Kayıp izler
Arif ALTAN yazdı —
- Toprağın kendi yüreğinden yer ve gökyüzüne sunduğu en güzel resim. Külden, dumandan, düşten yapılmış uçucu bir şey gibi ama kimse görmüyor, kimse dokunmuyor, kimse hissetmiyor.
Gölgeler uzuyor, gölgeler nesnelerin boyunu aşıyor. Ama ortada güneş yok ve gün batmıyor; geceye ağırlığını veren gücün, canlılığı sezdiren seher hafifliğinin sihirli nefesi de değmiyor. Karanlık ama gece değil, gölgelere biçim veren bir ışık ama aydınlık değil. Gündüz değil, gece değil, zamanın herhangi bir başlangıcı ve sonu değil. Donup kalmış bir şey, silinip gitmiş bir şey, olduğu yerde kalakalmış bir şey. Mekân içinde mayalanmayan, zaman içinde filizlenmeyen ama dokunuşu soğukluğun yoksunluğu, kavrayışı alacakaranlık rüyaların alev donukluğu. Gerçeği doğurmayan, nesnelere sürtüp şekil almayan, düş ama düş olmayan, gerçek ama gerçeğin ötesine taşan. Ayrışan her şey birbirine karışıyor, birbirine karışan her şey ayrışıyor. Yer nere gök nere, iyi ne kötü ne, ışığın soluduğu karanlık ne karanlığın dönüştüğü ışık ne?
Ruhtan eşyayı çıkaran ilk kelimeler
İlahi becerinin kendi düzenini henüz oturtamadığı alacakaranlık çağların fısıltısı ilk söylenceler, ilk masallar… Sınırları silen ve tanrıların ayırdıklarını birleştiren ilk resimler… Kütlesiz ağırlıklar, ağırlıksız biçimler, sesle başlayıp kanla biten, aydan güneşi, geceden şafağı, erkeklerin gözeneklerinden kadınları ve kadınların terlerinden erkekleri doğuran, havadan toprağı, ruhtan eşyayı çıkaran ilk kelimeler… Sanki az ötede ve sanki bir dokunuş mesafesinde değil hiçbir şey. Belirsizlik belirsizliği, boşluk boşluğu, şüphe şüpheyi çağırıyor. Bir inanç diriliğinde, bir inançsızlık ilgisizliğinde. Sarkıtlar tavandan değil de yerden yükseliyor, dikitler yerden değil de tavandan sarkıyor. Ses çözülüp gidiyor, sessiz olan dile geliyor, boşlukta yanan sima, gövdede yeşeren boşluk. Bir ters yüz oluş, bir kendiliğinden akış, bir öncesiz ve sonrasız duruluş.
Oralarda bir şeyler var
Ayın ışığını düşüremediği, yıldızların bakışlarını eriştiremediği oralarda bir şeyler var. Derin mağaraların duvarlarına can veren kabartmalar değil, eski çağlardan kalma mezar odalarının, tapınaklarının, sunak taşlarının, dikilitaşlarının süslemelerini andırmıyor. Düş ile gerçeğin birbirine karıştığı tarih öncesi yaşantılardan da süzülüp gelmiyor. Nefes alıp veren canlıların kaynaştığı bir kent belki, bir gölge, kurutulup bırakılmış belirsiz bir düşünce, bir insan kalıntısından arta kalan izler belki de. Ama ne yakın ne de uzak, ne var ne de yok. Gölgeler nesnelerin boyunu aşıyor ama güneş batmıyor, geceye sağırlığını veren karanlık çözülüyor, ama gün doğmuyor orada. Toprağın kendi derinliğinden yeryüzüne sunduğu kusursuz güzellikte bir adak. İştah açıcı ama ilgi dışı bırakan. Mağaraların tavanlarına çizilmiş resimler kadar kusursuz. Kayaların çatlaklıklarından süzülüp gökyüzüne doğru kanatlanacakmış duygusu veren resmedilmiş bizonların, geyiklerin, atların, kuşların, leoparların çizgileri gibi canlı, ama orada yaşayan hiçbir kadının, hiçbir erkeğin, hiçbir çocuğun ne yaşı, ne adı, ne bir geçmişi var gibi.
İki nehir ve iki gök arasında
Herkesin tutulduğu ve herkesin yüzüstü bıraktığı ilk tutku, her gece görülüp her sabah unutulmuş son bir rüyanın belirsizliği. İki nehir ve iki gök arasında yeşeren bir yasak aşkın asi ve boyun eğmez direnci yine de. Donup kalmış bir şey, silinip gitmiş bir şey gibi şimdi ve şu an. Zaman örtüşmüyor, rüzgâr kavramıyor, rüya kuşatmıyor. Sesi bulduğunda sönüp giden bir kelime değil, Sümerceden Babilceye, Babilceden Yunancaya, Yunancadan Latinceye, Latinceden yeniden Kürtçeye dönerken Türkçeden vurulup düşen çocuk yüzlü bir isim hiç değil. Toprağın kendi yüreğinden yer ve gökyüzüne sunduğu en güzel resim. Külden, dumandan, düşten yapılmış uçucu bir şey gibi ama kimse görmüyor, kimse dokunmuyor, kimse hissetmiyor.
Az ötede, göz önünde, ama sanki…
Kanla örtülü, ama kıpırdayan bir şey var orada, uyuyamayan bir kötülük. Soğuk ve duygusuz. Kendi tüylerinden yapılma okla vurulmuş yaralı kuşun gövdesine dikili merhametsiz avcı bakışları. Gölgeler uzuyor, gölgeler insanların boyunu aşıyor, ama gün batmıyor orada. Işığı emziren masmavi bir gök, ama aydınlık değil. Gündüz değil, gece değil, zamanın herhangi bir başlangıcı değil. Az ötede, göz önünde, ama sanki bilinmeyen çağların derinliklerine gömülü, sanki hiç nefes alıp vermeden sönüp giden yaşantılar ötesine sürülmüş gibi, zamansızlığın dipsizliğine, bilgisizliğin ve hiçliğin bükümsüz sessizliğine.