- 8 gün süren maddi ve manevi işkenceden sonra, çıkarıldıkları mahkemece 22’lerden 16‘sı “resmi görüşe aykırı“ gazetecilikten hapishaneye gönderildi.
Atatürk bir Osmanlı subayı, İttihat ve Tarakki çetesinin de personeliydi. Bu yüzden, her türlü numaranın hakkını verendi. Britanya ve Fransa’nın kurduğu Türk devletinin daha tapusunu teslim almadan, Kürtleri karanlıkta sonsuza kadar susturmak için ışık sızdırmayan bir kara şalı hazırdı.
İttihatçılar da ortalığı ışık sızdırmayan karanlık yaparak, ülkenin sahiplerinden Ermenileri kırmış, Karadeniz Rumlarının dibine dinamit yerleştirmiş, Süryanileri buharlaştırmıştı. Bu olanlardan, dünyanın haberi bile olmamıştı.
O da ta 1920 yılında, henüz Türk devletinin adı bile yokken, “Koçgiride isyan var“ Kürdistan’ın bu yöresinin üstüne siyah bir şal örtüp, ışığı kesmiş, Rum katilleri Topal Osman ve Sakallı Nurettin Paşa çetesini ortalığa salmıştı.
Devletin tapusunu aldığı gün de terörü Kürdistan geneline yaydı. İtiraz edenleri, “isyancı“ saydı. Yapacakları sızmasın, kimse gerçeği görmesin diye Kürdistan‘ı dünyaya kapattı. Yasakla kararttı. 14 yıl boyunca, ırkçı kinle kararmış ruhlar bebek, çocuk, ihtiyar kanıyla yıkandı.
Dünya kamu oyu (halklar), oralarda neler olduğunu görmedi, duymadı, asla öğrenemedi. Türk gazeteleri, bu süre içinde sadece katillerin söylemlerini yayımladılar. Kürtleri aşağıladılar. Haber verme adına küfredip, hakaret yağdırdılar.
Öte yandan Kürtlerin de gerçeği anlatacak ajans ve gazete gibi yayın kurumları yoktu. 1925’den Atatürk’ün ölümüne kadar, kaç kişiyi katlettikleri asla öğrenilemedi.
Yani, bir soykırımın tarihi katiller tarafından yazıldı. (Sonraki Kürt kuşakları, bölük, pörçük bilgi ve belgelerden hakikate varmaya çalıştılar; çalışıyorlar.)
1980’lere gelindiğinde, artık dünya başka yerdeydi. İletişim teknolojisi artık sivil hizmete veriliyordu. Berlin duvarının yıkılmasından sonra internet sivilleşti.
Ayrıca Kürtler dünlere oranla, şimdi ulusal zeminde daha örgütlü. İletişim ağlarını, yayın araçlarını, gün geçtikçe yaygınlaştırdılar. Gazete, ajans ve dergilerden sonra Televizyonları bile oldu.
Artık alttakilerin de gerçeği ve söyleyecek sözleri vardı.
Öte yandan, bazılarına göre “ilkel milliyetçilik“ ama Kürtler de dünün Kürtleri değildi. Ulusal birlik ve dayanışma, her alanda doruklardaydı. Birey olarak da herkes, kendi gücü oranında ulusal kurtuluşa destek verip elini taş altına koyuyor, destek veriyordu.
“Günün tarihini yazmak“ olan gazetecilik de bu süreçte alabildiğine gelişip yayıldı.
Türk devleti, anında terörle cevap verdi. Kürt gazeteci avına çıktılar. Cinayetler işlediler. Gazeteyi (Özgür Ülke) havaya uçurdular. Kürtlerin bilge rıhsipilerinden Musa Anter’i de katlettiler. Ama gazetecilik ruhunu geriletip boşluk yaratamadılar. Kısacası halkın haber almasını, bir başka deyimle, günün tarihinin yazılmasını önleyemediler...
Gelinen günde, IŞİD ruhlu Türk-İslam Faşizmi, Kürt medyasını öldürüp Kürdistan’ı karanlıkla perdelemek için geçmişteki vahşeti rehber aldı. Onların bile sonunda terkettikleri cinayetler yerine, zindan bekçiliğine başladılar. Adli yoldan terör fırtınaları estirdiler. En son Amed’de, gazetecilik yapan 22 Kürt gencini, şafak vakti baskınıyla evlerinden topladılar.
(Gülşen Koçuk, Enes Tunç, Mehmet Yalçın, Kadir Bayram, Feynaz Koçuk, İhsan Erdülen, Safiye Alagaş, Serdar Altan, Aziz Oruç, Mehmet Ali Ertaş, Zeynel Abidin Bulut, Ömer Çelik, Mazlum Doğan Güler, İbrahim Koyuncu, Neşe Toprak, Elif Üngür, Abdurrahman Öncü, Suat Doğuhan, Remziye Temel, Ramazan Geciken, Lezgin Akdeniz ve Mehmet Şahin.)
8 gün süren maddi ve manevi işkenceden sonra, çıkarıldıkları mahkemece 22’lerden 16‘sı “resmi görüşe aykırı“ gazetecilikten hapishaneye gönderildi.
Bu kertede bir parantez: Atatürk de Kürtler diye diye kara perdeler indiriyordu. 1925’de, Kürtleri kullanarak, Takriri Sükun kanununu yürürlüğe koydu ve Kürtlerle birlikte Türk muhalifleri de biçti. Gazetecileri, darağacının gölgesinde dolaştırarak teslim aldı.
O tarihten beri, Türk devletinde “devamlılık” esas ve daimidir. Atatürk “ilahi ruh”, bugün de dünün “kutsal” devamıdır.
Türk İslam faşizmi, şimdi Atatürk’ün “Takriri Sükun” kanununa benzer, bir yasayla, karartma örtüsünü yaymaya hazırlanıyor. Bu yasa biraz Takriri Sükun ama öte yandan Hristiyan dünyasını, yüz yıllarca korku ile titreten Engizisyon yasalarını da andırıyor. Gücün hoşuna gitmeyen her hareket veya söz, suç olacak bundan böyle. Engizisyonda, herhangi bir nedenle suçlanan kişi, kendini temize çıkarmak zorundaydı. Recebin rejiminde de öyle olacak.
Ayrıca, Abdülhamit rejiminde olduğu gibi muhbirler iş başı yapacaktır. Abdülhamit’in burnu uzundu. Yani ördek burunluydu. Bu yüzden ördeği anmak ve ördeği çağrıştıracak göl, bulut, yağmur sözünü kullanmak suçtu. Çünkü bulut yağmur, yağmur da göl demekti ki, orada ördek yüzüyordu.
“Takriri Sükun”da, rejimi övmek kutsal görevdi. Yeni yasa ile Takriri Sükun’daki gibi Receb Tayyibi övmemek kabahat olacak. “Evdeki paralar”, veya “sıfırla Bilal” demek ise büyük suçtur. Hırsıza hırsız demek de...
Kısacası, parlamentoda olan yasa önerisiyle, bir coğrafyanın üstüne kocaman bir siyah örtü örtülüyor. Sonsuz karanlıkta, Bilallere yeni günler doğsun diye...
Ha Kürtlere gelince, onlar zaten özgürlük savaşçıları. Yüz yıldır, özgürlüğün bedeli neyse onu ödediler, ödüyorlar...
Amed Milletvekili Salihe Aydeniz‘den de kendisini kalkan darbesiyle yere düşüren polise el kaldırdığı için, bedel istiyorlar. Kürt’ün, dayakçısına savunma refleksiyle el kaldırması da suçtur...
paylaş
Ahmet KAHRAMAN yazıları
Hulusi’nin soykırım itirafı
18 Nisan
Seccade fırtınası!
4 Nisan
İslam imparatorluğu derken!
1 Nisan
Newroz’dan HDP’ye...
21 Mart
Türk tipi kontra: Hizbullah
18 Mart
Haydut devlet çatırdarken
28 Şubat
Allahın ikinci lütfu: Deprem
25 Şubat
Ölü tecavüzcüleri!
21 Şubat
Irkçı katili durdurmak
18 Şubat
Deprem ve akbabaların hücumu
7 Şubat
'Hayır, vatandaş değilsin'
4 Şubat