Kürt olgusu: Bastırılanın geri dönüşü
Forum Haberleri —

Kürtler
- Kürt olgusu ne yalnızca mazinin izinde yürüyen bir kimliktir ne de yalnızca bir direniş refleksidir; öznenin daha yetkin, daha örgütlü ve daha dönüştürücü bir biçimde geri gelişidir.
- Yazılı tarih öncesinden başlayarak, coğrafyanın kaderine damga vurmuş bir olgunun, tarihin kıyısına itilmeye karşı kendi sürekliliğini, kendi taşıyıcı kolonlarını her defasında yeniden oluşturması ve kendi anlam dünyasını yeniden kurarak bugünü dönüştürmesidir.
NİHAT ALTAN
“…Bizde varlık güçlü aslında; tarihimiz bir yerde varlıktır. Özgürlük tarihi değil; bir varlık tarihidir…” (A. Öcalan. Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu)
Giriş:
Bir olguyu “olgu” yapan şey onun gözlemlenebilirliği ya da sürekliliği değil; onun sorulabilirliğidir. Çünkü sorulamayan bir olgu, yalnızca alışkanlığın tortusu; varlığı hissedilen ama özü asla anlaşılmayan bir karartıdır. Felsefinin olguyu donmuş bir gerçeklik olarak değil, çözülmeyi bekleyen bir muamma, bir düğüm, bir oluş süreci olarak ele almasının nedeni budur.
Olgular, bize verilmiş sabitlikler değildir. Ne doğaldırlar ne de sonsuz. Tam aksine, her olgu bir oluş sürecinin sonucu, daha da önemlisi, bir süreklilik mücadelesinin taşıyıcısıdır. Olgu oluşur, şekillenir, kimi zaman sabitlenir, ama hiçbir zaman bütünüyle tamamlanmaz. Çünkü her olgu, kendi içinde hem varlığı, hem yokluğu barındırır. Onu oluşturan maddi-manevi zemin değiştikçe, olgu da yerinden oynar; dönüşür, çözülür ya da yeniden kurulur.
Peki, olgu nedir?
Bu soruyu cevaplamak için “olgu”yu yalnızca görüngüsel olarak değil, ontolojik bir fenomen olarak ele almak gerekir. Zira olgular yalnızca gözlemlenen şeyler değildir; zamanla ortaya çıkan, kültürel kodlarla şekillenen, anlamla ilişkilenen, çoğu zaman da doğallaştırılarak görünmezleştirilen yapılardır. Fakat bir şey işlevli iken sorgulanmaz; ancak kırıldığında, bozulduğunda düşünülmeye başlanır. Olgular da böyledir. Yerli yerindeymiş gibi duran ‘şeyler’, ancak bozulduğunda, çatladığında, kırıldığında felsefenin konusu olur.
Bu nedenle ilk iş, olguyu soruya dönüştürmektir. Çünkü soru, olguyu çözülmeye açar.
1. Nasıl oldu? Hangi tarihsel, kültürel, maddi süreçlerin sonucudur?
2. Ne üzerinde duruyor? Sürekliliğini sağlayan temeller nelerdir? (Maddi, manevi, ideolojik, kurumsal, epistemolojik)
3. Ne zaman çözülebilir? Hangi yönleri kırılgandır? Ne gibi koşullarda çatlayabilir?
Bu sorular, olguyu yalnızca anlamak için değil; onu yeniden kurmak için de gereklidir.
Fakat burada önemli bir ayrım yapılmalıdır: Olgu, “olgusal” olandan farklıdır. Olgusal olan, istatistiksel ya da deneysel bilgiyle ilişkiliyken, “olgu”, varlıkla ilişki içindeki bir oluş birimidir. Yani yalnızca olmuş olan değil, oluşmaya devam eden; yalnızca var olan değil, var kalmak için mücadele eden bir yapıdır. Bu da olguyu yalnızca geçmişin konusu olmaktan çıkarır; onu bugünün dinamiği, yarının sorusu haline getirir.
Heidegger’e göre, varlık her zaman bir “açılma” (Erschlossenheit) halidir. Hiçbir varlık tam anlamıyla kapalı değildir. Her var olan, kendini bir biçimde gösterir. Ancak bu gösterim her zaman örtülmeyle birlikte gelir. “Varlık, kendini gizleyerek açar.” (Heidegger) Bu nedenle bir olgunun görünmesi, onun tüm yönleriyle açıklığa kavuştuğu anlamına gelmez; tam tersine, her açıklık, yeni bir örtü oluşturur. Böylece olgu, sürekli bir anlam çatışması içinde var olur. Bu da bizi şu sonuca götürür: Olgu, olmuş-bitmiş ve sabit kalan bir “gerçeklik” değil; süreğen bir “yorum savaş alanı”dır. Bu savaş, yalnızca kelimelerle değil; kurumlarla, yasalarla, toplumsal alışkanlıklarla, imgelerle ve simgelerle yürütülür. Bu da her olguyu aynı zamanda bir hegemonya konusu haline getirir: Hangi anlamın meşru sayıldığı, hangi temsilin egemen kılındığı, hangi söylemin dışlandığı soruları, olgunun iç yapısına dair ipuçları verir. Öyleyse olgu, hem var olmakta olan hem de var kalmaya çalışan bir düzendir. Onun “karakteri” yalnızca ilk ortaya çıkışında değil, sürekli yeniden üretiminde ortaya çıkar.
Hiçbir olgu, sıfırdan türemez. Çünkü varlık düzleminde hiçbir şey mutlak bir başlangıçla ortaya çıkmaz; her oluş, başka bir oluşun devamı, dönüşümü ya da sapmasıdır. Bu durum, yalnızca fiziksel dünyaya değil, düşünsel, kültürel ve siyasal olgulara da uygulanabilir. Bir olguya “nasıl oldu?” diye sormak, aslında onun oluş mantığını, tarihsel izleklerini ve temsil ediliş biçimlerini açığa çıkarmaya çalışmaktır.
Ama tarihsel iz, asla dümdüz ilerlemez. Olguya eşlik eden tarih, düz ve doğrusal gelişme değil, çok katmanlı, çok gerilimli, iç içe geçmiş bir karmaşadır. Bir olgunun bugün bize “doğal” ya da “kaçınılmaz” gelen hali, çoğu zaman sayısız çelişkinin, müdahalenin, bastırmanın, unutmanın ve temsilin sonucudur ve her olgu, oluşunun ardında hem tarihsel bir yapı hem de epistemolojik bir seçim taşır.
Öte yandan olgular sadece meydana gelmezler; aynı zamanda temsil edilir, yorumlanır, anlamlandırılırlar da. Bir olgu nasıl temsil edildiyse, tarihe de o şekilde yazılır. Bu yüzden "olgu" yalnızca geçmişin sonucu değil, her zaman bugünün inşasında aktif bir öğedir.
Bu bize şunu söyler: Her tarihsel temsil, bir iktidar ilişkisidir. Olgunun nasıl oluştuğunu anlatan her anlatı, aynı zamanda bir örtme, dışlama ve sınır çizme edimidir. Bu nedenle bir olgunun tarihi, yalnızca onun "olduğu" şeyin izini değil, olamadığı şeylerin de hikâyesini içinde taşır. Deleuze bunu, “süreğen akış” olarak belirtir. Ona göre oluş, kimliğin kurulması değil, kimliğin sürekli ertelenmesidir. Çünkü bir olgu, sabit bir kimlik değil; sürekli başka biçimlere geçen bir akış, bir kaçış çizgisi, bir devinimdir. Olgu, ne kadar sabit görünürse görünsün, kendi içinde hep başka olasılıkların kıpırtısını taşır.
Her oluş, kendiliğinden süreklilik kazanmaz. Bir olgunun ortaya çıkması ile onun kalıcılaşması, iki ayrı düzeyde işler. Oluş, bir başlama meselesiyken, var kalış ise, bir direnç ve yeniden üretim meselesidir. Bu fark, olguların neden sadece doğmadıklarını, aynı zamanda neden sürekli doğurtulmaları gerektiğini anlamamıza yardımcı olur. Çünkü hiçbir olgu, oluşunun ardından kendi kendine var kalamaz. Sürdürülmesi gerekir. Tam da bu noktada, “olgusal süreklilik” yalnızca maddi değil, aynı zamanda anlamsal, simgesel, kurumsal ve epistemik süreçlerin birlikte işlemesini gerektirir.
Süreklilik, bazen dayatılır, bazen arzulanır, çoğu zaman ise doğallaştırılır. Bu doğallaştırma, olgunun artık sorgulanamaz hale gelişiyle tamamlanır. Böylece bir yapı, artık “varlığını neden sürdürüyor?” değil, “zaten hep vardı” noktasına ulaşır. Bu nokta, düşüncenin felç olduğu, eleştirinin imkânsızlaştığı bir eşiğe işaret eder.
Fakat hiçbir olgu gerçekten “doğal” değildir. Her olgu bir inşadır ve her inşa, bir çabanın, bir stratejinin, bir anlam düzeninin ürünüdür. Kendisini devam ettirmesi, yalnızca fiziksel değil, bilinçsel ve yapısal rızaların örgütlenmesine bağlıdır.
Bu düşünceyi Kürt olgusu gibi politik ve kültürel temsilleri olan örneğe uyguladığımızda, çok temel bir soru karşımıza çıkar. Örnek olsun: “Kürt olgusunu “ne zaman oluştu?” diye sormak, sadece tarihsel bir tespitten ibaret değildir. Aynı zamanda şunu sormaktır:
Bugüne nasıl geldi? Hangi temsil biçimleri dışlandı? Hangi anlatılar egemen hale getirildi? Ve bugün bu olgunun varlığı hangi zaman katmanlarında, hangi kırılmalarla sürmektedir?
Sürekliliğin temelleri
"Varlık yer tutmadan kendini sürdüremez" der Foucault. Bunun anlamı şudur: Hiçbir olgu soyut biçimde var kalmaz. Onun sürekliliği; mekan, coğrafik sınırlar, kurumsal yapı, beden vb. gibi, maddi zeminlere yaslanır: Bunlar olgunun maddi taşıyıcı kolonlarıdır. Çünkü olgu, maddi taşıyıcısı olmadan süreklilik kazanamaz. Örneğin bir halk, bir kimlik ya da bir siyasal yapı varlığını sürdürmek istiyorsa; kendini bir yerde, bir adla, bir kurumla, bir mitosla, bir sembolle yerleştirmelidir.
Öte yandan her olgunun altında onu anlamlı kılan bir anlatı, bir değer, bir inanç yatar. Bu simgesel yapı, olgunun zihinsel meşruiyetini sağlar: Dinler için kutsal metinler. Halklar için köken efsaneleri. Devletler için kurucu mitoslar. Kimlikler için ortak acılar ve zaferler vb.
Fakat bunlar yalnızca anlatı değildir, duygusal enerjilerle yüklü varlık dayanaklarıdır. Olgunun manevi sürekliliği, onun çevresine duygusal, ahlaki, hatta varoluşsal bir bağ üretmesiyle mümkündür.
Olgular bu yönüyle arzunun, korkunun, hafızanın, sadakatin de taşıyıcısı olurlar. Yani sürgit kalış, yalnızca dışsal değil, aynı zamanda içsel bir yerleşmeye dayanır. Bu, ontolojik bir yerleşme sorunudur. Bu taşıyıcılar yok olduğunda, olgu da boşlukta kalır ya da yeniden kodlanmaya açık hale gelir. Bu nedenle, her olgu, sürekli olarak yeniden anlatılmalı, yeniden kurumsallaşmalı, yeniden arzulanmalı, yeniden bilinir kılınmalı. Yoksa çözülmeye başlar. Lakin süreklilik, durağanlık değil; dinamik bir yeniden üretim biçimidir. Aksi durumda olgu, görünürdeki sağlamlığına rağmen, sürekliliğini yitirdiği anda birden çözülebilir.
Tarihten günümüze Kürt olgusu
Kürt olgusunun karakteri, onun var olma ve var kalma diyalektiği üzerinden kavranabilir. Bu olgu, sadece tarihsel bir kimliğin anlatısı değil; aynı zamanda sürekliliğini bastırılmaya karşı direnerek, biçim değiştirerek ve yeniden inşa olarak sürdüren dinamik bir varoluş çizgisidir.
Kürt olgusu, çok eski dönemlere; Mezopotamya’nın Neolitik kültür havzalarına kadar uzanan, bugünkü dünyamızın hem coğrafik ve hem de demografik olarak 2/5 kısmını kaplayan Aryen dil ve kültürün kadim toplumsal sürekliliğine yaslanır. Bu kökler, coğrafyanın üretim biçimleriyle, inanç sistemleriyle ve toplumsal örgütlenmeleriyle iç içe geçmiş çok katmanlı bir tarihsel dokunun izlerini taşır.
Medler, bu uzun oluş sürecinde Kürt olgusunun tarihsel görünürlüğünü artıran önemli eşiklerden biridir. Ancak Medler ne klasik anlamda merkeziyetçi bir imparatorluk kurmuş ne de tekil bir ulusal yapı inşa etmiştir. Aksine, farklı aşiretlerin, kabilelerin ve yerel öznelerin birlikte var olabildiği, gevşek bağlarla birbirine tutunan bir konfederal yapı olarak örgütlenmişlerdir. Bu yapı, hem merkezi otoritenin sınırlı olduğu hem de yerel özerkliğin gözetildiği bir siyasal-toplumsal denge modelini temsil eder. Tam da bu nedenle, Med deneyimi daha sonraki Kürt beyliklerinin, konfederasyonlarının ve aşiret ağlarının örgütlenme biçimine tarihsel bir referans noktası olmuş; Kürt toplumsallığının devletsiz ama dağılmayan niteliğini güçlendiren kolektif bir hafıza oluşturmuştur.
Medler döneminde hanedanlığın el değiştirmesinden tutun İslam düşüncesinin Kurdistan’a hakim olmasına kadar, Kürt olgusu, hem merkezi ve hem de yerel özelliğini korumuştur. Yine 9. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar varlık gösteren Farqîn (Silvan), Bitlis, Hakkâri, Soran, Botan, Behdinan, Mukrîyan gibi merkezler yalnızca yönetsel değil, aynı zamanda kültürel merkezlerdir. Şerefhanê Bedlîsî’nin yazdığı Şerefname, Ehmedê Xanê, Baba Tahirê Uryan gibi Kürt düşünürlerinin eserleri, Kürt olgusunun tarihsel olarak bilince çıkış sürecini belgeleyen kaynaklardır. Bu metinler, Kürtlerin yalnızca bir halk değil, aynı zamanda tarihsel bir özne olarak kavrandığının somut işaretleridir.
Kürt kimliği (olgu) tarih boyunca yalnızca siyasal zeminde değil; dil, edebiyat, aşiret yapıları, tasavvufî gelenekler ve kültürel hafıza gibi çok yönlü yapılar üzerinden de şekillenmiştir. Kürtçenin lehçeleriyle gelişen sözlü kültür, yalnızca bir iletişim aracı değil; aynı zamanda bir varlık hafızası işlevi görmüştür. Dengbêjlik, bu hafızanın duygulanımsal aktarım mekaniği olarak karşımıza çıkar.
Fakat Kürt olgusu, Arap-İslam döneminden başlayarak, özellikle ulus-devletlerin kuruluş süreciyle birlikte sistematik olarak dışlanan, inkâr edilen, parçalanan bir yapı hâline getirilmiştir. Türkiye, İran, Suriye, Irak ulus-devletleri, Kürt olgusunu bastırmakla kalmamış, isimden, sesten, yerden ve tarihten silmeye çalışmışlardır. Ancak diyalektik kural işlemekten geri durmamıştır: Bastırılan, yok olmamış, biçim değiştirerek geri dönmüştür. Kürt olgusunun dönüşü, tam da bu bastırılmanın iç geriliminden doğmuş; her yasak, her inkâr, her suskunluk, Kürt olgusunu bir varlık sorusu hâline getirerek yeniden varlık haline gelmesini sağlamıştır. Bastırılmış anlatıların, dışlanmış imgelerin, unutturulmak istenen hafızaların geri dönüş arzusu, bu oluşun dinamiğidir.
Kürt olgusunun taşıyıcı kolonları
Kürt olgusu, maddi ve manevi düzeyde çok sayıda taşıyıcı sütuna yaslanmış, kendi sürekliliğini yalnızca bireylerde değil, mekânda, dilde, kurumda ve bellekte yer edinerek sağlamıştır.
Mekân: Kürt olgusu, belirli bir coğrafyaya yerleşmiştir. Ancak bu yerleşiklik yalnızca toprakla sınırlı değil; zihinlerde, simgelerde ve anlatılarda da kökleşmiştir. “Kurdistan” terimi, salt bir coğrafyayı değil, aynı zamanda bir ontolojik yerleşme biçimini ifade eder.
Dil: Kürt dili tarih boyunca bastırılmış ve 20. yüzyılın başlarından itibaren Türkiye ve Suriye örneklerinde olduğu gibi doğrudan yasaklanmıştır. Buna rağmen Kürt toplumu, bu dilde ısrar ederek dili bir varlık direnci alanına dönüştürmüş, yalnızca iletişim değil, olgunun sürekliliği için vazgeçilmez bir epistemolojik zemin olmuştur.
Toplumsal örgütlenme: Aşiretler, kabileler ve güçlü toplumsallık, Kürt olgusunun dağılmasını engellemiş, devletsiz ama dağılmayan bir süreklilik üretmiştir.
Bölgesel yönetimlerin sürekliliği: Med konfederasyonu sonrasında Şeddadiler, Mervaniler, Botan, Soran, Behdinan, Lor hanedanlıkları gibi oluşumlar, Kürt toplumunun kendi içyapısıyla süregiden bir siyasal-toplumsal düzen inşa ettiğini gösterir.
Din: Kürt toplumu, üst çatı olarak çeşitli dinleri kabul etse de, gündelik yaşamda kendi anlatısına göre şekillenen özgün bir inanç biçimi geliştirmiştir. Medreseler hem kültürel ve hem de tarihsel olarak bu otantik çizginin sürekliliğini sağlayan yapılar olmuştur.
Sözlü anlatı: Kürtlerin uygarlık merkezlerinden ziyade çeperlerde yoğunlaşması, güçlü bir sözlü hafıza geleneği doğurmuştur. Edebiyat ve tarih, çoğu zaman sözlü anlatı üzerinden aktarılmıştır.
Kadın: Kürt olgusunun en güçlü ve istikrarlı taşıyıcısı kadın olmuştur. Ataerkil sistemlerin tüm dışlayıcı ve egemenlikçi baskılarına rağmen, kadın Kürt toplumunda ontolojik bir taşıyıcı olarak her zaman başat bir rol üstlenmiştir. Bu, geçici bir direnç değil; tarihsel bir sürekliliktir.
Bellek: Bastırılmış kimliklerin en önemli taşıyıcısı olan hafıza, Kürt olgusunun var kalma mücadelesinde merkezî bir rol oynamıştır: Med konfederasyonu döneminde hanedanlığın trajik biçimde el değiştirmesi, Arap-İslam ordularının Kurdistan’a girişiyle gerçekleşenler, Koçgiri, Berzencî, Sîmko, Şêx Seîd, Agirî, Mahabad, Dersim, Enfal gibi kolektif travmalar, bu belleğe yalnızca geçmişin izi değil, bugünün direnci olarak işlev üretmiştir. Tüm bu nedenlerle, “Kürt kimliği” yalnızca etnik bir aidiyet değil, tarih boyunca epistemolojik bir direniş formu olarak şekillenmiştir.
Varlığın yoklukla imtihanı: Bastırılanın geri dönüşü
“Olgunun (Kürt olgusu-B.N.) karakteri, onun var olma ve var kalma diyalektiği üzerinden şekillenir. Olgu (Kürt olgusu-B.N.) nasıl olmuş, oluşmuştur? Ve varlığını nasıl, hangi maddi-manevi temeller üzerinden sürdürmektedir? Bu sorulara verilecek cevaplar olgunun (Kürt olgusu-B.N.) varlık-yokluk karakterine dair veriler sunar.
Bu çerçeveden bakıldığında Kürt gerçekliği modernite ile birlikte bitmiş bir gerçeklikti. Kavram olarak da, gerçeklik olarak da Kürt ve Kürdistan, Cumhuriyet’le birlikte kırıma uğratıldı ve üstü örtüldü. "Hayali Kürdistan burada metfundur” gibi ifadelerle bu kırımı sahiplendiler de. Kürdistan'ın diğer parçaları da farklı değildi. Kürt ve Kürdistan adına bir realite kalmamıştı…” (Abdullah Öcalan. Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu)
Böylesi bir tarihsel bastırılma zemininde, 1970’lerin sonunda PKK’nin ortaya çıkışını, yalnızca siyasal bir hareketin doğuşu olarak değil, bastırılmış Kürt olgusunun bir tür ontolojik tepkisi, tarihin dışına itilmiş bir halkın kolektif belleğinin yeniden düzenlenmesi olarak değerlendirmek doğru olacaktır. Bu tepki, salt bir etnik taleple değil; uzun süredir inkâr edilen varoluşsal bir yarılmanın içinden filizlendi.
Fakat sanıldığının aksine bu çıkış, Kürt toplumunu “geçmişine döndürmek” için değil; geçmişi bir bellek zemini olarak kullanarak, yeni bir varoluş alanı yaratmak içindi. Bu da onu yalnızca siyasal değil, aynı zamanda ontolojik bir kurucu yapı hâline getirdi.
PKK ve Kürt olgusu
PKK bunu birbirine paralel ve eş zamanlı olarak üç yönlü ele aldı ve yürüttü:
1. Tarihsel sürekliliğin yeniden kurulması: Uzun süredir bastırılmış olan Kürt tarihi, Medlerden başlayarak hem yazılı hem de sözlü biçimleriyle yeniden hatırlanmaya başlandı. Şêx Seîd’den Dersim’e, Mahabad’dan Enfal’e uzanan tarihsel çizgi, artık bir mağduriyet anlatısı olarak değil; direnişin sürekliliği olarak kurgulandı. Bu, geçmişi yeniden yorumlama çabası değildi sadece, aynı zamanda gelecek için yeni bir inşa’nın alt yapısıydı. Çünkü Kürt olgusunda bastırılan yalnızca beden değil, anlatıydı.
2. Kolektif öznenin inşası: PKK'nin etkisi, sadece silahlı mücadelede değil, Kürt halkının kendini yeniden özne olarak kurmasında yattı. Bastırılmış ve edilgen bir topluluk yerine, kendi tarihini, kimliğini ve geleceğini tanımlayabilecek bir irade oluşturma hedeflendi.
3. Yeni bir tahayyülün doğuşu: Bu süreç yalnızca geçmişin restorasyonu değildi. Aynı zamanda yeni bir toplumsal tahayyülün inşasıydı. Kadın özgürlüğü, kolektif yaşam deneyimleri, doğaya ve mekâna yüklenen yeni anlamlar, Kürt olgusunun sadece “geri dönüşünü” değil; aynı zamanda dönüştürülerek yeniden inşa edilmesini sağladı.
Bu üç yönlü ele alış ile Kürt olgusu, salt bir etnik kimlik olmayı aştı; yeni bir toplumsallığın, yeni bir anlam rejiminin ve yeni bir yaşam formunun kurucu öğesi haline geldi. 52 yıl 1 ay 4 gün boyunca an be an yürütülen bu süreç, klasik ulus-devlet paradigmasını aşan, sınırları yalnızca coğrafyayla değil, etik, estetik ve toplumcu değerlerle tanımlayan demokratik bir toplum fikrini besleyerek, Kürt olgusunu yalnızca geri dönen değil, “AN’da yer tutan ve geleceği kuran bir aktöre dönüşmesini sağladı…
Sözün özü
Kürt olgusu bu yönüyle, ne yalnızca mazinin izinde yürüyen bir kimliktir ne de yalnızca bir direniş refleksidir; öznenin daha yetkin, daha örgütlü ve daha dönüştürücü bir biçimde geri gelişidir. Yazılı tarih öncesinden başlayarak, coğrafyanın kaderine damga vurmuş bir olgunun, tarihin kıyısına itilmeye karşı kendi sürekliliğini, kendi taşıyıcı kolonlarını her defasında yeniden oluşturması ve kendi anlam dünyasını yeniden kurarak bugünü dönüştürmesidir. Bu anlamda yalnızca “olmuş olan”ın değil, “olabilecek olan”ın da adıdır. Lakin unutulmasın: Her şey, bu 52 Yıl 1 Ay 4 gün’ün içinde saklıdır….







