Melis Kaya: Babam yaslandığım dağdır

Kültür/Sanat Haberleri —

MELIS KAYA

MELIS KAYA

  • Babasızlık her yaşta çok zor. Bunu yaşamış olanlar iyi bilirler. Geminiz var ama yelkeniniz yok. Yönsüz kalıyorsunuz, yurtsuz kalıyorsunuz.

 

BARIŞ BALSEÇER

Ahmet Kaya ötekileştirilmenin kritik sınırının, biçiminin ırkçılık ve de mevcut iktidarlarca çizildiği bir ülke olan Türkiye’de, bu sınırı müziğiyle aşan nadir sanatçılardan birisiydi. "Kürtçe albüm yapacağım" dediğinde karşısına çıkanlar, bu kritik sınırın Türk faşizminin çizdiği sınır olduğunu söylemişlerdi yeniden. Militarizmin sanatı ırkçı marşlara, sanatçısı ise histerik bir lincin örgütleyicisine dönmüş, Ahmet Kaya için sürgüne giden yol çizilmeye başlanmıştı. Yılmaz Güney’den sonra Ahmet Kaya da genç yaşta sürgüne gitmek zorunda kalmıştı. Sanatında var olan derinlikli insan sevgisi araya giren ölçümsüz mesafelerle kalbine gömüldüğünde tarih 16 Kasım 2000 idi. Kaya, sürgün gittiği Paris’te tıpkı Yılmaz Güney gibi genç yaşta hayata veda etmişti.
Aramızdan ayrılışın 20. yılında Melis Kaya babası Ahmet Kaya’yı ve ondan kalanları anlattı:

Çok güzel bir insandı
Sırf cümle olsun diye yazmıyorum. Gerçekten babam tanıdığım en hayat dolu, en iyi kalpli insanlardan biriydi. Esprili, kendiyle ve etrafıyla barışık, asla kin tutmayan, bir yanıyla da derinlikli, kırılgan... Çok güzel bir insandı, güzel bir adamdı.
Her canlıya aynı sevgi ve hassasiyetle yaklaşırdı. Hafızamda onun hassasiyetine ve sevgisine dair birden çok anı var. Bu aslında artık bilinen bir hikâye ama yine de anlatmak istiyorum. Bir Kurban Bayramı’ydı. Eve bir koyun alıp geldi.
Koyunun bakışlarından çok etkilenmiş meğersem. 'İnsan buna nasıl kıyar da keser. Ben ancak onun hüzünlü gözlerine bakıp beste yaparım' demişti. Kesmek için değil, beslemek için getirdiği o koyunu; üç köpek, bir papağan, bir muhabbet kuşu ve birkaç balıkla birlikte, bir süre İstanbul’daki evimizin arka bahçesinde besledik. Çocukluğum da onun o duygu ve hassasiyetle ördüğü böyle bir atmosferde geçti.

Müziğinin müthiş büyüsü
Müziğinin elbette müthiş bir büyüsü vardı. Büyük bir müzisyendi ve bu kimliğinin birleştirici bir gücü vardı. Ama Ahmet Kaya her şeyden önce insandı. İnsan kalabilmeyi başarmıştı. Her kesim tarafından dinleniliyor ve sahipleniliyor olmasında, bunun büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.
Her şarkısını tek tek seviyorum gerçekten. Her dönemin kendine has bir şarkısı muhakkak oluyor. Ruh halim düşükse yükseltecek şarkıları seçiyorum örneğin. Ya da bazen tam tersine en kederli olanlarını. O ana göre belirlediğim parçasını, tekrara alıp dinliyorum.
Sokaktan yani halkın içinden gelmişti. Dolayısıyla sokağın dilini konuşabilen biriydi. Yalnızca entelektüel vicdanlara hitap etmiyordu; kapsayıcıydı, kucaklayıcıydı. Hem taşrayı hem de kenti tanıyordu. Ortak insani değerleri, özgür yaşam hakkını savunuyordu. Yürekliydi, dürüsttü, yalındı, gerçekti. Köksüzleşmemişti. Sesinin yankılandığı yerlerin Ahmet Abi’si oluyordu bir anda. Samimiydi çünkü.

Asla taviz vermedi
Bazı insanların dünyaya özel bir misyonla geldiğine ve bu yaşamda bizi birbirimize bağlayan köprüler olduklarına inanıyorum. Babam da onlardan biriydi. Öyledir de hâlâ.
Bedelini ömrüyle ödediği, mücadeleyle geçen onurlu bir yaşam sürdü. Bu anlamdan onun yaşamı ‘kimliğimizden ve ilkelerimizden’ asla taviz vermememiz gerektiğini öğreten bir hesaplaşmadır. Ardında büyük bir sevgi ve saygınlık bıraktı. Dünyaya güzel şarkılar bıraktı. Hatırası bizler için, hepimiz için çok kıymetli. Bu duygularımı onun tüm sevenleriyle paylaşıyorum.

21 yıl geçti ama unutmadım
Babam Kürtçe bir tek şarkı söyleyeceğini açıkladı. Akıl almaz bir saldırıyla karşılaştı. O an salonda toplu bir histeri hali oluştu. Çatal-bıçak atanlar, marşa yetişebilmek için canhıraş sahneye koşanlar, 'Kürt diye bir şey yok' diye bağıranlar... Orada yaşananlar; muhakeme yeteneğini yitirmişliğin ve ilke sahibi olmadan şöhret sahibi olmanın getirdiği kendini devamlı olarak onaylatma arzusunun, makbul olma çabasının bir nevi dışavurumuydu.
O gecenin üzerinden 21 yıl geçti. Ne o sahneyi, ne de o sahnedekileri unutmuyorum. Onları aklama çabası içinde olanları, ‘ama’ diyenleri de... Zamanın bir ruhu yoktur, nabzı yoktur, kimseye karşı merhameti de yoktur. Yaptıklarımızla, eylemlerimizle bir anlamda yaşama ya da kendi yaşamlarımıza imza atıyoruz. Onların o sahnedeki duruşları yaşamlarına, kişisel tarihlerine attıkları imzadır. Hesapları kendileriyle, bizlerle değil.

Suçlular…
Dönemin Türk medyasının ve o haberleri yapanların nasıl büyük bir vebal altında olduklarını ve asla temizlenemeyeceklerini biliyoruz. Onlar da kendilerini biliyorlar. Madem bana söz hakkı verdiniz, ben de söz hakkım varken bir kez daha şu notu tarihe düşmüş olayım: Suçlular, suçluları bağışlayanlar, onların yanında duranlar da aynı suçun ortaklarıdır. Yaşadıkları her gün en az bir kez aynaya bakıyorlar. Sürgünden daha ağır bir ceza bu.

Sürgün günleri
Biraz da olsa kendi gözlemim üzerinden babamın sürgün dönemini anlatmak istiyorum. Bilinenin aksine hiçbir zaman iltica talebinde bulunmadı, direndi. Zaten bir yıl yaşayabildi sürgünde. Sonrasında kaybettik. Mehmed Uzun ona demiş ki ‘İnsan hayatında üç kez çocuk olur. İlki kendi çocukluğu, ikincisi sürgüne geldiği zaman, üçüncüsü de sürgünden dönerken.’
Her şeyden önce gündelik yaşam pratiğini, bambaşka kurallarla yeniden öğrenmek zorunda kalıyorsunuz sürgünde. Babamın sürgüne dair duygusunun cümlesi bana göre muhtemelen şöyleydi: ‘Dışarıda sıfırlanıyorsun. Yani Paris sokaklarında ‘Ahmet Kaya’ değil de; yalnızca sıradan, yabancı, bir başka Ahmet’sin artık. Üstelik dilsizsin. En küçük işlerini yürütebilmek için bile başkasına bağlısın.’

Dostlarına kırgındı
Bu deneyimin başlı başına, derin bir ruhsal kesik olduğunu düşünüyorum. İçinden geçtiğimiz bu dönemde Türkiye’den Avrupa’ya gelen çok sayıda akademisyen, siyasetçi, sanatçı oldu. Kaçınılmaz olarak kolektif bir sürgün ruhu ve buna bağlı bir dayanışma ağı oluştu. Fakat onun döneminde öyle değildi. Bizler yani tüm ailesi Türkiye’de kaldık. Sık gelip gidiyorduk ama sürekli onunla birlikte olamıyorduk. Yanımızdan ayrılmayan insanlar kapımızı çalmaz olmuştu. Ülkedeki yalnızlığımızın da farkındaydı.
Sürgünde bestelediği ‘Siz Yanmayın’ şarkısına, ‘Türkiye’de yaşadığım çok zor günlerde bir ‘merhabasını’ istediğim, fakat o ‘merhabayı’ benden esirgeyen, ulusal anlamda aynı kaderi paylaştığım bütün arkadaşlarım ve dostlarıma ince bir sitemdir. Umarım bunu anlarlar’ diyerek başlar. Fransa’da yaşadığı süreci belki de en iyi özetleyen cümlelerdir bunlar. Ailesini özlüyordu, evini özlüyordu, İstanbul’u özlüyordu. Ve dostlarına kırgındı.

Cenazelerini kaldıramadı
1999 yılındaki depremde ablasını ve yeğenini kaybetti. Gidemedi Türkiye’ye. Cenazelerini kaldıramadı, vedalaşamadı. Bir röportajında acısını, duyduğu o ağır sancıyı ‘O göçükten bir taş kaldıramamış olmanın ağırlığını yüreğimde taşıyorum’ diyerek anlatmıştı.
Her hafta Türk basınında kendisiyle ilgili bir başka manşet görüyordu. Fotomontajla üretilmiş fotoğraflar, hakaretler, ana akım medyanın ana haber bültenleri üzerinden yürütülen sistemli ve planlı saldırılar... Annesi de görüyordu o haberleri, çocukları görüyordu. Linç, o ödül gecesiyle sınırlı kalmadı yani. Aylarca sürdü. Tüm bunlar onu çok yaraladı.

Geminiz var ama yelkeniniz yok
Babasızlık her yaşta çok zor. Bunu yaşamış olanlar iyi bilirler. Geminiz var ama yelkeniniz yok. Yönsüz kalıyorsunuz, yurtsuz kalıyorsunuz. Hayata karşı köşelerinizi sivriltiyorsunuz. Yaş aldıkça yokluğu daha da fark edilir hale geliyor. Günün sonunda tüm o duygusal gel-gitlerden geriye, yeri dolmayacak dev bir boşluk kalıyor.
Yine de o an neyin mücadelesini veriyorsam her seferinde 'Yokluğun bile yeter, şu kötüleri ve kötülükleri savuşturmaya' diye geçiriyorum içimden. Babam, yaslandığım dağdır her zaman.
İçine doğduğunuz ambiyans, bir kader motifine dönüşüyor sanırım. Kendi yaşamım için bunu söyleyebilirim. Annem de babam da akılcı ve politik insanlar. Dolayısıyla o iklimde apolitik olma şansınız kalmıyor. Benzer hikâyelerin içinde büyüyen insanların kiminde tam anlamıyla bir karşı duruş gelişiyor ama, kendim için bunu söyleyemem. Memnunum da.
Dış dünyayla kurulan sosyal ilişkilerde sürekli belli bir dengeyi gözetmek durumunda kalmak, böylesine önemli bir insanın çocuğu olmanın getirdiği zorluk sanırım. Hayatta olsa bu meseleye ‘nasıl yaklaşırdı, ne cevap verirdi’ sağduyusunu da, onun adına geliştirmek gerekiyor.

Artık sadece babam değil yoldaşım da
Birinin yakını olarak bilindiğinizde, insanlarda pozitif ya da negatif bir beklenti oluşuyor. Kırılması kolay olmayan pozitif ya da negatif önyargılar ortaya çıkıyor. Yaşam mecburen daha da kendi içine kapalı bir forma evriliyor. Yoksa elbetteki bu bir bayrak yarışı değil, olamaz. Anlamak ve anlaşılmak için, bu noktada diyaloğu çok önemsiyorum.
Onun dünya algısını, değer yargılarını, itirazlarını, kabullerini, muhalefet biçimini benimsiyorum. Ondan çok şey öğreniyorum. Babam artık yalnızca babam değil, yoldaşımdır da. Yaşım, onu kaybettiğimiz yaşa yaklaştıkça daha da berraklaşıyor bu his. Hayatta olmasını ve aynı duyguyu onun da yaşayabilmesini ve bunun cümlesini ondan dinleyebilmeyi çok isterdim.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.