Kürtler kenti devrimcileştiriyor

Toplum/Yaşam Haberleri —

Mehmet Uğur Korkmaz

Mehmet Uğur Korkmaz

  • Kürtler artık kenti devrimcileştiren, kenti hızlandıran, kenti bütün o devrimci gerilimlere ve diyalektiğe sokan bir unsura dönüşüyorlar. Yani bir işçi olarak var olduklarında, kadın olarak var olduklarında, emekçi, öğrenci olarak var olduklarında farklı farklı varoluşlarıyla kıvılcımlar çıkartıyorlar.
  • Ben yaşadığım travmatik deneyimleri ancak 20’li yaşlarımda konuşabildim. Keşke 10 yaşımda konuşabilseydim. O yüzden bu podcast hem bir kayıt olsun hem de Kürtler yalnız hissetmesin, Türkler de yaptıkları hataları görsün diye düşündüm.

EYLEM ÖZBUĞANLI

Hafıza Merkezi bünyesinde yayımlanan “Kürtler Şehirde” adlı podcast programı, Kürtlerin kent yaşamında edindiği tecrübeleri, Kürt meselesinin politik ve sosyolojik bağlamlarıyla işliyor. Podcast serisinin fikir öncüsü ve aynı zamanda programcısı Mehmet Uğur Korkmaz’la “Kürtler Şehirde” podcast serisi ve Kürtlerin kent yaşamını konuştuk.

Öncelikle bu fikir nasıl ortaya çıktı? Neyi görünür kılıp hangi boşluğu doldurmak istiyor?

Aslında birkaç farklı başlangıç noktası var. Birincisi, kendi yaşamım. Bir Kürt olarak İstanbul’da büyüdüm. Mahallemde, okulda hep o küçük çatışmaları, Kürtlerle Türkler arasındaki görünmez sınırları görüyordum. Annem Türk olduğu için de bende ayrıca bir aidiyet krizi vardı. Annemin ailesi politik bir aileydi; milliyetçi ya da feodal bir yerden bakmazlardı. Bu yüzden çocukken olaylara “Türk gibi” de bakmıyordum, Kürtleşmem daha kolay oldu. Büyüdükçe bu gerilimin sadece benim çevremle sınırlı olmadığını fark ettim. Hiç tanımadığım insanlarla sohbet ederken bile beşinci dakikada benzer anılar ortaya çıkıyordu. Podcastte de bu çok tekrar ediyor, herkes Türklerin gösterdiği benzer ırkçı reflekslerden söz ediyor. Çünkü Kürt olmak kendi başına bir sorun değil; sana sorunmuş gibi davranıldığında kimlik ve politika devreye giriyor. Ben de bunu görünür kılmak, kayda almak istedim.

Bir diğer motivasyonum, Türkiye’de büyüyen Kürtlerle Kürdistan’da büyüyen Kürtlerin deneyimlerini karşılaştırmaktı. Kürdistan’da çocuklar genelde öğretmen, memur ya da devlet eliyle şiddete maruz kalıyor. İstanbul gibi şehirlerde ise şiddet akrandan geliyor. Bu farklı bir desen ve bunu deşmek istedim.

Bir de şehir meselesi var. PKK’nin kurucu metni olan Kürdistan Devriminin Yolu’nda Başkan, “Yabancı egemenlik, doğası gereği şehirde ve ovada kurulur. Kürt kente karşıdır ve düşmandır. Kentin kendini yutmaya hazırlanan bir uygarlık canavarı olduğunu çok iyi bilmektedir. Kürt'ün gözünde ‘bajar’ yabancılık, gariplik demektir. Tarihte Kürtler kadar ‘bajar’dan ve ‘bajari’den çekmiş başka bir halk çok az bulunur. Bugün bile şehir, ulusal değerleriyle, diliyle, kültürüyle ve emeğiyle, Kürt’ü ve Kürtlüğü yutan bir vantuz gibidir” der. Metin, aslında Kürdistan devrimi için yazılmış bir metin. Şehir, Kürt’ü yemek üzere gelen bir medeniyet yani medeniyet adı altında Kürt'e doğru gelen bir saldırgan ve Kürt buna karşı direniyor, dağlarda yaşıyor, yükseklerde yaşıyor. Şehirle arasında bir gerilim var.

 

 

Kürt'ün şehir ile arasındaki bu gerilimi biraz daha açabilir misin?

Kürdistan’da “bajarî” diye bir kavram var. En iyi örneğini Nusaybin’de görebiliyoruz. Bajariler şık giyinirler, Türkçe konuşurlar, diğer Kürtlerle aralarına mesafe koyarlar. İşte kent sanki Kürtleri kabul etmeyen, Kürtleri asimile etmeye çalışan, dönüştürmeye çalışan, Türkleştirmeye çalışan, güya medenileştirmeye çalışan bir canavar gibi geliyor Kürtlere. Metropollerde bu çok net görünüyor. Bu çelişkileri göstererek milliyetçilerin “Kürtler şehre geliyor” korkutmalarını ters yüz etmek istedim. Diğer yandan bu durumun tersine döndüğü bir fotoğraf da var. Kürtler artık kenti devrimcileştiren, kenti hızlandıran, kenti bütün o devrimci gerilimlere ve diyalektiğe sokan bir unsura dönüşüyorlar. Yani bir işçi olarak var olduklarında, kadın olarak var olduklarında, emekçi, öğrenci olarak var olduklarında farklı farklı varoluşlarıyla kıvılcımlar çıkartıyorlar. En kişisel motivasyonumsa şu: Ben yaşadığım travmatik deneyimleri ancak 20’li yaşlarımda konuşabildim. Keşke 10 yaşımda konuşabilseydim. O yüzden bu podcast hem bir kayıt olsun hem de Kürtler yalnız hissetmesin, Türkler de yaptıkları hataları görsün diye düşündüm.

Önceki görüşmemizde “Bildiğin Gibi Değil” kitabının da bu işe girişmende etkili olduğunu söylemiştin. Nasıl bir etkisi oldu?

Evet, kitap aslında 90’lardaki çocukların neler yaşadığını, savaşın yıkıcı etkilerini anlatan bir kitaptı, ondan da şu şekilde etkilendim: Bitmeyen bir sanrı olarak şiddet farklı boyutlarda -her gün, belki ölüme maruz kalmıyoruz ya da ölümle tehdit edilmiyoruz ama- devamlı olarak var. Uzakta bir yerde ölümün olması, yakın çevrende ırkçıların olması, ekonomik şiddet, cinsiyet üzerinden yürüyen şiddet, etnisite üzerine… Yani şiddet o kadar yoğun ki biz bunun sadece ölüm kısmını konuşabiliyoruz ki o da aslında biraz daha konuşulması gereken bir şey olduğu için. Ama arka planda zaten Kürt halkı bütün bir şiddete maruz kalıyor. O açıdan beni biraz yüreklendirdi bu kitap.

 

Metropolle şehir ayrımını nasıl kuruyorsun? Şehir, derken neyi kastediyorsun?

Soruyu yönelttiğinde ben de sana sordum bunu. Metropol derken neyi kastediyorsun diye. Evet, metropol bir keşmekeş, belli çatışmaların olduğu, farklı kimliklerin, sınıfların, kültürlerin, etnik grupların iç içe geçtiği bir alan. Ama ben “şehir” derken devletin kurumlarıyla, eğitim sistemiyle organize olabildiği tüm alanları kastediyorum. Yani Amed de bir şehir, Malatya da İstanbul da. Her biri kendi içinde gerilimin çok yoğun olduğu bir yer ve çelişkiler üretiyor. Bir de şöyle bir arka plan vardır ya: Kürtler ve köy. Kürtlerle ilgili olarak sürekli bir köylülük, geri kalmışlık, kırsal olmak imajının çizilmesi ve aynı zamanda Kürtlerin de Anadolu, Türkiye ve Kürdistan’ın diğer tüm halkları gibi son 50 yılda şehre göçmüş olması durumu var. Yani Kürtler, diğerlerinden daha fazla köylü değil. Bir kuşak, iki kuşak geriye gidince köylülük herkeste ortaya çıkıyor.

 

 

Şehirdeki Kürtlerin ortak deneyimlerinden neler gözlemledin?

İki temel küme var. Kürdistan’da doğup büyüyenler ve Türkiye’de büyüyenler. Temel fark şiddeti görme biçimleri. Birincisi devletten doğrudan şiddet görüyor; polis, asker, öğretmen, memur… Hastanede Türkçe konuşmak zorunda kalmak, hastanedeki umursamaz doktorlar, sınıftaki öğretmenler.. İkincisi ise akranlarından, arkadaşlarından, belki sevgilisinden… Daha doğrusu sokağın her an yaşatabildiği şiddet içeren bir gerilim var. Mesela, Kürdistan’da sokakta Kürtçe konuştuğunda kimse sana dönüp bakmıyor ama burada hala belli yerlerde bu bakış sürüyor. Yaşadığı gerilim, kimlik üzerinden yaşanan bir gerilim aslında. Politik biri olmana hiç gerek yok, özellikle Türkiye’de. Türkiye’deki kentlerde Kürt olman dışlanman ve ayrımcılığa maruz kalman için zaten yeterli. Ben de bunu görüyorum konuşan insanlarda. Konuştuklarımdan biri “Üniversiteye geldiğimde bana çok farklı biri gibi davrandılar ve ben o zamana kadar Kürt olmanın bu kadar önemli bir şey olduğunu düşünen biri değildim” demişti. Demem o ki, herkes kendi öznel hikayesini yaşıyor ama bu konu öyle geniş bir toplumsal mesele ki; işte bu podcastlerle hikayeler ortaklaşıyor. Çoğu konuda herkes kendi hikayesini yaşıyor ama mesele toplumsal. Hepsi birbirine ağlarla bağlı bir yapının içerisinde yaşadığımız deneyimlerde ortaklaşıyor.  Sana sürekli o garip sorular soruluyor: “PKK hakkında ne düşünüyorsun?” ya da bir eylem olunca, bir ölüm haberi gelince sana yönelen o bakışlar… Bunlar birçok insanın ortaklaştığı bir deneyim, bunu net olarak görüyorum. Birçok Kürt buna maruz kalıyor ve birçok Kürt sürekli kendini ispat etmek zorunda bırakılıyor. Sürekli kendini açıklamak, kendi normalliğini… Bu kişi illa politik bir özne olmak zorunda değil ve politik değerlerde açıklama yapmak zorunda da değil. Herhangi birileri bunu açıklamak zorunda kalıyorlar.

Podcast’le ilgili nasıl geri dönüşler alıyorsun?

Çok çeşitli geri dönüşler alıyorum ve mutlu oluyorum. Başta bu podcasti Türklerin daha çok dinleyeceğini düşünmüştüm. Eğer dinlerlerse “Yaptığımız nedir? Sorun ne?” diye düşünürler, anlarlar diye düşündüm ama gördüm ki daha çok Kürtler dinliyor. Mesela kim olduğunu bilmediğim, Türklerin yoğunlukta olduğu küçük bir şehirde yaşayan, -belli ki kendini yalnız hissediyor- “Bu podcast çok iyi geldi, yalnız olmadığımı hissettirdi” diyor. Ya da dinleyiciler konuklarımla arkadaş olabiliyor ve bu da beni çok mutlu ediyor. Bunların dışında tabii eleştiriler de var “İmaj güzellemesi mi yapıyorsun?”, “Köylü imajını kırmaya mı çalışıyorsun?” gibi eleştiriler alıyorum. “Biz köylü değiliz, gayet gelişkin insanlarız” demeye çalışıyormuşum gibi algılanıyor. Podcast’i Türkçe yapmam da “asimilasyon” eleştirisi alıyor ama benim gayem zaten Türklerin dinlemesiydi.

İlginç bir geri dönüş örneği: Türk bir kadın, Kürt erkek arkadaşıyla ilişkilerinde yaşadıkları sorunları paylaşmak için bana yazdı. İlişkilerinde yaşadığı sorunlardan dolayı mailler atmaya başladı, bu podcast’i dinleyerek Kürtler hakkında daha fazla şey öğrenmeye çalıştığını belirtti. İlişkisi için yardım istiyordu. Belli ki ilişkisinde, Kürt ve Türk meselesinden doğan gerilimler vardı. Kadın arkadaş aslında Kürdistan’da ne olup bittiğine çok da hakim değildi. Kürt sorununa hakim değildi ama bu podcast onun için bu kapıları araladı. İlişkisinin de biraz iyileşmesine vesile oldu ve biz arkadaş olduk böyle ilginç dönüşler alıyorum.

 

 

Peki kişisel deneyimler mi, kolektif hafıza mı daha belirleyici oluyor?

İkisi de birbirine bağlı. Çocukken yaşadığımız şeylerin toplumsal mı yoksa rastlantısal mı olduğunu bilemiyoruz. Mesela büyüdüğüm mahallede çok az Kürt vardı ve o yüzden yaşadığımız şeylerin ne kadar toplumsal olduğunu bilmiyorduk, bilemiyorsun. Evet, bir şiddete maruz kalıyorsun ama o sınıftaki insanlar kötü olduğu için mi yoksa Türkiye kötü olduğu için mi bilmiyorsun çocukken. Büyüyüp bunları aramızda konuştukça her Kürt'ün benzer şeyler yaşadığını görünce bunun toplumsal olduğunu, hafızamızda bir şey çağrıştırdığını öyle fark ediyoruz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.