Kürtler ve Türk camileri...
Ahmet KAHRAMAN yazdı —
- Sözüm sanadır Kürt!.. Senin ne işin var Diyanet'in camilerinde. Namaz kıldığın camide, hakaret, küfür, halkını aşağılayan hezeyanlar dinleyerek çıkıyorsun.
Bugün, İslamcı haydutluğun Ortadoğu versiyonu IŞİD çetesiyle, Türk devletinin ortaklaşa Êzîdî Kürtlere karşı giriştiği soykırımı atağının yıl dönümüydü. Bu barbarlığı hikaye edecektim, bir kere daha.
Ama beni bağışlayın. Türk din memuru teşkilatı olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Kobanê davasına burnunu sokarak müdahil olması, mahkemeye “mahkumiyet talimatı“ (fetva) vermesi üzerine, kişisel gündemim değişti.
Hemen konuya girmek gerekiyorsa eğer, hemen dün gibi yakın zaman, 9 sene önceydi. Türk devletinin, her türlü silahla donatıp Suriye ve Irak’a saldığı uluslararası İslamcı haydut çetesi IŞİD, Türklerle karışık Kobanê’yi kuşatmış, yıkım yapıp can alıyorlardı. Kuzeyli Kürtler de hattın bu tarafında, elleri koynunda çaresiz, akrabalarının öldürülmelerini seyrediyorlardı. Geride ise Kürtler, sokak gösterileriyle, kırım ve kan sesini sağır, dilsiz ve kötürüm duran dünyaya göstermeye, duyurmaya çalışıyorlardı. Daha sonra, kendileri gibi olmayan insanları kesen, "Allah Allah!" bağırtısıyla tecavüz için seğirten, hırsızlığa koşan bu yaratıklardan bir ordu kurup başkomutanlığına da geçecek olan Recep Tayyip, o sırada “Türk tipi cumhur“un reisiydi. Gidip sınır taşına tünüyor ve ötede kan döküp can IŞİD‘lilere moral desteğini sunan haykırışını koyveriyordu:
“Kobanê, düştü düşüyor!..“
Kürtlerin ölüm günlerinden biri, insanlığın öldüğü andı. HDP, Türk anayasasının tüm yurttaşlara sunduğu bir hakkı kullanarak, katilleri evrenin vicdanına havale etmek üzere, Kürtleri sokak gösterilerine çağırdı. Kürtler, her yerde sokağa akınca, Türk devleti gücünü Hizbullah gibi kiralık çetelerle takviye ederek, silahsız, savunmasız kalabalıklara saldırmaya başladı. Türk kesimindeki Kürt semtleri, evler, iş yerleri talan ve tahrip edildi. Onlarca insan katledildi.
Bundan sonra, elbette katiller, yangıncı ve talancılar hakkında, herhangi bir araştırma, soruşturma açılmadı. Ama, daha sonra başlatılan soruşturma ile anayasal hak suç sayıldı. HDP’nin lideri Selahattin Demirtaş ve kadro arkadaşları tutuklandı. Onların cezalandırılması, partilerinin de kapatılması için dava açıldı.
Kürtler ve önderleri bir kere daha kuşatılmış düşmandı. Davaya bir tek, din memurlarının teşkilatı Diyanet işleri Başkanlığı “müdahil“ değildi. Sonunda o da, düşman cephesinde yer aldı. Mahkemeye verdiği dilekçede, gösteriler sırasında cami ve benzeri kurumlarının zarar gördüğü öne sürülüyordu. Neyin kim tarafından ve nasıl zarar gördüğü yoktu. Ama “fetva“ niteliğindeki dilekçede, mahkemeye Selahattin Demirtaş ve arkadaşlarının ağır cezalara çarptılması talimatı veriliyordu.
Bu arada dünya alemi avanak yerine koyup Diyanet’e güzelleme yapılıyor ve “başkanlığımız, toplumun dini ve manevi değerlerini ayakta tutan, bütün insanlığın barış ve huzuruna katkı sağlayan bir kurum“ diye tanımlıyordu ki, bu tümüyle uydurukçuluktu. Yani yalan.
Çünkü, öne sürülen haller genelde dini kurumlar için geçerlidir. Türk diyanetinde bu olgular hiç görülmedi, kimsece de yaşanmadı.
Şöyle diyeyim: Ben Sezar’ın hakkını Sezar’a vermede taraf olabilirim. Ama lütfen sizler söyleyin. Bugüne dek, Diyanet’in evrensel hangi dini değer ve manevi olguyu ayakta tuttuğunu hatırlayanınız var mı? Varsa eğer, Kuran kursuna giden çocuklara tecavüz edenlere “sakalından utan lan?" denildiğini duyan var mı? Evlenme adı altında altı yaşındaki çocuğa tecavüz eden zebellehlara söz söyledi mi hiç? Dine sahip çıktıysa eğer, Allah salt, Arapça ve Türkçe mi biliyor? Kürt dili neden camilerde kesik? Kürtçe namaz kıldıran, mevlüt okuyan Meleler hapsedilirken, bu din havarileri nerdeydi? Diyanet çatısı altında Alevilere neden yer yok? Ama katiller, tecavüzcü ve hırsızlardan oluşan IŞİD “mücahit“tir, Diyanetin söylemlerinde.
Diyanet o kadar barışçıydı ki başkanı, elde kılıç mimbere çıkıp güç gösterisi yaparak, kan dökme hevesini sergiliyordu. Müslüman Kürtleri öldürmeye, yurtlarını işgal, talan ve gaspa giden Türk ordusunu camilerde haykırılan sela ve okunan vaazlarla kutsayarak yolcu ediyordu.
Ülkeleri işgal altında, kendileri esir olan Kürtler işkence görürken, köyleri alevlere boğulur, şehirleri insan başına yıkılırken, gençleri katledilip diri diri yakılırken nerdeydi, bu safi insan sever teşkilat? Bir kerecik olsun yerde kanayana, gözyaşları içinde boğulan analara, bebeklere baktığını gören oldu mu?
Elalemin din kurumları (kiliseler) açın, savaş mağduru, işkence gören ve ötelenen insanların yanındadır, oysa.
İnsan, elalemin din adamına bakıp utanır be! Kürtler barbarlığın darbeleri altında kimsesizliği yaşarken, Uzak Doğu’da Budist din adamları, rejimden işkence görenlerin acısını evrene duyurmak için kendilerini yakıyorlardı. Brezilya’da, Baş Piskopos Helder Camara, etrafında vızıldayan kurşunlar altında, kaçırılıp kaybedilen ve işkence altında can verenlerin sesine evrensel ses olmak için çırpınıyordu.
Dinler evrenin olgusudur. Din adamları, Tanrı kulu. Ve sen Türk Diyaneti, yüz yıllık bir kanlı ur olan rejime kulluktan başka ne yaptın, bugüne kadar? Bir kere olsun, allahın kulu olduğunu hatırlayıp acı çekenlere bir yudum su, teselli edici bir insani ses verdin mi hiç?
Ama Diyanet’in bütçesi bir kaç bakanlığın bütçe toplamı kadar. Çünkü, zulüm rejiminin başlıca bekçi kurumlarından biri. Diyanet İşleri Başkanı (baş memur) insanlar açlıktan kırılırken, milyon dolarlık zırhlı araçla dolaşıyor ortalıkta. Eşine makam ve hizmetkarlar.
Her neyse, sözüm sanadır Kürt!...
Senin ne işin var camilerinde. Senin haberin yok ama, Cuma namazları farz değil. Cuma namazı diye bir kural, kaide ayet yok. Namaz kıldığın camide, hakaret, küfür, halkını aşağılayan hezeyanlar dinleyerek çıkıyorsun.
Selahattin Demirtaş’ın katıldığı Kürtlerin sokak namazları vardı. Onu da yasakladılar. Sen, camilerine gidip kendini aşağılamaya doymadın mı hala? Süresiz boykot, şimdi değilse ne zaman Kürt?