Kayıp günbatımı

Arif ALTAN yazdı —

  • Hayat bile karşılaşmamak için yolunu değiştiren, karşılaştığında görmemek ve görünmemek için yüzünü çevirip geçen eski bir sevgili gibi. Aynı yerde ama şimdi izlediğimiz sadece solgun, umarsız ve kirli bir günbatımı.
  • Hızla ve durmadan büyüyen bu kirli ve devasa boşlukta ne o büyülü günbatımı, ne hayat aşılayan o kusursuz neşe, ne duyu artışlarına sebep hüznüne kırılgan bütün o güzellikler…

Yolculuk değil, bir duraklama, bir soluklanma anı yeniden. Çok eski bir tanışıklıktan arta kalan. İlkindeki gibi aynı görkem ve soylulukta görünsün istediğimiz. Eskisi gibi ama eskisi gibi de değil. Vaktiyle büyülü görünümünden ruhumuza bir şeylerin aktığını hissettiğimiz o günbatımı çok uzaklarda. İlkinde çarpıp soluksuz bırakan bir güzelliğin şimdi yıpranmış, aşınmış, dökülmüş kalıntılarıyla ansızın karşılaşıvermek gibi. Senelerce, senelerce evveldi, tam da şimdi oturduğumuz yerden gördüğümüz neydi? Bin bir renk içinde eriyip giden duyular, kanatlanıp uçuveren düşünceler, sarılıp sarmalandığımız göğün tavanı kadar geniş o büyülü tutkular…

Sularına hep aynı günün ateşinin vurduğu Baudelair’in baygın tembel adasından değil, kızgın çöllerin kumlarından süzülüp geliyordu alıp götüren o kokular. Sonbaharın ilk yağmurları mıydı, zihnimizin kıyılarına vuran yabancı ama tanıdık gelen hoş bir esintiyle örtünmüş günbatımlarının yumuşak renkleri miydi? İpince bir su, saydam yemyeşil bir ışık olup akıyordu. Akıp gidiyordu her şey ve dönüp yeniden sarıyordu yaşamın ilk sokulgan ılıklığı. Çatlamış tenin ufuk çizgisinde, uykulu bulutların yüreğini aralayan canlı turuncunun, solgun mavinin soluksuz bıraktığı pembe tebessümü bir günbatımı… Üşüyen zehir, ıssız kalan kılıç, çeliğine pasla soğuyan karabasan. Kavurucu kanda tüten karanlık alevin üstünde yatıştıran, okşayıp seven ellerin uysal çözülüşü.

Billur kristallere incelip arınmış bir sesin beyinde dalgalanışını izlemek, uzun süre açığa vurulmamış bir duyarlılığın taşmasına neden olan o ilk etkiyle apansız karşılaşıvermek, ilk kez müziği duyan bir çocuğun yüzündeki şaşkınlığı görmek gibi bir şeydi. Cehennemin kıyısına gelip de ayaklarının altından birdenbire uzayıp giden cennet bahçelerini görüp de ne gerilemek ne de ilerleyebilmek, sadece azap ve haz ikileminde duyguya erişen düşüncelerin, düşüncelere dönüşen duyguların seni alıp götürmesine sessizce boyun eğmek. Göğü kaplayan bulutları hafifçe aralayan ressamın, uzun süredir karanlıklar içinde kalmış güzelliklere renk veren ışığı serpmesiyle ruhu kavrayan o ani uyanış duygusu. Orada olmak, gözleri aynı parıltıyla kamaşanların ayrı ayrı ürperdiği tabiatın en gizemli seslerine eriyen ışık ve renklerin dile gelişine tanıklık etmekti.

Çığlık çığlığa bakıp sustuğumuz son yerdi, bir gecikmiş bahar duygusuyla sararıp solan bütün kelimelerin başlangıç neşesini bulduğu ilk yer. Teni çatlatıp fışkıran canlı tutkunun, verimli elemle dönüştüğü hafif dokunuştaki hiç sönmeyecek olan o dondurucu ateş, belki yalnızca oradan hissedilebilirdi. Orada oturur, oradan bakar, oradan izlenebilirdi dünyanın en sessiz yeşili de dünyanın en doymuş mavisi de. Siz manzaranın değil, manzaranın içinize düştüğü bir yer. Orada en koyu pembe, hüzünlü bir çocuğun çözülen düşlerinden; orada en sıcak mor, soluk soluğa gülümseyen Louis Gabriel’in kaybolan duyarlı suretinden. Mutsuzluğa en ilgisiz sevinç, tarihin en eski hikayelerinden damıtılmış tutku coşkunluğuna en yakın ıstırap, sanki yalnızca oradan bulaşabilirdi. Umutsuz çöllerin inleyişleri de, hiç dokunulmamış hayalleri coşturan masmavi denizlerin istekli çağrısı da aynı anda belki de yalnızca oradan duyulabilirdi.  

Sanki dün gibiydi ve sanki asırlar önceydi, orada oturmuş, oradan izlemiştik. Kayıp çağların kalıntılarından, yitip gitmiş seslerin yankılarından süzülmüş bir suskunluktu akıp giden. Cehennemi vaat eden tutkunun, cennettin bahçelerinde yeşerdiğine tanıklık etmek gibi bir şeydi. Kaybolmak, arınmak ve kendini yeniden bulmak, bulduğunu yitirmekte olduğunu hissedenin korkusu içinde, ölü dilini bulan kayıp kelimenin esrikliği içinde erişilmez bir güzelliği sessizce solumak gibi. Hevsel Bahçeleri! Hiç eskimeyen çok eski bir hatıranın izleri. Bulutlara dokunmak isteyen kavakların tutkusu, içerken susayan, dokunurken bile özleyen suya eğilmiş söğütlerin hasreti. Veda edilen bir sevgili yüzü, kaybolduğu karanlıkta belleğin olanca gücüyle sımsıkı sarılmak isteyebileceği ışığın en sıcak hüzünlü titreyişi. En kararlı renklerin, en yumuşak çizgilerin, en dokunaklı esintilerin hiç dinmeyen bir özlemin, çarpıp kırılan, dönüp vuran ve kendi üstüne kıvrılan bir isteğin o derin yakarışı, açılan yaraya merhem düşen bir annenin kavurucu merhameti. Anlamını sorsalar, gün batarken güneşin doğduğu yere bakmak; bu ne deseler, güneş batarken ışık ve renkler için gülümseyen dünyanın son güzelliği diyebileceğimiz…

Bir tabiat harikası değil sadece, büsbütün yağmalanan insana dayanma gücü veren ilk eşsiz hatıra. Kim gasp edebilir? “Anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüz”, kimsenin ateşe verip yok edemeyeceği biricik ölümsüz bahçemiz. Öyle bildik, hep öyle olsun istedik. Ömrü kısaltan ve yerden kaldırıp bizi göğe yükselten o lekesiz acılar içinde, şimdi yeşilin ve suyun, kuşların ve göğün şiirini duymak yeniden. Louis Gabriel’den, Hevsel Bahçeleri’ni izlememiş olan ne bilsin: Büyük bir uyuşukluk içinde ölmek, yaşamak da değil ölmek de. Bütün üstünlükleri kaybetmek, ölümün de hayatın da bütün hazlarından habersiz yitip gitmek demekti.

Yıllar sonra yine aynı yerde, ama ne Louis Gabriel göğü, ne de o eski bahçelerin güzelliği; kuru, kupkuru uzayıp giden bir çöl. Çünkü bildiğimiz her şey bilemediğimiz bir şeye, tanıdığımız herkes bir başkasına dönüştü. Hayat bile karşılaşmamak için yolunu değiştiren, karşılaştığında görmemek ve görünmemek için yüzünü çevirip geçen eski bir sevgili gibi. Aynı yerde ama şimdi izlediğimiz sadece solgun, umarsız ve kirli bir günbatımı. Çünkü ne bin bir renk içinde eriyip giden duyular, ne kanatlanıp uçuveren düşünceler, ne de sarılıp sarmalandığımız gök enginliği o ilk tutkular…

Hasılı, tabiatın kendi üstüne kapanıvermesi gibi. Suskun, solgun, lekeli. Güzel olan her şey uçurumların dibinden geçen bulutlar kadar mesafeli, bir daha hatırlanmayan rüyalar uzaklığınca belirsiz. Çünkü bir zamanlar bize sevinç bağışlayan her şey şimdi duygu içermez kapkaranlık ihtiraslar suretinde. Yıllar sonra aynı yerde, ama yer ile gök arasında tüm görebildiğimiz yalnızca gri toz bulutları. Hızla ve durmadan büyüyen bu kirli ve devasa boşlukta ne o büyülü günbatımı, ne hayat aşılayan o kusursuz neşe, ne duyu artışlarına sebep hüznüne kırılgan bütün o güzellikler…

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.