Mücadele bundan sonra başlıyor

Dosya Haberleri —

Ramazan Vural

Ramazan Vural

31 yıllık tutsaklığın ardından, 27 Temmuz’da Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nden tahliye olan Ramazan Vural:

  • Halkımız birliğini sağlamalı, güçlü bir şekilde Önder Apo etrafında kenetlenmeli. Tekrarlanan yanlışlardan vazgeçmeli. Tek odak noktamız sürecin başarıya ulaşması olmalı. Önder Apo’nun elini güçlendirmeliyiz ki barışı, özgürlüğü tadabilelim. Yoksa aynı yanlışlarla doğruyu bulmamız mümkün değil. Sürecin başarıya ulaştığı, barışın hakim olduğu günlerin özlemiyleyiz.

AZİZ ORUÇ

31 yıllık tutsaklığın ardından, 27 Temmuz’da Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nden tahliye olan Ramazan Vural’la dağla başlayan, zindanla devam eden direniş dolu yaşamını konuştuk. Çocuk yaşta Zilan’daki direniş öyküleriyle büyüyen Vural, gerillaya nasıl ve hangi duygularla katıldığını, ardından ömrünün 31 yılını geçirdiği zindanı gazetemize anlattı. Çocuk yaşta müebbet hapse mahkum edilen Vural, 21 yıl boyunca rehin tutulduğu Bolu Cezaevin’deki hukuksuz uygulamalar, infazı yakılanlar ile hasta tutsaklarla ilgili detayları da paylaştı.

Öncelikle kendinizden bahsedebilir misiniz?

Ağrı’nın Diyadin ilçesine bağlı Ramaklı köyünde 1977’de doğdum. Orta halli bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm. 11 kardeşiz; 7 erkek, 4 kız. Ablamdan sonra evin büyüğü olduğum için ister istemez ailenin yükünü de omuzladım. Ailem Zilan’dan beri devletin saldırılarına maruz kalmış bir ailedir. Dedem Ebubekir Akyüz, Zilan’da direnen isimlerden biri. Mücadele geçmişimiz Zilan’a dayanıyor. Bölgede de yurtsever bir aile olarak biliniriz. Dedemin kahramanlık, mücadele ve cezaevi hikayeleriyle büyüdüm. Öyle olunca mücadeleyle de çok erken yaşlarda tanıştım. Hikayeleriyle büyüyünce insanda başka duygular oluşuyor. Hep bir muhalif pozisyonda kendini hissediyorsun.

Hareketten çok küçük yaşlarda etkilendim. Hareketi, dedemin hikayeleriyle de yan yana getirince daha güçlü bağlarla benimseyip, sahiplendim. Hem köy olduğu için hem de imkanlar olmadığı için hiç okumadım. Okuma yazmayı çok sonra, enikonu da cezaevinde öğrenip kitaplar okumaya başladım. Küçükken dedemden dinlediğim kahramanlık, direniş öykülerini, dağda kendim yaşadım. Doğa ile bütünleşmek, kendini özgür hissetmek, dağları mekan bilmek beni çok mutlu eden duygulardı. Her anım ayrı bir güzellikti.

Küçük yaşlardan itibaren ilgi duymuşsunuz. Ne zaman tutuklandınız? O dönemde neler yaşadınız?

Yaşım küçük olmasına rağmen herhangi bir zorlama olmadan kendi iradem ve isteğimle bu yolu tercih ettim. Nereye gittiğimi de ne yaptığımı da çok iyi biliyordum. 1994’te Ağrı Dağı'nda yaralı olarak yakalandım. Bir gözümü kaybettim ve kolumda yaralar oluştu. Bir gözüm hala hiç görmüyor, diğer gözüm ise az görüyor. Yaralı halimle günlerce gözaltında tutulup sonra tutuklandım. 14 gün gözaltında kaldım, ağır işkencelere maruz kaldım. Yaralı olduğum için kimi günler hastaneye götürüldüm. Sonra tutuklanıp Iğdır Cezaevi’ne gönderildim. Üç ay sonra beni Erzurum'a sürgün ettiler. 12 Eylül vahşetinin izlerinin hala sürdüğü bir cezaeviydi Erzurum Cezaevi. Bir buçuk yılım çok yoğun işkencelerle geçti. İrade kırma, düşüncesinde uzaklaştırma ve benzeri birçok fiziki işkence yapıldı. Pes etmeyen, direnen yanımız olduğu için yıllar içinde orayı da değiştirdik. Daha sonra 9 yıl Amasya Cezaevi’nde kaldım. Daha sonra sürgün edildiğim Bolu Cezaevi’nde de tahliye olduğum güne kadar toplan 21 yıl kaldım.

17-18 yaşlarında cezaevi ile tanıştınız o dönemde neler yaşadınız, ruh haliniz nasıldı? Cezaevine dair neler söylemek istersiniz?

Dedem, Zilan Direnişi’inden dolayı 13-14 yıl cezaevinde kaldığı için oradan cezaevi ile az da olsa tanışmışlığım vardı. Hikayelerinin bir kısmı da cezaevine dairdi. Onun için cezaevini halktan kopuş olarak ele almadım. Mücadelenin ve cefanın bir parçası olarak ele aldım. Düşüncem hep bu yöndeydi. Cezaevini hiç kendime dert etmedim. Daha çok nasıl bir programla çalışacağım, nasıl kendimi geliştireceğim üzerine yoğunlaşmalarım oldu. Daha çok dışarıya dair odaklanmam ya da yoğunlaşmam olsaydı derin boşluklara düşebilirdim. Böylece daha çok sıkıntı çekerdim. Sükunet ve direniş dolu ve aynı zamanda anlam yüklediğim bir süreçti diyebilirim. Genel anlamda siyasi tutsakların “bugün çıkalım, yarın çıkalım” gibi bir dertleri yok. Daha çok mücadelenin akışına bakan bir gelişme var. Bazen arkadaşlar “Af çıkacak bize” diyordu. Ben “Af” kavramına karşı çıkıyordum. İçimde ''Kim kimi af ediyor'' gibi bir duygu vardı. Çünkü karşı tarafa kabul ettiğin bir suçun affını istiyorsun. Onun için kavram olarak doğru görmüyorduk.

 

Dışarıda okula gitmediğinizi, okuma yazmayı dağda ve hapiste öğrendiğinizden bahsettiniz. Buna rağmen cezaevinde liseyi bitirdiniz, okuma yazma sürecinize dair neler söylemek istersiniz?

Okuma yazmayı dediğim gibi çok az olsa da öğrendim. Sonra cezaevinde arkadaşların yardım ve destekleriyle çok hızlı bir şekilde okuma yazma öğrendim. Kitapları kendi başıma rahat rahat okumaya başladım. Okuma yazmayı öğrenince kendimi öyle kaptırıyordum ki kimi günler günde 150-200 sayfa kitap okuyordum. Diplomam yoktu, okuma yazmam da yok diye idare beni kursa yazdırdı. Ama ben içeride arkadaşların sayesinde çoktan öğrenmiştim. Arkadaşlarla görüşmek, onlarla bir araya gelmek için oraya da gittim. Kursa gitmişken bir de diploma alalım düşüncesiyle okumaya devam ettim. Cezaevinde böylece lise diplomasını da aldım.

Kitap çalışmanız ya da yazdığınız kitap oldu mu?

Felsefe, genel kültür, tarih, kadın, dünya tarihi gibi konular üzerinde çalıştım. Ama özelde benim ilgi alanım edebiyattı. Hüseyin Çelebi yarışmasında hikaye dalında yazdığım “Gözyaşlarını yanında getirme” ikinci oldu. Eğitim Sen Êlîh Şubesi tarafından düzenlenen Şerzan Kurt Öykü Ödüllerinde ise Kürtçe öykü dalında ödül “Birîn hene û birîn hen li dînê” adlı öyküsü ile birinci oldum. Ermeni bir ailesinin hikayesini anlatmıştım. Yayınlanmayan daha birçok hikaye ve roman çalışmam vardı. Tahliye olurken cezaevi idaresi onları bize vermedi. Tüm kitap ve yazım çalışmalarıma el konuldu. Dışarı çıkacağım ama yazdığım kitapların inceleneceğini ve yasak olmasa verilebileceğini söylediler. Çalışmalarımın peşini bırakmayacağım, geri almak için ne gerekiyorsa yapacağım.

Türkiye’de hak ihlalleriyle en çok gündemde olan cezaevlerinin başında Bolu Cezaevi geliyor. Bolu’da neler yaşanıyor? Ne gibi hak ihlalleriyle karşılaştınız?

İlk tutuklanınca Erzurum Cezaevi’nde şiddet, işkence ile karşılaştım. Ama 21 yıllık Bolu’da ise tam tersi; fiziki bir işkence yok ama her dakika, saniye psikolojik işkence vardı. Hastaneye, revire giderken, yemek verirken, sayım yapılırken, görüşe gidilirken yani her an bir baskıyla karşı karşıyasınız. En basiti günlük üç öğün yemek gelir. Öğle yemeği saat 03:00'te gelebilir mi? Gelemez. Ama Bolu’da 3'te verilirdi. Sonra bilerek akşam yemeği bir saat sonra 04:00’te verilirdi. Her şey böyle planlı, sistematik olarak yapılıyordu. İnsan bazen kendini sanki deneye tabi tutuluyormuş gibi hissediyordu. Aile gelir, yasada senin bir buçuk saatlik görüşme hakkın var ama sen bir saat görüşürsün. 5 ortak faaliyete çıkma hakkın var, 2 verir, ayda 3 sohbet hakkın var, bir verir. Spora çıkma hakkın 5’tir, 2 verir. Yani hep bir kısma var.

9-10 yıl cezaevinde hiçbir oda değişimi yapılmadı. Kimi zaman 3-6 yıl hiçbirimizi faaliyetlere çıkarmadılar. Bir raporda denmişti “F Tipleri insanlık dışı bir sistemdir.” Gerçekten de öyledir. İnsanın duygularını sürekli zorlayan ve sorgulayan bir sistem vardır.

İdare ve Gözlem Kurulları da Bolu’da aynı mantık ve amaçla çalışıyor. Açık bir şekilde tutsaklara pişmanlık dayatılıyor, iradelerini kırmak istiyorlar. Birçok arkadaş tahliye edilmiyor. 2017'den beri herhangi bir disiplin cezası almamıştım yani onların deyimiyle 'iyi halli’ydim ama yine de bırakmıyorlardı. Gerekçelerin bazıları şunlardı: “Memur odaya girerken ayağı kalkmadın”, “Aramada memura yardımcı olmadın.” “Yeteri kadar kitap okumadı”, “Toplumla bütünleşmeye hazır değil”, “Pişmanlık belirtisi göstermiyor”, “Örgüt ile bağı kesilmemiş”. Ben bir gün sinirlenip, ''Aramayı da biz mi yapacağız, nasıl bir yardım bekliyorsunuz?'' dedim. Somut hiçbir delil, gerekçe yoktu. Ben tahliye olurken aynı dönemde kurula çıkmayı bekleyen arkadaşlar da tahliye edilmedi. Ahmed Mustafa'nın tahliyesi 5, Hasan İnci'nin 4, Keyfo Başak'ın 7, Nurettin Ataman'ın 7, Tuncay Doğan ve Nedim Yılmaz’ın 9 kez tahliyesi engellenmiş oldu.

Hasta tutsakların durumu ise daha ağır, daha gayri insanidir. Muzaffer Akengin diye 75 yaşında bir yurtsever bir arkadaş vardı. 30 yıl önce de hukuksuz bir şekilde tutuklanıp, zindana atılmıştı. Iğdır’da yaşadığı köyde aslında gerillayla hiçbir alakası yoktu. Üzerine iftira atıldı, yalan ifadeler verildi ve işkenceyle yaptıkları şeyi kabul ettirdiler. 75 yaşında bir sürü hastalığın olmasına rağmen 31 yıldır cezaevindeydi. Bir yıldan fazla süredir tahliye olması gerekiyordu, geçtiğimiz günlerde ancak tahliye edildi. 

Yanında son nefesine kadar refakatçı olarak kaldığım Mehmet Ali Çelebi arkadaş vardı. Kanserdi ve son ana kadar da onu bırakmadılar. Biliyorlardı bırakırlarsa bir gün sonra ölecek. Öyle de oldu. 28 yıl cezaevinde olan 70 yaşındaki arkadaş tahliye edildikten birkaç gün sonra yaşamını yitirdi. Ankara'da bıraktılar. İstanbul'a varınca ailesinin yanında o gece vefat etti. Bu duygu, acı, düşmanlık insanda çok derin şeyler bırakıyor. “Hasta tutuklular bırakılsın” deniliyor ve böyle bir kampanya var. Aslında 30 yıldır zindanda olan herkes hasta. Herkes ağır bir hastalık geçiriyor.

Ağır hasta tutsak Hayati Kaytan var. Hayati arkadaşın başında ur (tümör) var. Kendi başına hayatını sürdüremediği için yanında 3 kişi kalıyor. Hayati tehlike her gün büyüyor. Kafasındaki ur büyüyor. Daha Hayati Kaytan’ı ne kadar içerde tutacaklar. Benzer durumda olan daha birçok arkadaş var ve cezaevi idaresi bilerek, suç işleyerek bırakmıyor.

 

Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nın ardından gelişen süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Tahliye olurken de “En yakın bir tarihte amacımıza ulaşacağız” dediniz. Süreci öyle mi okuyorsunuz?

Artık barış sürecine girmiş bulunmaktayız. En yakın bir tarihte amacımıza ulaşacağız. Ama başarı için daha çok çalışmalıyız. Asıl mücadelenin bundan sonra başlayacağını düşünüyorum. Yani Kürtler silahla elde edebilecekleri hakları şimdiye kadar elde etti. Kürtler siyasi olarak Türkiye'nin merkezinde bir koldur. Türkiye siyasi ortamı normalde üçe bölünmüş. Biri CHP ve laikçi kesim, biri de sağ kesim özellikle AKP'nin etrafında toplanan kesimdir. Bir de Kürtler var. Yani Kürtler bu işin merkezinde olacak. Merkezinde olduğu için de bunların hangisi kazanıp kazanamayacağını aslında Kürtlerin eğilimi belirleyecek. Kazanımlarımızı da hakkımızı da biz kazanacağız. Ülkedeki her bir birey hangi haklara sahipse Kürtler de o haklara sahip olmak istiyor. Halkımız da birliğini sağlamalı, güçlü bir şekilde Önder Apo etrafında kenetlenmeli. Tekrarlanan yanlışlardan vazgeçmeli. Tek odak noktamız sürecin başarıya ulaşması olmalı. Önder Apo’nun elini güçlendirmeliyiz ki barışı, özgürlüğü tadabilelim. Yoksa aynı yanlışlarla doğruyu bulmamız mümkün değil. Sürecin başarıya ulaştığı, barışın hakim olduğu günlerin özlemiyleyiz.

***

Havalandırmaya düşen yaprak

1998’de Amasya Cezaevi’ndeyken yağmurlu bir günde bir yaprak düşmüştü havalandırmaya. Tahliye olurken bile o yaprağı kendimle birlikte getirdim. Benim için kıymeti çok farklı. Bu duygular, bu tür şeyler insanda bazen canlanıyor. Çiçeğe dokunamıyorsun. Bir ot havalandırmada bitmeyiversin hemen gelip koparıyorlar. Sana yeşilin rengi bile gösterilmiyor. Ne elbisede gösteriliyor ne de havalandırmada. Sadece iki renk var, biri duvarların bej rengi ikincisi ise mavi kapılar.

En çok sevdiğim, duymak istediğim ses ise çocuk sesiydi. En az 1-7 yaş arasında 20-30 tane yeğenim var. Onlarla zaman geçiriyorum. En çok çocuk sesi ve yeşilliği özledim diyebilirim.

***

'Ana senin o laçıkına kurban olayım’

Van Erciş'te marşla, kitlesel olarak karşılandınız, neler söylemek istersiniz?

Herkes beni çok büyük duygularla karşıladı. Van'a gelirken de çok kalabalık, çok büyük bir sevgiyle karşılandım. Anneler beni görmek, karşılamak için onca yol gelmişti. Onların sarılışı ve gelişi beni çok duygulandırdı. Ben orada annenin elini öperken başında bir tane sarı, kırmızı, yeşil bir oyası vardı. Kürtçe “Ana senin o laçıkına kurban olayım” dedim.

Bugünleri yaşarken, yıllar öncesine de gittim. Babam, annem ve aile ben dağa giderken, çok uğraştılar beni geri getirmek için. Ama ben dönmedim. Babam kalabalığı, sevgiyi ve bu kadar güçlü sahiplenmeyi görürken duygulandı ve gururlandı. Aslında bizim şahsımızda halkımız değerlerine, örgütüne sahip çıkıyordu. Babam aslında iyi ki onu indirememişim duygusunu da yaşıyordu. Direnişimizin ve mücadelemizin kazanımlarını ailemle, halkımızla ortak yaşıyoruz.

Nenem 95 yaşın üstünde olmasın rağmen hala çok dinç. Tahliye olduğumu duyunca çok mutlu oldu. Nenemi böyle ayakta 40 yaşında birisiymiş gibi görünce inanamadım. Nenem Nazê Akyüz, tıpkı dedemin o görkemini yaşıyordu. Dayılarım da dedemin sayesinde en tanınan ailelerden birisidir. Zilan Katliamı’nda katledilen Reşoyê Silo dedemin amcaoğludur. Beni ziyaret eden ve büyük bir coşkuyla karşılayan herkese çok teşekkür ediyorum, sevgi ve saygılarımı gönderiyorum.

***

Müebbet bitti, dava bitmedi

  • Ağrı Dağı’nda yaralandı, bir gözünü kaybetti. Bu haldeyken ağır işkence gördü. Tutuklandığında 17 yaşındaydı, müebbete mahkum edildi. Tahliye oldu ama kemik yaşının tespiti için açtığı dava 17 yıldır hala sonuçlanmadı.

Gerçek doğum tarihim 1977’dir. Ancak babam ve köy muhtarı, kimliğimi çıkarırken beni iki yaş büyük göstererek resmi kayıtlara 1975 doğumlu olarak geçirdiler. Ben tutuklandığımda gerçekte 17 yaşındaydım. Mahkemede bunu belirttim ve kemik yaşımın tespit edilmesini talep ettim.

Ancak mahkeme, babamı tanık olarak çağırdı. Babam, “1975, 1977’den sonra gelir” düşüncesiyle 1975’in daha küçük olduğunu sandı ve mahkemede benim 1975 doğumlu olduğumu söyledi. Mahkeme de bu sözlü ifadeyi esas alarak kemik yaşı tespiti ve hastane taleplerimizi reddetti. Yargılama bu şekilde sürdü ve sonuç olarak müebbet hapis cezası aldım.

Yıllar boyunca gerçek yaşımın tespiti için mücadele ettim. 2000 ile 2007 yılları arasında verdiğim hukuk mücadelesi sonucunda hastane ve Adli Tıp Kurumu (ATK), yaşımın büyük gösterildiğini ve tutuklandığımda çocuk olduğumu kabul etti.

Bu gelişmenin ardından, 2008 yılında Bolu Cezaevi’nde dava açtım. Yerel mahkeme başvurumuzu reddetti ve dosyayı Yargıtay’a gönderdi. O tarihten bu yana dosyam Yargıtay’da bekliyor. Ceza süremi tamamladım ve tahliye oldum, ancak dava hala sonuçlanmış değil.

Bu durum, Türkiye’de hukuksuzluğun ve adalet sistemindeki ağır işleyişin en çarpıcı örneklerinden biridir. Bu hukuksuzluğu hiçbir zaman kabul etmeyeceğiz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.