yansımadan önce hiçbirimiz böyle yeni bir sürecin başlayabileceğini, yeni stratejik hedeflerin önümüze geleceğini hatta ideolojik değişimlerin olabileceğini hiçbirimiz beklemiyorduk. Hepimiz Önderliğin kısa bir süre içerisinde idam edilebileceği ihtimalinin yüksek olacağını düşünüyorduk. Biz de buna göre planlamalar yapıyorduk. Açlık grevi 15 Şubat’tan sonra zaten başlamıştı. Ölüm oruçlarını tartışıyorduk, isimler belirlenmişti, kimin hangi tarihte eylemin hangi aşamasına dahil olacağını hazırlamıştık.

Yani siz kendinizi ilkin idama göre hazırlamıştınız?

Evet. Fakat bunun altını çizeyim, herkes bunu düşünüyordu ama dillendirmiyordu. Söylemek insanın içinden bile geçmiyordu. Mahkemeler sürecinde [Kürt sorununda] Demokratik Çözüm Bildirgesi adıyla küçük bir broşür çıktı. O broşür çıktığında başka bir düşünüş şekli tutsaklar üzerinde belirdi. O zamana kadar bildiğimiz bir direniş formu vardı, Kemal, Hayrilerin yaptığı gibi bir direniş. Önderliğin de böyle yapacağını düşünerekten kendimizi ona göre hazırlamıştık. İşte bu Demokratik Çözüm Bildirgesi kamuoyuna yansıdıktan sonra ruh halimiz, motivasyon şeklimiz değişti.

Demokratik Çözüm Bildirgesi’nin dili, düşüncesi sizin de şekillendiğini ulusal kurtuluş mücadelesinin dili ve düşüncesinden farklıydı. Bu dil ve düşünce size nasıl yansıdı?

Orada çok ciddi değişimlerin işaretleri vardı. İşaretlerin ötesinde bu Önderliğin diline de yansımıştı. Misal Kurdistan kavramı yerine o bildirgedeydi yanlış değilsem Doğu, Güneydoğu kavramı kullanılmıştı. Dolayısıyla herkes gönül rahatlığıyla tamam diyemedi ona. Nitekim o bildirgenin yayımlanmasından sonra hemen bizden kopanlar, kabul etmeyenler oldu. Örneğin onun eğitimi verilecek, siyasilerin cezaevi yönetimi şunu söylüyordu, 'Okuyalım ama tartışmayalım'. İkincisi, bunu okumaya yanaşan pek kimse yoktu, kimse okumaya yanaşmıyordu. En son yönetim bana geldi, dedi ki, 'Sen oku'. Dedim, 'Ben okurum ama dersini veremem. Benim bu konuya dair bir fikrim yoktur.' Yeni bir takım kavramlar kullanılmış, değişimin işaretleri vardı. Bir yerde kerhen iş bana düştü, ben çıktım divana ve okudum. Fakat tartışması yapılmadı, tartışmadan kaçınıyordu herkes. İlk baştaki süreçten bahsediyorum. İlerleyen zamanlarda durum başka cereyan etti. Kapsamlı savunmalar gelince biz eskiler rahat bir nefes aldık. Fakat o ilk zamanlarda belirleyici olan Önderlik’le aramızdaki manevi bağdı.

Kaç yılına kadar Aydın’daydınız?

2000’in başında Nazilli’de 15 Şubat protestolarından dolayı bir grup genç tutuklanmıştı, biz üç arkadaş onlarla ilgilenmek, destek vermek  için Nazilli’ye gittik. 2004’ün sonuna kadar Nazilli’deydim. F tipleri açılıncaya kadar ordaydım.

F Tipi demişken. 2000’e girerken Türk devletinin hayata geçirmek istediği F tipi hapishaneler vardı. Türkiye sol hareketlerinin buna karşı ölüm oruçları vardı ve çok fazla kayıp verdiler. Siz bu F tiplerine geçiş ve açlık grevlerini nasıl değerlendiriyordunuz?

O zaman bizi de dahil etmek istediler. Fakat bizim reaksiyoner tutumlar içerisine girme gibi bir kültürümüz yoktu. Bir hareketimiz var, dışarda bir gündem var ve biz de o gündeme dahiliz. Onların kendilerine göre bir siyasetleri vardı, bu siyasetleri uygulamaya koydular ve ölüm oruçlarına başladılar. O dönemde bizlerden önemli bir kesim F tiplerinin esas olarak bizler için açıldığını düşünüyordu. En başta diyorduk Önderlik idam edilecek bizler de direneceğiz, bir süreç başlayacak ve bizleri de F tiplerine götürecekler, artık şehit düşen düşer, ayrılan ayrılır, kalan kalır. Fakat ilk zamanlar bizleri F tiplerine götürmediler şimdiden bakınca o zamanki süreçle ilgili olduğunu daha iyi anlıyorum. O zaman bizi Önderlik korudu yoksa büyük kayıplar, kopuşlar olurdu.

PKK’li tutsakları ne zaman F tiplerin götürmeye başladılar?

2004’ün Aralık ayında. Yılbaşı gecesi bizleri götürdüler F’lere. Beni İzmir F Tipi’ne götürdüler.

Tam hatırlamıyorum 2003 müydü 2004 müydü bir yasa değişikliği oldu ve silahlı eylemlere katılmamış çoğu insan serbest bırakıldı. Bunu sonraki yıllarda PKK tarafından devletin tasfiye planının bir parçası olarak yorumladı. Çünkü devlete göre PKK bitecekti ve dışarı çıkan insanların da çoğu örgütle ilişki kurmayacaktı. Nitekim PKK’nin o dönem kendi yayınlarında aktardığına göre de öyle oldu çok az insan yeniden örgütle ilişki kurdu. Size nasıl yansıyordu bu tahliyeler ve tartışmalar?

2004’te oldu bu tahliyeler. Öncesinde örgüt içerisinde tasfiyecilik vardı ve bu cezaevlerine de sirayet etmişti. Tabiri caizse cezaevleri o zaman bir enkaz halindeydi. Birçok insan görev almak istemiyordu. Eğer o zaman birçok insan ayakta durabildiyse bir az önce bahsettiğim Önderlikle olan manevi bağdı. Ali Sapan gibi bir kişilik cezaevleri koordinasyonun içinde yer alıyordu. İşte tam bu süreçte 1 Haziran Atılımı başladı. Ondan sonra bu tahliye yasası çıktı. 2004 tam tasfiyecilik süreci içerisinde bu tahliyeler oldu. 3 binin üzerinde insan bırakıldı. Sonradan bize partiden bir yazı gelmişti, deniliyordu ki bu 3 bin kişiden 13 kişi harekete katıldı. Ben açık söyleyeyim çok sonraki yıllarda şunu düşündüğüm oldu, iyi ki o zaman çıkmamışım. Bunu kendi adıma söyleyeyim defalarca düşündüm. Bu yasa devlet tarafından çok iyi düşünülerek yapıldı ve doğrusunu söylemek gerekirse amacına da ulaştı.

F tiplerinde mahpusluk nasıl bir deneyimdi?

F tipleri bir bakıma PKK’nin tasfiyesi üzerine kurgulanmış bir aklın ürünüydü. F tiplerini, kaşla göz arasında çok hızlı yaptılar. Biz götürüldüğümüzde daha inşaat sürüyordu. Diyarbakır’da 160 kişilik koğuşlarda kaldığımız oluyordu, kimi arkadaşları tanımadan tahliye oldu. Bu mekanlara alışmak çok kolay olmadı aslında alışmadık da. Her açıdan zordu sosyal, örgütsel açıdan, dışarıyla bağlar. Bu yıllarda 'Eve Dönüş Yasası' adında bir pişmanlık yasası da çıkartılmıştı açıkçası örgütsel olarak da kaygılarımız vardı. Biz o zaman cezaevi yönetimini uyardık bu yasayı hayata geçirmek için baskı ve izolasyonu devreye sokmaya çalışmayın diye. Sakın ola burada öyle bir dayatma gelmemelerini hatırlattık. Zamanla kaygılarımız kısmen hafifledi. Bir takım imkanlar, olanaklar yaratılıncaya kadar ağır bir süreçten geçtik. Nasıl ki 80 darbesinde bizden önceki kuşak işkence ve teslimiyete karşı durduysak bizler de F tiplerine karşı kendimizi örgütlemesini bildik, ayakta durmaya çalıştık. Tam sistemizi oturtmaya başladığımız zaman 2006’nın Eylül ayında benimle birlikte  yaklaşık 60 arkadaşı Bolu F Tipi’ne sürgün ettiler.

Bolu’da bizden önce çok az sayıda arkadaş vardı. 10,15 tane da bizden kopmuş olan vardı. Bizim arkadaşların birbiriyle ilişki kurmaması cezaevinin bütün bloklarını adeta serpiştirilmişlerdi. Biz gidince sayı arttı, birbirimize daha yakın durmaya başladık. Oranın durumu her yerde olduğu gibi dışarının siyasi atmosferine de bağlıydı. Çıkana kadar 17 sene Bolu’da kaldım.

E tipleri 80 darbesinin ürünüydü. F tipleri ise 2000’e giderken Türkiye’nin neoliberal dünya düzenine uyumlu izolasyonu esas alan bir dönemin sonucuydu. Hatta bazı liberaller de bu F tiplerini daha modern ve iyi olduğunu söyleyerek övüyordu. 2015’ten sonra AKP-MHP iktidarının bir sonucu olarak F tiplerinde de kötü Y ve S tipleri yapılıyor.

AKP-MHP’nin bugün çok düşünülmüş, planlanmış bir cezaevi siyaseti var. Eski geleneksel cezaevi siyaseti artık yok ortada. Bir devrimcinin 24 saati kesintisiz gözetim altındadır. 2000’lerde devrimcileri çökertmek için F tiplerine götürüyorlardı şimdi de bildiğim kadarıyla S ve Y tiplerine götürüyorlar.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.