Kürtlerden Bağdadi’nin Kafkasya’daki çocuklarına

Ahmet KAHRAMAN yazdı —

  • Diktatörlüklerle Mafya, ikiz düzeneklerdir. Aralarındaki tek fark, diktatörlüğün “devlet“ etiketli, Mafya’nın ise düzen dışı olmasıdır. Onun dışında işleyişleri tıpkısıyla aynıdır.

 

Örnek vermek gerekirse, çevirdiği entrika çemberleri nedeniyle Amerikan Mafyası tarihininin en büyük, en namlı ve de en kanlı örgütü Al Capone çetesidir. “Reiz“ Al Capone, 1920’lerdeki içki yasağı yıllarında, bu piyasanın, tartışmasız tek efendisi (diktatörü) idi.

“Yer altında“ kurduğu üretimhane ve dağıtım aygıtları ile yasağı hissettirmeden tüketim pazarını doyurarak, kasalarını dolarla dolduruyordu.

“Reiz“ gibi Al Capone da, kendini uymakla zorunlu hissettiği bir anayasa hukuku veya onunla uyumlu işleyen kanunlar yoktu. Diktatörlükler gibi hukuksuz ve kanunsuzdu yani. Kafası nasıl eserse, kanun da hukuk da oydu. İsterse hayatlar alıyor, isterse bağışlıyordu.

Mesela bugün, Kürtler kendi ülkelerinde dört yandan kuşatılmış esirdir. Esir demişken, bir parantez açayım. Al Capone düzeni işinde, gücünde, tarlası, tapanıyla meşgul çiftçileri, savunmasız masumları katledecek helikoptere bindirip yükseklerden yere atmayacak kadar mert ve onurluydu. İnsanların işine, ekmeği, emeği, birikimine el koyan bir talancı da değildi. Esirlerine copla tecavüz edecek, kadınları çırılçıplak dolaştıracak kadar şerefsiz değildi.

Evet Al Capone da pusucu, ama doğrudan çıkarına takoz olanları tarıyordu. Kürt gibi ruhen ve bedenen, kendini savunamayacak durumda olan esirleri yatağından salıp kurşunladıktan sonra “öldürdük“ diye övünmüyor, yeraltı hapishanelerini masumlarla doldurmuyor, işkencehane işletmeciliği yapmıyordu. Yani, kendine saygısı olan mert bir adamdı, Al Capone. Kendi çapında onurlu...

Ve elbette, her diktatör (Mafya Reizi) gibi Al da, bayrak, millet, vatan, devlet diye haykıran iflah bulmaz bir şovenist, vahşi bir ırkçıydı. Birçok diktatör öz soyuna tükürenlerden ya, o da İtalyan ama, Amerikan milliyetçisiydi...

Ömrünün sonunda çıldırarak dünyadan çekiliveren Al Capone, rol gereği o kadar şoven ruhluydu ki, sokakta yürürkeni Amerika ulusal marşının nağmelerini duyduğunda, duygusallaşıp hüngürdeyerek ağlıyor, ardından sunturaklı bir küfür boca ediyordu, marşın tepesine. Yine görsünlen pazarında, makam masasının kenarında, atlastan dev Amerikan Bayrağı sallandırıyordu. O bayrak, aynı zamanda ayakkabılarını parlatma beziydi.

Her neyse benzerlikler, anlatmakla biter gibi değil. Hikaye ise uzun. Anayasa ve yasaların öngördüğü ile örgütlenmek ve sokaklarda gösteri yapmaya çıkmaktan sanık ve tutuklu. Anayasa gereği seçme ve seçilmekten.

Mafya düzeni budur, işte. Bir adım sonrası bilinmez olan...

Ve 50 milyon kişilik Kürt halkı, Mafya düzeninin işgali altında acı çekiyor. Diri diri yakılıyor, eşleri kız çocukları talana uğruyor, dilleri, özgürlükleri de yasaklanarak onurları çiğneniyor, hırsızlar ortalıkta kol geziyor. Barbarlığın yüz yıllık uygulamasıdır. Ve Kürtler yüz yıldır, “ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin“ dercesine bunlara direndiler.

Ama ayrı ayrı direnmek yetmiyor. Çağımız birlik ve dayanışma çağıdır. Güç olma olgusu burada çünkü. Ama her şeye rağmen iyimser olmak gerek, bu konuda. Kürtler, bugün birlik yolunda, düne oranla daha ileride...

 Rojava’da, bir araya gelemez denilen gruplar, ortak geleceklerini tartışıyorlar, bugün. Rojava güçlerinin komutanı General Mazlum Abdî, gelişmeden yola çıkarak, “bugün daha güçlüyüz“ diyordu.

Şartlar, Kürtlere gelecek için birleşme ve dayanışmayı dayatıyor. Aksi halde, esaret zincirinin, boyunlarını daha da sıkıp tümünü ayrı ayrı nefessiz bırakacağını emrediyor şartlar.

Oysa bütün Kürtler bugün, ayrı ayrı kuşatılmış esirlerdir. Tarlaları, bağ, bahçe, bostan bir yana, ağızlarına götürdükleri kaşığa sahip değiller. Arazileri, koyunlarına yasak. Ülkeleri, baştan başa talana açık. Cihatçı katillerini getirip yerleştiriyorlar, tapulu mülklerine. İşgal topraklarında dilleri yasak, rûspîleri helikopterlerden atılıyorlar.

O nedenle, kurtuluşun tek çare olduğunu biliyorlar, Kürtler. Ama, her neyse...

 Sonraki yazıda devam etmek üzere Ermeni-Azeri savaşından da söz etmek istiyordum. Sözün ortasından girerek söyleyeyim:

Recep Tayyip, IŞİD’ın efendisi Bağdadi’den miras kalan gezgin cihatçılardan oluşturduğu, “Kafkas Müslüman Ordusu“ alanda can alıyor ve bir kaç kuruş uğrunda, kiralık katil olarak can veriyorlar. Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın dediğine göre, 150 kişilik Türk subay kadrosu da savaşı koordine ediyor.

Recep Tayyip’in küçük damadının sattığı insansız savaş uçakları, havada zürbe zürbe...

Savaş sabahı, daha kargalar kahvaltı etmeden, dünyaya “bu kanlı arenanın da efendisi benim“ manasında seslenip “sahada da, diplomaside de biz varız“ diye övünen Recep Erdoğan, ateşkes söz konusu olduğunda ise Azerilere konuşma hakkı bile tanımadan öne atılıyor ve “Karabağ’ın fethine kadar savaşa devam“ naraları atıyordu.

Manzara bu. Bu manzaranın ortasında, Azeri Cumhurbaşkanı Aliyev, iğreti duruşlu bir seyirciydi, sadece...

Ruslara gelince, Ermeni halkına da yaptı yapacağını. Yardımı emreden aralarındaki ikili anlaşmaya rağmen, Ermenilerle eğlenir gibi “isterseniz arabulucu olalım“ diyorlardı.

Kürtlerin kırımı ve ülkelerinin işgaline seyre duran dünya, şimdi Ermenilerin kırımını seyrediyor. Oysa, çıkarları gerektirince, Recep Tayyip’i Akdeniz ve Ege’de püskürtmüşlerdi.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.