Kötülüğün ontolojisi

Arif ALTAN yazdı —

foto:AFP
  • Yeryüzünün her köşesinde insan çığlıkları yeri göğü kaplıyor, açlık çocukların bedenini yiyip bitiriyor, yan yana dizili ölü bebeklerin açık gözleri ise hiç kapanmadan, yeryüzünün bu en lekeli vahşi hayvan türünü sonsuza dek lanetliyordu.
  • Hiroşima, Nagazaki ve Halepçe’de yüzbinlerce insan yok olurken Leibniz’in “en iyi mümkün dünya”sı kana bulanmış bir ironiye, Auschwitz’de fırınlar çalışırken Augustinus’un “Tanrı adildir” sözü, gökyüzünü kaplayan kapkara dumanlara dönüşüyordu.

İlahlar dolaşıyor, peygamberler konuşuyor, melekler kanat çırpıyor, ermişlerle evliyalar dua ediyor, azizlerle teologlar vaaz verip duruyor, kerametlerle müjdeler birbirini izliyor. Şeytan bir kapıdan girince hemen öteki kapıdan kovuluyor. Tanrılar, peygamberler ve meleklerin sesi kiliselerde, camilerde ve havralarda ermişlerin, evliyaların, azizlerin sesine karışıyor, tüm bu sesler de saf tutan inanmışların kalbini havalandırıyor. Ama öte yandan oluk oluk kan akıyor, insan çığlıkları yeri göğü kaplıyor, açlık çocukların bedenini yiyip bitiriyor, yan yana dizili ölü bebeklerin açık gözleri kirli bir gökyüzü ile örtülüyor. Darağaçları, kılıçlar, kurşunlar, yangınlar, zehirli gazlar, tanklar, uçaklar, bombalar…

Hepsinin iyi bir tanrısı, hepsinin merhametli bir peygamberi, hepsinin vicdanlı azizleri var. Peygamberleri, azizleri ve inanmışlarında kusurlar varsa da herkesin tanrısı mutlak iyi, mutlak kudretli, mutlak doğru, herkesin tanrısı mutlaka ama mutlaka merhametli. Hepsi de haksızlığı, zulmü, cinayeti, tecavüzü, talanı, vahşeti yasaklıyor. Fakat her nasıl oluyorsa hepsinin tanrısı da belli koşullarda, belli şartlarda haram kıldığını muhakkak helal kılıyor, yasakladığını bir şekilde meşru kılıyor. Unutkanlık desen tanrı unutmaz; körlük desen o her şeyi görür; habersiz desen, o her şeyi bilir; çarpıtılıyor desen kutsal kitaplar ortada, inkara gelinmez; bu kötülük tanrıdan gelme desen, onun temel (iyi olma) niteliğine aykırı; bu bir sınama desen kâinatta bir zerre bile olmayan galaksi, galakside zerre olmayan dünya, dünyada zerre bile olamayan insan gibi minnacık bir varlığa, bilinen ve bilinmeyen kâinat ve kainatlara hükmeden bu devasa kudretin kafayı takması akla ziyan. İyi de sorun nerede? Kutsal metinler “hayır da şer de ondan gelme” diye buyurduğuna ve herkesin tanrısı sonsuz iyi ve merhamet sahibi olduğuna göre bunca katili, yağmacıyı, canavarı, tecavüzcüyü, kötüyü çocuklara ve çaresizlere ne diye musallat etsin? Onun merhameti ve sonsuz kudreti açlıktan eriyip acılar içinde can veren bir çocuğu kurtarmaya neden yetmesin? Hadi yetişkinler sevap ve günahlarıyla sınanıyor diyelim, tanrı bir çocuğu acılarla ne diye sınasın? Bir can sıkıntısı mı, kötücül bir eğlence ihtiyacı mı?

İki bin üç yüz yıl önce Epikuros denen bir adam, “kötülük ile mutlak iyi olan bir Tanrı'nın varlığı nasıl bağdaşabilir” diye soruyordu. Paradoks, ilk bakışta yalnızca teolojik bir bilmeceydi: Tanrı mutlak iyi ve mutlak kudretli miydi? Ve eğer öyleyse, kötülük neden vardı? Ama bu soru, yüzyıllar boyunca vakit öldürmek ve can sıkıntılarını gidermek için başvurulan bir çeşit metafizik akıl yürütme oyunun ötesinde insanlığın en karanlık deneyimlerinin, savaşların, soykırımların, doğal felaketlerin, eziyetli ölümlerin ve üstü örtülen sonsuz azapların, çaresizliğin bir dile geliş biçimini andırıyordu. Tanrıyla bir ilgisi yoktu ve soru aslında yalnızca acımasızlığı, kalpsizliği, vicdansızlığıyla mimli insana yöneltilmiş bir suçlama gibi duruyordu. Eğer mutlak iyiliğin kudreti her şeyi kavrıyorsa bir yeryüzü karadeliğine dönüşen masumların ölümüne neden bir açıklık getiremiyor, neden hala bu gizeme bunca kayıtsız kalabiliyordu?

Altı yüz yıl sonra Kilise Babası Lactantius bu kötülük problemini bir ikilem biçiminde formüle ediyordu: “Tanrı, ya kötülükleri ortadan kaldırmak ister de kaldıramaz; veya kaldırabilir, ama kaldırmak istemez; ya da ne kaldırmak ister, ne de kaldırabilir; yahut da hem kaldırmayı ister hem de kaldırabilir. Eğer ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, O her şeye kadir değildir; ki bu durum Tanrı’nın karakteriyle uyuşmaz; eğer ortadan kaldırabiliyor, fakat kaldırmak istemiyorsa, O kötü niyetlidir; ki bu da aynı şekilde Tanrı ile uyuşmaz; eğer O ne ortadan kaldırmayı istiyor, ne de kaldırabiliyorsa, hem kötü niyetlidir hem de her şeye kadir değildir; bu durumda da Tanrı değildir; eğer hem ortadan kaldırmayı istiyor, hem de kaldırabiliyorsa -ki yalnızca bu Tanrı’ya uygundur-, o zaman kötülüğün kaynağı nedir? Ya da o kötülükleri niçin ortadan kaldıramıyor?” Bu formülde beliren aklın keskinliğinin muhatabı bunu duymazlıktan geliyor, tanrı adına iktidar kuran bütün bu siyasal ve dini rejimler, kendini bir tür “tanrısal düzen” olarak sunmaya devam ediyordu. Öte yandan bıkıp usanmadan, “Madem gücün var, madem iye ve adil olduğunu iddia ediyorsun, neden bunca acı, kan ve gözyaşı?” sorusunu aynı şiddetle onun ve yardakçılarının yüzüne çarpıverenlerin derileri yüzülüyor, çarmıha geriliyor, işkence tezgahlarında veya darağaçlarında son nefesini veriyordu.

Ama kötülük ile mutlak iyi olan Tanrı kavramının nasıl bağdaştığını açıklama çabalarının tamamı peygamberlerin, ermişlerin, evliya ve azizlerin kol gezdiği her yerde iflas ettiği halde üstün kafalılar, çaresizler aleyhine kanıtlar toplamaya devam ediyordu. Platon’dan Leibniz’e kadar tüm filozof ve düşünürler, kötülüğü Tanrı’dan uzaklaştırmak için bin dereden su getiriyor, sayısız argümanları sınırsız ve rengarenk gerekçelerle sıvıyordu. Platon, kötülüğün kaynağını “madde”de ya da “kötü ruhlarda” arıyor; Augustinus, kötülüğü insanın günahına ve özgür iradesine bağlıyor; İraneus, İnsanın hâlâ yaratılmakta olan bir varlık olduğunu, tanrı henüz tamamlamadığı için insanın ahlaki gelişimi için kötülüklere izin verdiğini iddia ediyor; John Hick, “epistemik mesafe”siyle tanrıyla insan arasındaki bilinç farkını açıklamak istiyor; Kant, savunmalarını yetersiz bulduğu “Tanrı’nın Avukatları”nı felsefi mahkemede yargılıyor; Leibniz, Tanrı’nın mümkün olan dünyaların en iyisini yarattığını, mümkün dünyaların içindeki mümkün olan bu iyi dünyada hiçbir şeyin kusurlu olmayacağı bahsine ruhunu kefil bırakıyordu. Ama kötülük, tüm bu Tanrı’yı temize çıkarma çabalarında her seferinde bir açıklamanın kıyısında bırakılıyor, her açıklama, bir başka trajedinin önünde riyakâr bir çaresizliğin kılığına bürünüveriyordu. Hiroşima, Nagazaki ve Halepçe’de yüzbinlerce insan yok olurken Leibniz’in “en iyi mümkün dünya”sı kana bulanmış bir ironiye, Auschwitz’de fırınlar çalışırken Augustinus’un “Tanrı adildir” sözü, gökyüzünü kaplayan kapkara dumanlara dönüşüyordu.

Ama Lactantius’tan yüzyıllar sonra sarkastik şüphesiyle David Hume problemin daha yalın bir sunumunu yapmaya devam ediyordu: “Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? Öyleyse o güçsüzdür. Gücü yetiyor ama istemiyor mu? Öyleyse o iyi değildir. Hem gücü yetiyor hem de istiyorsa, bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu? Yine de paradoksu yalnızca Tanrı’ya yöneltilmiş bir itiraz olarak görme eksikliği herkesin işine geliyordu. Çünkü asıl mesele olan kötülüğün yeryüzünde nasıl iktidar biçimlerine dönüştüğü ile ilgilenmek postu ucuza deldiriyordu. O yüzden bu yalın soru her sonraki yüzyılda ve sonraki bir kafada biraz daha bulanıklaştırılıyor, daha anlaşılmaz kılınıyordu. Tanrı’nın kudreti ve iyiliği sorgulanırken, aslında her “güç” ve her “iyi” iddiası da sorgulandığı gözden kaçırılıyordu. Modern uluslar ve devletler, kendilerini “mutlak kudretli” olarak sunuyor, bir yandan uygarlık, demokrasi, adalet, eşitlik adına kürsülerden vaazlar patlatıyor öte yandan milyonlarca insanın kıyımı, milyonlarcasının göçertilmesi, yüz milyonlarcasının açlık ve sefalet içinde can vermesini bekliyordu. Eğer muhteşem kusursuz devletleri gerçekten kudretli ise, neden bu kötülükleri durduramıyordu? Eğer durdurmak istemiyorsa, o hâlde iyi miydi? Eğer hem kudretli hem de iyi olduklarını iddia ediyorlarsa, o zaman neden yeryüzünü kana bulamakta bunca istekli davranıyorlardı? Epikuros’un sorusu gökteki Tanrı’dan çok iktidarı mutlaklaştıran bu yeryüzü tanrılarına yöneliyordu; “Madem her şeyi yapabilecek gücü vardı, bu acımasızlığa neden bir son vermiyordu?” Bu soruya verilecek her cevap, yalnızca teolojinin değil, siyasetin de iğrenç bataklığını gösterdiği için, sorgulayanın canını almak her zamankinden daha çok heves uyandırıyordu.

Tehlikeliydi, ama kötülüğün ontolojisini anlamak soruyu her zaman tersten sormayı gerektiriyordu: Ya kötülük Tanrı’nın yokluğunun değil, bizzat varlığının kanıtıysa? Ama tanrının iyilik bir yana, kötülüğün kaynağı olabileceği gibi bir düşünce, geleneksel inancı parçalıyordu. Çünkü tarihsel deneyimiyle insan, tanrının kendisine hiçbir zaman merhametli görünmediğini, ama her zaman kesinlikle tam bir zalim gibi görünmeyi başardığını biliyordu. Kurbanlar ve cellatlar, yanan kentler ve ülkeler, ölü kadınlar ve çocuklar, hiçbir yarayı iyileştiremeyen kerametler ve mucizeler… Bu manzarada Tanrı’nın iyiliği bir yanılsamaya, mutlak iyiliği ise mutlak kaosun ve kesintisiz şiddetin ta kendisine dönüşüyordu. Tam da bu anda “Tanrı yok, öyleyse her şey mubah” diyen Dostoyevski, “Tanrı öldü” diye yineleyen Nietzsche, insanı varoluşsal dehşetiyle yüzleştirerek “Tanrı bizi terk etmedi, biz Tanrı’yı kendi çıkarlarımıza kurban ettik. Onu bir sınır çizgisine, bir bayrağa, bir kimliğe, bir mezhebe indirgedik. Böylece Tanrı bir sevgi değil, bir silah oldu” diyen Kierkegaard, sadece Tanrı’nın ölümünü değil, aynı zamanda “iyiliğin tanrısı” fikrinin ölümünü de duyuruyor, geriye kalan her şeyiyle çıplak bir evren, sessiz bir gökyüzü ile sağır bir yeryüzü arasında dizginsiz kötülüğün karşısına, tek başına kalmış insanı bütün çaresizliğiyle birlikte dikiveriyordu.

Yine de Schopenhauer, kötülüğün Tanrı ile açıklanamayacağını, çünkü kötülüğün, açıklamaların ötesinde bir hakikat ve sürekli orada olduğunu, onu ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını, yalnızca ona katlanmanın öğrenilebileceğini söylüyordu. Ama belki de mesele, katlanmak değil, ona karşı sorumluluk almak gerekiyordu. Çünkü Tanrı susmuşsa ve eğer hiçbir ilahi adalet yoksa, o hâlde kötülüğe karşı koymak da yalnızca insana düşüyordu. Paradoks, bizi Tanrı’ya değil, birbirimize bakmaya zorluyordu. Tanrı adına yakılan köylere, şehirlere, ülkelere, tanrı adına kesilen kafalara, tanrı adına kurulan rejimlere, tanrı adına yakılan kadınlara, tanrı adına işlenen çocuk istismarlarına, tanrı adına yargıçlığa soyunan diktatörlere, sömürgecilere, emperyal hükümdarlara, kana tapan mollalara... İç savaşlara, mezhep savaşlarına, işgallere, katliamlara, soykırımlara, idamlara, toplu mezarlara, asit kuyularına, sürgünlere, işkence mezbahalarına ve tüm bunlara onay veren şuursuz kalabalıklara… Bir Tanrı varsa bu kadar acıya nasıl göz yumabilirdi? Leibniz’in dediği gibi “mümkün olan dünyaların en iyisi” ise bu, diğerleri kim bilir nasıl bir cehennem oluyordu?

Çözüm beklemeyen bir şeydi Epikuros paradoksu, o çözülemez olanın kendisi oluyordu. Çünkü sorumluluk almayı beklediği insandı ve çünkü eğer tanrı yoksa, kötülükle mücadele etmenin sorumluluğunu bunca kötülükte kendi kusurunu hiçbir şekilde bulamayan arzularının kurbanı yeryüzündeki tek türe, bu vahşi yaratığa yüklüyordu; kötülük yapmaktan kendini alıkoyamayan ama kötülüğe karşı koymak zorunda da olan doğanın bu en kusurlu hayvanına. İşte bu yüzden, bir yandan tanrılar dolaşıp melekler kanat çırparken, peygamberler buyruklar yağdırıp ermişlerle evliyalar, azizlerle teologlar vaazlar verip dururken, kerametlerle müjdeler birbirini izleyip iblis tüm kapılardan kovulurken, tanrılar, peygamberler ve meleklerin sesi kiliselerde, camilerde ve havralarda ermişlerin, evliyaların, azizlerin sesine karışıp inanmışların kalbini havalandırırken, öte yandan hemen az ötelerinde oluk oluk kan akıyor, yeryüzünün her köşesinde insan çığlıkları yeri göğü kaplıyor, açlık çocukların bedenini yiyip bitiriyor, yan yana dizili ölü bebeklerin açık gözleri ise hiç kapanmadan, yeryüzünün bu en lekeli vahşi hayvan türünü sonsuza dek lanetliyordu.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.