Maraş’ın ardından: O sesler hala beynimi dövüyor

Dosya Haberleri —

FIDAN YILDIRIM

FIDAN YILDIRIM

  • Bugünkü DAİŞ’lilere benzer sarıklı bir sürü insan kahvehanenin önünde birikmişti. Kalabalık grup bağırıyordu: “Vurun, vurun! Beş Alevi öldüren cennete gider!” Bu yaşıma kadar o sesler silinmedi zihnimden. O karanlık sesler hala beynimi dövüyor. Sonrasında eve geldik. Bir telefon geldi: Mağazamız talan edilmişti. Tek bir eşya bile bırakılmamıştı.

BARIŞ BALSEÇER

Maraş Katliamı Türkiye için 12 Eylül sürecine uzanan tarihi dönemin başlangıcı kabul edilse de Kürtler ve Kürt Aleviler için, sonu gelmez devlet katliamlarına eklenen bir karanlık sayfa olarak tarihteki yerini aldı. 
Maraş’ta Kür Alevilere yönelik 19 Aralık’ta başlayan ve 26 Aralık 1978’de sona eren katliam saldırısında resmi rakamlar 111 diye yazsa da, resmi olmayan verilere göre katledilen insan sayısı bunun çok daha üzerinde. Katliamda ayrıca Kürt Alevilere ait 210 ev, 70 iş yeri tahrip edildi. 
Yedi gün süren katliam saldırılarına tanıklık edenlerden biri de, o dönemde henüz 10 yaşında olan Fidan Yıldırım’dı. Katliam günlerinde ailesiyle birlikte Yenimahalle’de oturan Yıldırım, çocuk yaşta tanıklık ettiği ve şans eseri sağ olarak kurtulduğu katliam günlerini anlattı.
Hem katliam günlerine hem de geçmişle yüzleşme pratiğine dair çok şey söyleyen bu anlatımı, araya girmeden paylaşıyoruz:

Ekonomik durumumuz iyiydi
“Katliam yaşandığında 10 yaşındaydım, ilkokula gidiyordum ve ailecek Yenimahalle’de oturuyorduk. Ekonomik durumumuz çok iyiydi. Babamın büyük bir konfeksiyon mağazası vardı. Zaten o yıllarda Maraş’taki tüm Kürt Alevilerin ekonomik durumu çok iyiydi. Belli bir konuma gelmişlerdi. Bu katliamın temel sebebi de buydu. Kürtlerin, Alevilerin ekonomik olarak güçlü hale gelmesi istenmemişti. Devlet bunu bir tehlike olarak görüyordu. 
Yaşadığımız ev iki katlıydı. Biz ikinci katta yaşıyorduk. Alt katımızda o dönemin CHP milletvekillerinden Musa Funda ile ailesi kalıyorlardı. İçimizde tek bir Türk aile vardı, gerisi Kürt Alevi ailelerdi. Komşularımızın çoğu Pazarcıklıydı. Çocukluğumun geçtiği bu mahallede mutlu bir yaşamımız vardı. Sevgi ve saygıyla büyüdük. Ailelerimiz sevgiyi, insanlığı öğretti bize. Asla bir evin kapısının kilitlediğini hatırlamıyorum. Kapılarımız birbirimize sorgusuzca açıktı. Aleviliğin özü buydu, buna göre yaşıyorduk. Nefretten arınmış, insanı sevmek üzerine kurulu bir yaşamdı bizimkisi. Katliama kadar mezhep nedir bilmiyordum. Aleviliği yaşamsallaştırmıştık çünkü. Bundan dolayı “Aleviyiz” demeye gerek duyulmamıştı. Ayrıca ailelerimiz bize Maraş merkezin çok tehlikeli olduğunu, oraya gittiğimizde Kürt ve Alevi olduğumuzu söylemememiz gerektiğini tembihlemişti. Katliamda kinin, nefretin ne olduğunu öğrendim. Alevi olduğumuzu da...

40 kişi evde mahsur
Komşularımız ve birçok tanıdığımız katledildi. 19 ve 26 Aralık tarihlerinde Yenimahalle’de yaşanan katliama birebir tanıklık ettim. 
Katliamın başladığı gün okuldan eve dönüyordum. Mahalleye girdiğimde büyüklerde bir telaş vardı. Çocuktum ve ne olduğunu algılayamıyordum. Büyüklerin telaşlı halinden tedirgin olmuştum. Tam sokağa girerken bir taş atıldı. Kimin attığını görmedim. Taş kafama denk geldi, yaralandım.
Katliam saldırıları başladığında evimizin ikinci katta olmasından kaynaklı çoğunluğu kadın ve çocuk yaklaşık 40 kişi bizim eve sığınmıştı. Evde erkek olarak babam ve amcamın oğlu vardı sadece. Kapımız tahtadandı ve bizimkiler evde ne kadar odun varsa merdivenlere yığmışlardı. Saldırganların yukarı çıkması engellemek istenmişti ama ev ateşe verilse birimizin bile kurtulması mümkün değildi. 

‘Alevi öldüren cennete gider’
Haftalar önce tüm evlerin kapısına çarpı işareti konulmuştu fakat hiç kimsenin aklından böyle bir katliamın olacağı geçmemişti. Oysa kapılara boya ile kazınan o çarpı işareti, katliamın ve ölümün işaretiymiş. 
Gündüz vaktiydi. Saldırının ilk saatlerinde mahallede bulunan ve bizimkilerin de gittiği Kürt kahvehanesine bomba atıldı. Evimizin bulunduğu sokağın bir alt caddesindeydi. Mahalledeki evler bitişikti. Babamla ikimiz çatılardan atlayıp gizlenerek kahvehaneyi görebileceğimiz bir noktaya ilerledik. Bugünkü DAİŞ’lilere benzer sarıklı bir sürü insan kahvehanenin önünde birikmişti. Kalabalık grup bağırıyordu: “Vurun, vurun! Beş Alevi öldüren cennete gider!” Bu yaşıma kadar o sesler silinmedi zihnimden. O karanlık sesler hala beynimi dövüyor.
Sonrasında eve geldik. Bir telefon geldi: Mağazamız talan edilmişti. Tek bir eşya bile bırakılmamıştı. Babam yıkılmıştı adeta. Ağladı ve “Ne yapacağım şimdi? Bütün sermayem gitti” dedi. Babam daha bir hafta öncesinde İstanbul’a gitmiş, elindeki tüm parayla yeni ürünler getirmişti. O ürünler daha raflara dizilmemiş, kutularda duruyordu.

Komşu işportacı dükkanımızı yağmaladı
Bizim mağazanın hemen önünde yıllarca çorap gibi eşya satan bir işportacı vardı. Bu kişi Türk’tü. Diğer esnaflar babama birkaç defa şikayette bulunmuş, bu kişinin orada çorap satmasına izin vermemesini istemişlerdi ama babam, “O da ekmeğinin peşinde. Bize bir zararı yok” diyerek bu adamı korumuştu. Bu kişi katliam saldırıları başladığı gibi mağazadaki bütün ürünlere el koyarak götürüp mağazayı da ateşe vermişti. 
Maraş Katliamında Suna ailesinden 7 kişi katledildi. Musa Sunalar bizim komşularımızdı. Musa Suna’nın evine saldırı başladığında biz çocuklar korkudan titriyorduk. Yetişkinlerde de büyük bir panik vardı. Sunaların evinden yedi kişi katledildi ama ben çocuktum, katledilenleri görmedim. Ev ateşe verilip sonrasında silahla tarandığında evden yükselen çığlıkları duyuyorduk. 

Musa Funda yardıma gidiyordu
Alt katımızda oturan Musa Funda’da sadece bir silah vardı. Saldırı anında bizim kata çıktı. Babama, “Sen burayı koru, ben Musa Sunalara yardıma gideceğim” dedi. Babamda ise herhangi bir silah yoktu, çünkü kimse böyle bir katliam beklemiyordu. Musa Funda yardıma giderken orada kurşuna dizilerek katledildi. Musa Suna’nın gelini hamileydi. Anne karnındaki bebeği vurmuşlardı. Anne karnındaki bebek tam başından kurşunlanmıştı. Yaşamımızın tümü yan yana geçmişti. Birlikte oyun oynadığımız, aynı sofrayı, hüznümüzü ve mutluluğumuzu birlikte yaşadığımız insanlar katledildi. 
Yaklaşık üç gün o evde, kalabalık şekilde mahsur kaldık. Halam o zaman sigortada memurdu, beraber yaşıyorduk. O da işyerinde mahsur kalmıştı. Telefon açıp sulara zehir katıldığını, kesinlikle içmememiz gerektiğini söylemişti. Banyodaki büyük kazanda kalan suyu üç gün boyunca damla damla kullandık. Zaten su ve yemek için malzeme olmadığından üç gün böyle yaşadık. Üçüncü günün gecesinde dışarıdan sesler duyduk ve tekrar bir saldırı olduğunu düşünüyorduk. Dışarıdaki sesler babamı çağırıyordu. Kayseri’den gelen jandarma grubuydu. Babam kalabalık olduğumuzu söyledi. 

Suçluymuş gibi...
Katliama uğrayan, haksızlığa uğrayan bizler birer suçluymuşuz gibi hiçbir eşya almadan evden çıktık, askeri araçlara bindirilerek adliye binasına götürüldük. Ne kadar kaldığımızı hatırlamıyorum. 
Dayım, halamla evliydi. Onlar Şeker Apartmanının beşinci katında kalıyordu. Bu apartman iki bloktu ve her blokta 10 daire vardı, tümünde ise Kürt Alevi aileler yaşıyordu. İki gözü görmeyen nenem dayımlarla kalıyordu. Adliyeden bina görünüyordu. Bina tümden ateşe verilmişti. Dumanlar yükseliyordu. Annem bayılmıştı, babam çaresiz gözlerle yanan binaya bakıyor, bir çözüm bulmaya çalışıyordu. Kuzenimi gördüm, pencereden kırmızı bir yorgan sallıyordu, böylece birilerinin kendilerine yardım etmesini istiyordu. 

‘Yukarıdan emir gelmedikçe’
O arada dönemin CHP’sinin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı da adliyedeydi. Kapıdaki askerler ise bizi değil, bakanı koruyordu. Babam askerleri iterek bakanın olduğu yere ilerledi, “Ailem gözümün önünde katlediliyor, siz ise burada oturup katliamı izliyorsunuz? Nasıl bir devletsiniz?” diye bağırdı. Bakan babama dönüp, “Yukarıdan emir gelmedikçe elimden hiçbir şey gelmiyor” demişti.  
Kürt Alevilerin her katliamda duyduğu şeydi bu. Devlete göre kendilerinin müdahale etme şansı yoktu. Devlete göre yukarıdan bir emir beklenmesi gerekiyordu ki, katliamlar durdurulabilsin. Babam göğsünü açtı, “Çaresiziz, ailemizin katledilmesini izletiyorsunuz. Al silahını beni burada vur” dedi. Bakanın verdiği cevap, “Al sana iki asker ve araç, git aileni al getir” olmuştu. 

Faşist doktorun kestiği kol
Devletin organizasyonunda katledilmiştik. Devlet sözde ululuğuyla katledilişimizi izledi ve bize izletti. Sonradan dayım anlattı. Gözleri görmeyen nenem dayıma, “İki ayağım çukurda, beni bırak, al çocuklarını kurtar buradan” demişti.  Dayım o yangının içerisinde ilkin çocuklarını aşağıya indiriyor, sonra dönüp annesini sırtına alıp merdivenden inerken düşüyor. Nenemin tüm kaburgaları kırıldı. Birkaç gün sonra hastanede yaşamını kaybetti. 
Nenem hastanedeyken annem refakat ediyordu. Mehmet Coşkun isminde çok değerli bir doktor vardı, hepimiz o doktora giderdik. Doktor anneme gelerek, “Hemen buradan kaç, buraya da gelmeye başladılar. Zaten öldürdüklerini öldürdüler, öldüremediklerini de burada öldürmeye geldiler. Kurtar kendini, annen bize emanet” diyor. Annem ise kaçmamış, hastanede kalmıştı. O katliamda öz savunma amacıyla katillere bomba attıktan sonra iki parmağı kopan Hüseyin Çolak da hastaneye getirilmişti. Annem hastanedeki bir faşist doktorun Hüseyin Çolak’ın kolunu tümden kestiğine şahit olmuştu ve bunu anlatırken hep ağlardı. 

Hepimiz bir yerlere savrulduk
Biz adliyedeyken oraya da silahlı saldırıda bulundular. Devlet ise karşılık vermiyordu. Sadece bize, “Burada güvenliğinizi sağlayamayız” dediler. Bizi oradan askeri kışlaya doğru yayan şekilde götürdüler. Etrafımızda onlarca asker ve askeri araç… Bir toplama kampına götürülüyor gibiydik. Kışla yolunda yine saldırı düzenlediler. Yaralananlar oldu. Kışlaya götürüldük, buraya da saldırılar oldu. 
Katliam saldırıları başladığında giriş çıkışlar kapatılmıştı. Bize yardıma geleceklere izin verilmiyor, saldırganların geçişlerine ise izin veriliyordu. Köylerde yaşayan akrabalarımız bizden haber alamıyorlardı. O dönem çıkan bir gazetede bizim de katledildiğimiz yazılmıştı. Yaklaşık 6-7 gün Maraş’ın ortasında devlet gözetiminde saldırılar düzenlendi, sonra giriş çıkışlara izin verildi. Akrabalarımız köy servisiyle kışlaya geldi. Biz beş aile kışladaydık. Otobüslere bindik. Üzerimizde sadece kıyafetlerimizle, geride yaşamlarımızı bırakarak Maraş’tan çıktık. Kimi Antep’e, kimi Mersin’e gitti; ailem ise Pazarcık’a taşındı. Dağıldık, her birimiz bir yerlere savruldu. 1988 yılında Almanya’ya geldim, o tarihten beridir burada yaşıyorum. Evlendim, iki çocuğum var.

Canın seninkinden ibaret değil
Aile olarak katliamın ortasında kaldık. Nenem dışında kimseyi kaybetmedik ama komşularımızı, birlikte yaşadığımız insanlarımızı kaybettik. Can dediğin senin canından ibaret değil. Komşularımızla, dostlarımızla bir beden, bir candık. Bir yanımız eksik, bir yanımız yara içinde kaldı. Acılarımız katliamla sınırlı kalmadı. Sürgünler yaşadık, ölümler yaşadık. 1980’deki askeri darbe sonrasında da aile olarak çok baskı gördük. 
On yıl evvel genç yaştaki kardeşimi kaybettik. Annem, “Maraş, kanlı Maraş, çocuklarımı senden korudum ama felekten koruyamadım” diye ağıt yakıyordu. 
Ben oradan çıktıktan sonra bir daha yönümü Maraş’a çevirmedim. Çocukluğumun geçtiği o yerlere bir daha ayak basmadım. İki yıl evvel annem hastalığından dolayı Maraş’ta bir hastaneye kaldırılmıştı, mecburiyetten Maraş’a gitmek zorunda kaldım. Maraş’ta tek bir liram kalmasın diye evde her şeyimizi hazırlayıp hastaneye gittik. Çünkü biliyorum, onlara verdiğimiz bir lira da olsa bize kurşun olarak geri dönüyor.

‘Anne susarak nasıl taşıdın?’
Bir katliamı anlatmak gerçekten çok zor ve ağır. Yaşadıklarımı, tanık olduklarımı yıllarca kimseye anlatmadım. Aile bireyleri yan yana geldiğimizde bu katliamdan bahsetmeyiz, yaşadıklarımızı dile dökmeyiz. Yaşadıklarımı ilk olarak 2015 yılında Avrupa Parlamentosunun "Maraş Katliamı ve Adalet Arayışı" başlığıyla düzenlediği konferansta anlattım. Orada yıllardır dile getiremediğim, içimde susturduğum kelimeleri döktüm. İlk anlattığımda çok duygusaldım ama şimdi anlatabiliyorum. Her anlattığımda şimdiki gibi sesim titrer. Duygusallaşıyorum ve ağlamaya başlıyorum. Çünkü çocukluğuma dönüyorum, o zamanı yaşıyorum. O anlara döndüğümde küçülüyorum, acının her hücreme yayıldığını hissediyorum. Avrupa Parlamentosunda konuştuktan sonra eve geldim, çocuklarım boynuma sarıldılar, “Anne yıllardır bu acıyı susarak nasıl taşıdın?” dediler. 

Katliam bugünde yaşıyor
Biz birlik olmadıkça daha çok katledileceğiz. Birlik olalım diyedir anlattıklarımız. Bizim de tarihimiz budur. Bir daha katledilmemek için tarihimize bakmamız gerekiyor. Bunun içindir ki son yıllarda katliamı anlatıyorum. Bu katliama tanıklık eden birçok insanımız var. 
Dediğim gibi bir katliamı anlatmak gerçekten çok zor ama katliamın unutulmaması için anlatmamız gerekiyor. Gelecek neslin bunları unutmaması gerekiyor. Elbette o günden bugüne bir şey değişmedi. Bugünün DAİŞ’i, geçmişten geliyor. DAİŞ sadece bugün değil, o gün de vardı, geçmişte de. İnsanları yaktılar, anne karnındaki bebeği katlettiler. Kadınlara tecavüz ettiler. İnsanları kaynayan kazana attılar. Kafalarını kestiler. DAİŞ de bugün aynısını yapıyor. Dersim Soykırımında, Zilan’da, Koçgiri’de neler yaşandıysa Rojava’da da onlar yaşandı. Değişen sadece yüzler ve isimler ama zihniyet aynı.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.