Göçmen karşıtlığı, çözümü perdeliyor

Dosya Haberleri —

Ercüment Akdeniz

Ercüment Akdeniz

  • Gazeteci-Yazar Ercüment Akdeniz'in yakın zamanda kaleme aldığı "Göç ve Belediyeler" adlı kitabı, yerel yönetimlerin mültecilere yönelik ırkçı tutumlarını derinlemesine inceliyor. Kitap, yerel politikacıların ve toplumun mültecilere karşı tutumlarının nasıl şekillendiğini, bu tutumların nasıl etkiler doğurduğunu detaylı bir şekilde ele alıyor.
  • Göç meselesine dair sorularımızı yanıtlayan Akdeniz, yabancı düşmanlığının tehlikelerine dikkat çekerek “Ne zaman Suriyelilerle ilgili bir tartışma çıksa hemen akabinde saldırılar Kürtlere ya da toplumun diğer kesimlerine yöneliyor. Dolayısıyla hiçbir parti ‘Benim böyle bir sorunum yok’ diyemez, çünkü var. Irkçılığın bir adım sonrası faşizmdir” diye konuştu.

ERDOĞAN ALAYUMAT

Türkiye’de yerel yönetimler, kent ihtiyaçlarının karşılanması, istihdam olanaklarının sağlanması gibi konularda rol almasının yanında göç meselesi açısından da büyük önem taşıyor. Yürütülen çalışmalarla artan ayrımcılığın önüne geçilebilirken giderek yaygınlaşan mülteci düşmanlığının körüklenmesinde hem muhalefet hem de iktidar belediyeleri dışlayıcı ve ırkçı politikalar izliyor.

Uzun yıllar göç ve göçmenler üzerine çalışmaları bulunan Gazeteci-Yazar Ercüment Akdeniz, Tekin Yayınevi tarafından yayınlanan son kitabı “Göç ve Belediyeler”de, yerel yönetimlerin mültecilere karşı tutumlarını inceliyor. Yeni Özgür Politika Gazetesi’nin sorularını yanıtlayan Akdeniz, yerel yönetimlerin entegrasyon politikalarına, iktidar ve muhalefetin göç konusundaki yaklaşımlarına ve demokrasi güçlerinin rolüne ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Yakın zamanda kaleme aldığınız “Göç ve Belediyeler” kitabınızda oldukça çarpıcı bir konuyu ele alıyorsunuz. Sizi böyle bir çalışmaya iten motivasyon neydi?

Dünyada aşırı sağın yükselişi mülteci ve göçmen düşmanlığı üzerinden oluyor. Ancak sol ve sosyalist cephenin dünyada gelişen ırkçılığa karşı bir hazırlığının olmadığını söyleyebilirim. Bu alanda genel politikaların dışında yerel yönetim politikaları ve göç politikaları alanında bir el kitabına ihtiyaç olduğunu düşündüm. Hiçbir parti ayırmadan bütün sol-sosyalist, demokratik, ilerici partilere ve sendikalara sunabileceğim bir kaynağa ihtiyaç vardı. Bu çalışma böyle ortaya çıktı. 

Kitabınızda yerel yönetimlerin entegrasyon performanslarına, iktidar ve muhalefetin göç konusundaki yaklaşımlarına, göç politikalarındaki olumlu örneklere mercek tutuyorsunuz. Ortaya çıkan tablo hakkında neler söylersiniz?

İktidarın elinde olan belediyelerin performans ve pratiklerine baktığımız zaman bu anlamda yürüttükleri çalışmaların çok da iyi olmadığını söyleyebilirim. CHP belediyelerine baktığımızda İstanbul, İzmir, Adana gibi belediyelerin daha ılımlı ve pozitif bir dil kullanmaya özen gösterdiklerini görüyoruz. Sözünü ettiğim belediyelerde göç birimleri var. Bu birimlerin kurulması olumlu ancak çoğunun yalnız kağıt üzerinde olduğunu söyleyebilirim. Toplumun alt hücrelerine dokunan bir çalışma yok. Kürt kentlerine atanan kayyumlardan kaynaklı HDP belediyeleri üzerinden genel bir değerlendirme yapma şansımız yok.

Suriye iç savaşından sonra Türkiye’ye çok yoğun mülteci göçü yaşandı. O dönemde Türkiye’nin sınır kentlerinde HDP’li belediyelerin öncülüğünde göçmen kampları, yardım dağıtım ağları, göç dernekleri kurulmuştu. Bu çalışmalar belediyelere kayyum atanana kadar da devam etti. Kayyum atamalarının ardından tüm bu çalışmalar durduruldu ve kamplarda kalan insanlar ikinci bir göçe zorlandı. Kayyum politikalarının yalnızca kentlere yaşayan yurttaşlar üzerinde değil mülteciler üzerinde de olumsuz etkileri oldu.

Merkezi yönetimin mültecilere dönük bir politikasının olmadığını biliyoruz. Yerel yönetimler bu anlamda nasıl bir rol oynuyor?         

Ben mültecilerin Türkiye’ye entegre edilmesi yaklaşımını doğru bulmuyorum. Tek taraflı değil çift taraflı bir entegrasyona ihtiyaç var. Çift yönlü entegrasyon nedir? Göçmenlerin bulundukları kentlerde diğer kültürlerle yaşamayı öğrendiği gibi yerleşik toplumlar da göçmenlerin kültürüyle yaşamayı öğrenecek. Bunu sağlayan bir entegrasyon politikasına ihtiyaç var. Öncelikle dil bariyerinin çözülmesi lazım. Türkçe, Kürtçe ve Arapçanın yerel yönetim hizmetlerinde devreye girmesi lazım. Sahada konuştuğum ve kitapta yer verdiğim göçmenlerin hiçbiri belediyenin yolunu bilmiyor çünkü dil bariyeri var. Bu aşılırsa belediye çalışmalarını çok rahatlatır.

Eğer halk meclislerine dayanan, demokratik halkçı bir yönetim anlayışı savunuluyorsa mülteciler bu politikanın neresinde duracak? Belediyelerin yönetimi ve denetimi için halk denetimini sağlamanız ve onun içerisinde belirli bir temsiliyetle göçmenleri de dahil etmeniz gerekir. Ayrıca kent kültürü ve ortak yaşam alanlarında iki toplumun da kanaat önderlerini, kadınlarını, gençlerini bir araya getirecek projeler hayata geçirmeniz mümkün. Göç sorunu her şeyden önce yerel bir sorun. Bir çözüm olacaksa önce yerelden başlaması gerekiyor.

Seçim sonuçlarından bağımsız olarak hem iktidar bloku hem de CHP seçim stratejisini belli başlı kentlerde göçmen karşıtlığı üzerinden belirledi. Bunun en çarpıcı örneği CHP’li Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan. Göçmen karşıtlığında yerel yönetimlerin konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Göçmen karşıtlığı aslında sorunun nedenini anlamayı engelliyor, çözüm önerilerini perdeliyor. Bu aslında herkes için kolay ve kullanışlı. Bir partinin genel başkanı, milletvekilleri, belediye başkanları ve yerel yöneticileri nerdeyse aynı dili kullanıyor: “Biz bunları bir yılda geri göndereceğiz.” Aslında gönderemeyeceklerini kendileri de biliyorlar. Oy almak uğruna mülteci düşmanlığı körükleniyor. Göç sorununun çözümü esasen merkezi iktidarla ilgili. Çünkü sorunun kendisi siyasal bir sorundur. Fakat bununla birlikte yerel yönetimlerin de elinde güç var. Yapabilecekleri şeyler var; yapmaları gerekenler var. Ancak bu anlamda bir stratejileri ve çalışmaları yok. 

Mültecileri geri gönderme yarışının kazananı her zaman AKP-MHP iktidar bloku oldu. İktidar, 2019’da Türkiye’de yaşayan 500 binden fazla mülteciyi geri gönderdi. Muhalefet mültecileri geri gönderme üzerine odaklandığında toplum şunu diyor: “Onları geri gönderirse iktidar gönderebilir; daha önce gönderdi.” Oysa çözüm bu değil. Mültecileri geri göndermek için barış politikalarına ihtiyaç var. Savaş tezkerelerine son vermeniz gerekiyor. Suriye’de demokratik bir ortamın oluşması gerekiyor ki insanlar gidebilsin. Bu yok. Muhalefet buraya odaklanmak zorunda.

Ülkede mülteci denince akla ilk Suriyeliler gelse de Afrika, İran, Afganistan gibi ülkelerden gelen sığınmacıların sayısı da azımsanmayacak kadar fazla. Göçmenleri Türkiye’ye sürükleyen etkenler nelerdir? Neden Türkiye?

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada “Son 120 bin yılın en sıcak yazını yaşadık” dedi. Bu şunu gösteriyor; kürsel sıcaklık arttıkça buna bağlı olarak çölleşme artıyor, su kaynakları kuruyor ve yoksul kitleler göçe yöneliyorlar. Bunun dışında savaş noktaları arttı. Ukrayna ve Filistin’le beraber yeni savaş dinamikleri ortaya çıktı ve bunların bölgesel bir savaşa dönme tehlikesi var. 2030’da muhtemel bir pasifik savaşından endişe ediliyor. Bütün bunlara baktığımızda doğunun batıya doğru, güneyin kuzeye doğru göçtüğünü görüyoruz. Göçler yeni senaryolara göre katlanarak gelecek.

Göç sadece Türkiye’ye doğru yaşanmıyor, esasen refah düzeyi daha iyi olan ülkelere doğru gerçekleşiyor. Türkiye uzun süre mülteciler için sadece transit bir geçiş ülkesiydi ancak dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun Avrupa Birliği (AB) ile imzaladığı geri kabul anlaşmasından sonra Türkiye bir baraj ülkesi haline geldi. Böyle olunca Ortadoğu, Asya ve Kafkasya’dan gelen göç hareketlerinin Ege denizi ya da Edirne üzerinden Avrupa’ya geçiş şansları azaldı. Daha sonra da Türkiye göçmenler için refah düzeyi Avrupa’dan kötü olsa da kalabilecekleri, çalışabilecekleri bir hedef ülke olmaya başladı.

Mayıs seçimlerinde Millet İttifakı seçim stratejisini göçmen karşıtlığı üzerinden ortaya koydu. Bu bağlamda tüm dünyada gelişen göçmen karşıtlığı ve giderek artan faşist eğilimler Türkiye’ye nasıl yansıyor?

20’nci yüzyılın faşizm deneyimlerine baktığımız zaman şunu görüyoruz; iki dünya savaşı arasında Avrupa’da yükselen işsizlik, enflasyon, hayat pahalılığı karşısında lümpen toplulukların faşizmin arkasında yedeklendiği bir tablo oluşturuldu. Faşist hareketlerin burada kullandıkları en önemli argüman yabancı düşmanlığı, Yahudi düşmanlığı ve sosyalizm düşmanlığıydı. 21’inci yüzyılın bu ilk çeyreğinde de benzer özellikler görüyoruz. Avrupa’da yeni faşist hareketlerinin önü açılıyor ve giderek güçleniyorlar. Türkiye’yi bu gelişmelerden ayrı düşünemeyiz. Türkiye’de yüksek enflasyon, işsizlik aldı başını gidiyor. Ülkede ırkçılık ve mülteci düşmanlığının giderek şiddete döneceğinden endişe ediyorum.

14-28 Mayıs seçimlerine bakıldığında Sinan Oğan yüzde 5,02’lik bir oy aldı. Bu çok ciddi bir rakam. Dünyada yükselen gerici ve şoven dalga Türkiye’de de yansımasını bu şekilde buluyor. Neden böyle oldu? Sol ve sosyalist hareketler bunun üzerine düşünmeli. Ben, solun neofaşist parti ve hareketler kadar cüretkar olduğunu düşünmüyorum. Genel olarak daha korkak davranıyor. Mülteci düşmanlığına karşı toplumu ikna edecek bir strateji geliştirebilmiş değiller. Sosyalistlerin göçmenleri kucaklayan bir dili var ama bu yeterli değil.

Göçmenleri kucaklayan dilin yeterli olmadığını söylediniz. Ülkede ciddi bir sorun halini alan mülteci düşmanlığına karşı demokrasi güçleri, sendikalar ve demokratik kamuoyunun durduğu yeri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Toplumun değişip dönüşmesi ve belirli bir hedefe ulaşması için motor güç sosyalist partiler ve sendikalardır. Türkiye’de sosyalist güçler ve sosyal demokratların sol kanadında mülteci düşmanlığından söz edemesek de kendi tabanları içinde ırkçı eğilimlerin olduğunu da söylemek gerekir. Irkçılık toplumun dip köklerine doğru giden bir zehir gibidir. Bu zehir kültürel bir erozyona yol açıyor. Irkçılığa teslim olmuş bir toplum insanlığını kaybetmiş bir toplum haline gelir. Bu tarihsel bir olgudur ve bilimsel bir meseledir.

Yabancı düşmanlığı doğrudan demokrasi güçlerini vurur. Ne zaman Suriyelilerle ilgili bir tartışma çıksa hemen akabinde saldırılar Kürtlere ya da toplumun diğer kesimlerine yöneliyor. Maalesef Kürt gençleri ve Alevi gençlerinin de bu tür ırkçı saldırıların içine çekildiğini görüyoruz. Dolayısıyla hiçbir parti “Benim böyle bir sorunum yok” diyemez, çünkü var. O yüzden sosyalistlerin kendi tabanlarına dönük ciddi bir eğitim vermesi gerekiyor. Irkçılığın bir adım sonrası faşizmdir.

Türkiye’de sığınmacıların ezici bir çoğunluğu ağır iş kollarında, tüm sosyal haklarından yoksun düşük ücretler karşılığında çalıştırılıyor. Ülkede yaşanan yoksulluk ve işsizliğin sebebi sanki mültecilermiş gibi bir algı yaratılıyor. Siz bu anlamda neler demek istersiniz?

Dünyada toplam 300 milyon göçmen var. Bunun 110 milyon kadarı mülteci ve 174 milyonu da işçi. Göç olgusu diye tartıştığımız şey aslında bir emek olgusu. Küresel kapitalizm, mobilize yedek işçi ordusu göçmenler olmadan büyük kazanç sağlayamazdı. Dolayısıyla Türkiye’de büyük bir göçmen nüfusunun olması özellikle merdiven altı sektör dediğimiz kayıt dışı sektör de Türkiye burjuvazisinin bir bölümünün ciddi kazançlar elde ettiği bir emek sömürüsüne dönüştü. Bu ucuz iş gücünü iktidar da bırakmak istemiyor. Yakın zamanda bakanlarının da göçmenleri kastederek “Onlar olmazsa ekonomi batar” şeklinde açıklamaları oldu.

Mültecilerin ucuz iş gücü olarak üretimde yer alması ve derin bir sömürü çarkında eritilmesi Türkiye emekçi sınıflarının kazanılmış haklarına dönük saldırılarda nasıl bir rol oynuyor? Bu anlamda özellikle işçi sendikaları ne yapıyor?

Mültecilerin ucuz iş gücü olarak kullanılması Türkiye işçi sınıfı üzerinde belirli bir baskı yaratıyor. Bunun temel nedeni sendikaların bir strateji geliştirmemiş olması. Yerli ve mülteci işçileri ortak hak mücadelesinde örgütleyecek, harekete geçirecek bir stratejileri yok. Böyle olunca patronlar yerli işçilerin kazanımlarını geri almak için göçmen işçileri kullanıyor. Burada göçmen işçileri suçlayamayız. Suç onları örgütlemeyen sendikaların ve emek güçlerinin.

Türkiye’de 3 büyük sendikal konfederasyon var. İktidara yakın olan Türk İş ve Hak İş hükümetin arka bahçesi gibi hareket ediyor. Mültecilere ilişkin kullandıkları dil ise “Mülteci işçiler bizim din kardeşimizdir. Biz ensar-muhacir ilişkisi çerçevesinde onlara kucaklamalıyız. Mülteci işçilere dönük ayrımcı yaklaşımlar doğru değildir” şeklindedir. Bu kulağa hoş geliyor ama sınıf kardeşi olarak değil bir tebaa toplumu olarak bakıyorlar. Din kardeşliği de yetmiyor. Yani grev yaparken mülteci işçileri örgütlemiyorsanız, din kardeşliği söyleminin bir anlamı kalmıyor; tam tersi sermayeye bir sömürü alanı yaratılıyor.

DİSK’in tutumu dil olarak daha doğru bir yerde duruyor. Ama DİSK’in de bu alanda örgütlenme çalışmaları çok zayıf. Dünyada mültecilere karşı aşırı sağ hareketlerin örgütlenmesi karşısında sendikaların aldığı tutum çok geri.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.