Natürmortun şatafat perdesini kaldırmak istiyorum

Dosya Haberleri —

BAGER KAYA

BAGER KAYA

  • Natürmort’un şatafat ile dolu perdesini kaldırıp aslında arkasında nasıl çürümüş bir ilişkiler ağı olduğunu, nasıl bir insan ve doğa sömürüsü olduğunu anlatmaya çalışıyorum. İnsan soyunun doğa ile geliştirdiği problemli ilişkiyi direkt bir anlatımla sunuyorum.

MIHEME PORGEBOL

 

Fotoğraf, sanatlar arasında belki de yaşantı ve tanıklıkla en çok iç içe olanıdır. Sanatın yaşantı ve tanıklıkla güçlü ilişkisini düşündüğümüzde fotoğraf, bu bağı en güçlü şekilde kuran sanatlar arasındadır. Oysa varlığı tamamen teknolojik gelişmelere bağlı olması ve bu nedenle en genç sanat disiplinlerinden biri olmasına rağmen yaşantı ve sanat arasındaki bu bağı bu denli güçlü kurabilmesi, bu sanatın gözle ilişkisine tekabül eder. Hatta bu bağın böylesine güçlü, açık ve doğrudan olması, fotoğrafa dair "sanat mıdır, değil midir?" tartışmalarının önümüzdeki on yıllarca da süreceğini gösteriyor. Fakat yüzyılı aşan tüm bu spekülatif tartışmalara rağmen fotoğraf hem sanatın hem de yaşantının içerisindeki etkileşimini sürdürüyor, kendini günden güne insan hayatında daha vazgeçilmez bir konuma taşıyor.

Bager Kaya, doğma büyüme Mêrdînli bir sanatçı. 2012 yılında Bilgi Üniversitesi'nde Sinema ve Televizyon Bölümü'nü okumak üzere İstanbul'a yerleşti. Buradan mezun oldu fakat fotoğraf sanatıyla tanıştıktan sonra yönünü bu alana çevirdi. Her ne kadar sinema alanındaki üretimlerini sürdürse de onu asıl heyecanlandıran fotoğraf oldu. Fotoğraf çekmenin kendisi için bir tür bağımlılığa dönüştüğünü söyleyen fotoğraf sanatçısı Bager Kaya ile sanatın prensipleri doğrultusunda hayatın içerisindeki yerini geri dönüşsüz bir biçimde sağlamlaştıran fotoğraf sanatını konuştuk.

Homicide

 

Fotoğraf sanatının senin için ne ifade ettiğini kısaca anlatır mısın?

Fotoğraf sanatı en basit tabir ile kendimi ifade ettiğim ve uğraşırken beni mutlu eden bir alan. Uzun süredir fotoğraf çekiyorum fakat şu anda bu uzun zamanın büyük bir kısmında fotoğraf sanatını yarı bilinçli olarak icra ettiğimi fark ediyorum. Çünkü ben de kamerasını eline alıp bilinçsizce kameranın görüş açısına giren her şeyi çektim. Fotoğraf alanı ile sanatsal bir amaç güderek uğraşmam daha kısa bir süreyi kapsıyor aslında. Kütüphanede çalıştığım 8 sene boyunca istisnasız her gün çeşitli ressamların resimlerini inceledim. Bu ressamlardan ışığın teorisini, renkleri, çok sayıda kompozisyon çeşidini öğrendim. Bu sebeple bir heves olarak başlayan fotoğraf çekmek, seneler içinde vazgeçemediğim bir uğraşa dönüştü. Öğrenciyken kamera ve ışık ekipmanlarımı okulumdan alırdım ama özellikle pandemi sürecinde bu şansı yitirdim. Fotoğraf çekememek öyle bir noktaya geldi ki banka kredisi çekip kamera satın aldım. Bir çeşit bağımlılık gibi bir şey benim için fotoğraf çekmek.

 

Fotoğrafçılıktan bahsedildiği zaman çoğunlukla insan ve toplumun günlük yaşamından kesitler sunan bir sanat dalı gelir akla. Oysa sen günlük yaşamdan kesitler yerine bir kompozisyon yaratıp çekiyorsun. Aradaki farkı anlatır mısın biraz?

Aslında fotoğrafın ilk kullanım alanı da budur. Fotoğraf, çok uzun zaman boyunca bir arşivleme yöntemi olarak kullanıldı. Halen de bu amaçla kullanılıyor çünkü fotoğraf bu amaca çok uygun bir disiplin. Evet haklısın, bu tarz fotoğrafları sanata olan bakışım gereği çekmiyorum. Çünkü bana göre üretilen bir işin sanata dâhil olabilmesi için belli şartları sağlaması gerekir. Bunlardan ilki ve en önemlisi, sanat amacı güdülerek yapılması. İkincisi ise sanatçı dediğimiz üreticinin ürettiği ürünün üretim aşamalarının tamamına dâhil ve müdahil olması gerekliliği. Fotoğraf disiplininin bazı sanat tarihçileri tarafından sanat olarak kabul görmemesinin nedenlerinden biri de fotoğrafın ikinci kuraldan çoğu zaman yoksun olmasıdır. Elinizde kamera ile sokağa çıkıp sokakta, kahvede, kapı önünde oturan insanları çektiğiniz zaman siz fotoğrafı çeken kişi olarak çerçevenizin içerisine aldığınız doğaya ne kadar müdahil olabiliyorsunuz? Minimum düzeyde olabiliyorsunuz. Aslında yapılan şey şudur: Fotoğrafı çeken, kendince doğru zamanı seçip akıp giden zamandan bir kesiti sonsuza dek dondurmuş oluyor sadece. Burada ana objenin konumu, yönü, aldığı ışık, diğer objelerle olan ilişkisi ve konumu konusunda fotoğrafı çekenin hiçbir etkisi olmuyor. Belki günümüzde “Ben buna sanat diyorsam sanattır” mantalitesi geçer sebep olabilir ama ben o çerçeveden bakmıyorum.

Moldy Blue Night

 

Sana göre bir fotoğrafın sanat kabul edilebilmesi için hangi koşulları karşılaması gerek peki? Daha doğrusu sen bir fotoğrafı nasıl çekersin?

Benim için az önce bahsettiğim iki kuralın birbirini tamamlaması gerekir. Ben fotoğraf çektiğimde onun her aşamasına müdahil olmak isterim. Aksi halde yaptığımı sanat olarak görmem, başkasına da bu sanattır diyemem, kendimle çelişmiş olurum. Ben bir fotoğrafı çizmeden önce bir eskizini çıkarırım, çeşitli varyasyonlarda kompozisyonlar denerim, renklere karar verip ışığını tasarlarım.

Tabii burada, “Fotoğrafın tüm alanları sanata dâhil değildir” derken o alanların değersiz olduğu anlamı çıkmasın. Arşiv dediğimiz şey, geçmişimizden anlardır ve önemi asla yadsınamaz fakat söz konusu sanat olduğunda durum farklıdır tabii, ikisini birbirine karıştırmamak gerek.

 

Fotoğraf aslında en çok da tarihi belge niteliği taşıması yönüyle önemli görülen bir alan. Fakat senin eserlerinin tarihi bir belge niteliği neredeyse yok. Bize fotoğraf sanatının bu yönlerini anlatır mısın biraz?

Evet, yok. Senin de dediğin gibi fotoğraf çoğu zaman tarihi belge niteliği taşıması itibarı ile önemli olmuştur. Peki ya sanat? Fotoğraf sanata dâhil olmaz mı? Sanat tarihinde çok uzun bir süre boyunca doğanın birebir kopyasını en iyi yapan kişi, en iyi sanatçı sayıldı. Bugün biz onlara büyük ustalar diyoruz. Doğanın birebir kopyasını yapmakta fotoğrafın üstüne çıkacak bir plastik sanatçı yoktur tarihte. Ama görüyoruz ki, özellikle plastik sanatlarla uğraşan icracılar ya da sanat tarihçileri fotoğrafı bir sanat olarak görmezler, senin bahsettiğin özelliğinden ötürü. Çünkü fotoğrafçı doğanın yeniden üretiminde, üretim aşamalarına minimum düzeyde katılımcı olur, hatta çoğu zaman kendi iç dünyasından hiçbir şey katmaz.

Sanata baktığımızda toplumlar içinde büyük üne kavuşmuş tüm eserler aynı zamanda özneldir de. Empresyonist ressam Claude Monet’in “Gün Doğumu" tablosuna baktığınızda sanatçının bakış açısını, hislerini, düşüncelerini, en önemlisi de dünyayı görme biçimini görürsünüz. Fotoğraf ise gerçeğin birebir kopyasıdır. Üzerinde herhangi bir dezenformasyon yapmadığınız sürece gerçeğin dondurulmuş bir anıdır. Özellikle görsel sanatlarda empresyonistlerden sonra doğayı en iyi kopya eden değil, onu nasıl gördüğünü en iyi anlatan iyi sanatçı sayıldı. Bu durum fotoğraf için bir handikap oluşturuyor. Çünkü gittikçe öznelleşen sanatın karşısında gerçeğin birebir kopyası olarak fotoğraf duruyor. Ben de bunu görüyorum ve bunu kendimce değiştirmeye çalışıyorum. Ben şahsen kendimi bir fotoğrafçı konumunda değil de bir ressam koltuğunda görüyorum. Bir ressam disiplininde ve estetiğinde çalışıyor ve iş üretiyorum. Tabi bir ressam kadar geniş bir özgürlük alanına sahip değilim. Kullandığım materyallerden ötürü fakat elimdekileri de en iyi şekilde amacıma uygun olarak kullanmaya çalışıyorum. Nasıl yapıyorsun dersen: Öncelikle bu işlerin hepsi sanat amacı güdülerek üretildi, üretiliyor. Ürettiğim her kompozisyon bir tasarımdır ama aynı zamanda benim içsel dünyamın, ideolojimin, geçmişten gelen tecrübelerimin serbest bir dışavurumudur. Bir birey olarak toplumun üzerimde bıraktığı izlerin temsilidir aynı zamanda. Bu açıdan özneldir benim işlerim ama aynı zamanda da toplumsaldır. Çünkü insan tek başına bir canlı değildir.

Moldy Figs

 

Belki de bu yüzden çektiklerin fotoğraftan çok tabloya benzetiliyor. Bize kendi fotoğraf üslubuna dayanarak resim ve fotoğraf arasındaki farktan ve benzerliklerden bahseder misin?

Evet, tam olarak dediğin gibi, insanlar benim fotoğraflarımı bir fotoğraf değil de bir yağlı boya çalışması zannediyor çoğu zaman. Şimdiye kadar aldığım mesajların çok büyük bir kısmı işlerimin çok iyi tablolar olduğu yönde. Bu beni mutlu ediyor açıkçası çünkü amacıma ulaştığımı görüyorum. Kütüphanede çalışmaya başladıktan yaklaşık birkaç ay sonra Wanlı bir resim öğrencisi ile tanıştım. Ona sinema okuduğumdan bahsettim. Biraz sohbet ettikten sonra bana sadece bir tavsiyede bulundu: “Görsel sanatların hangi alanı ile uğraşırsan uğraş, gözünü geliştirmelisin. Bunun da bir tek yolu vardır: Her gün büyük ustaların resimlerini inceleyeceksin, bakacaksın. İstisnasız her gün.” Ve bana bir kitap uzattı. Açıkçası o tavsiyeye son 8 yıldır istisnasız her gün uyuyorum. Bugün “tablo gibi fotoğraf” çekmemin asıl sebebi o tavsiyedir.

Benim fotoğraf üslubum resim sanatının çeşitli dönemlerinden etkilenmiştir. Barok dönem ışığını kendime çok yakın hissederim, bu sebeple “chiaroscuro” ışık tekniğini uygularım fotoğraflarımda çoğu zaman. Rönesans döneminin renk teknikleri gözlerimi alır bu sebeple, her daim o renk tekniklerini kullanırım. Kullanacağım objeleri dokusundan rengine kadar özenle seçerim. Atmosfer olarak romantik dönemin o puslu ve maceraya her an atılacak havası beni çok etkiler, bu sebeple fotoğraflarımda bunu kullanmaya çalışırım. Lakin genel kullanım olarak fotoğrafa baktığımızda bunları uygulamanız çok kolay değildir. Çünkü oluşturduğunuz kompozisyon fazla gerçektir. Fırça gibi istediğiniz yöne savurabileceğiniz bir seçeneğiniz yoktur. Ben de bu handikapı olabildiğince resim estetiğinde çalışarak aşmaya ve iki disiplin arasında bir köprü kurmaya çalışıyorum. Hiperrealist resimleri ele alalım örneğin: Bu tür resimler gerçeğe o kadar benzer ki izleyici fotoğraf mı, resim mi ayırt edemez, çoğu zaman yanılır. Benim işlerimde de bu tam tersi yönde işliyor. İzleyici resim olduğunu sanar.

 

Moldy Lemons and Wine

Çoğunlukla rahatsız edici malzemelerle çalışıyorsun. Hatta malzemelerini rahatsız edici hale getirmek için özel çaba sarf edip zaman harcıyorsun. Kurtlu etler, küflü meyveler, çürümüş kalıntılar... Böylesi "çirkin" diye kodlanmış şeyleri özellikle tercih etmendeki neden ne?

Aslında bu çektiğim türün, yani “still life” (Fransızcası natürmort) türünün sanat tarihindeki önemi ve statüsü ile ilgilidir ve tarihte still life türünün konumunu bilmeden doğru anlaşılacağını sanmıyorum. Still life türünün asıl doğuşu, 17. yüzyıl Hollandasında gerçekleşir. Hollanda, o dönem sömürgecilik yarışında başı çekenlerden biriydi. Büyük bir ticaret merkeziydi. Dünyanın her yerinden ürünler getirilip burada satılıyordu, insanlar bile. Still life türü böyle bir ortamda vuku buldu. Still life, içeriği bakımından günümüzde önemsiz görülüyor olabilir çünkü artık herkes, her şeye bir market kadar uzakta. Fakat 17. yüzyılda bugün çok rahat eriştiğimiz birçok şey Avrupalılar için egzotikti. Sömürgecilik ile zengin olan Avrupalılar, sömürgeleştirdikleri topraklardan çeşitli ürünleri getirtip, satıp zengin oluyorlardı fakat bu zenginliğin sadece para ile olması yetmiyordu. Çünkü burjuva sınıfı aynı zamanda sanata çok büyük önem veriyordu. Bu sebeple zenginliklerini sanat ile taçlandırmaya bayılırlardı. Still life türüne konu olan nesnelere baktığımız zaman büyük çoğunlukla zenginliği temsil eden altın, mücevher, para, inciler ve egzotik doğal ürünler görürüz.

Still life muhtemelen sanat tarihinde anlatıdan yoksun olan tek türdür. Yani diğer türler gibi dini anlatılar, kahramanlık öyküleri vs. yoktur. Natürmort, malı konu eder. Bu açıdan o dönemin sanat akademisyenleri tarafından değer olarak diğer türler arasında en az kıymet gören türdü fakat şöyle bir tezatlık da vardı: Natürmort türünün en büyük alıcıları da yine o akademiyi ayakta tutan burjuva sınıfının mensuplarıydı. Natürmort türü, sanat, estetik ve ayrıcalığın kesiştiği noktadır. Natürmort, nesne merkezli olması sebebiyle satın alma ve sahip olma edimini en net şekilde ortaya koyan ve vurgulayan muhtemelen tek türdür. Bu açıdan natürmort iktidara dairdir çünkü yüksek zümreden insanlar zenginliklerini temsilen bu resimleri satın alır ve çoğu zaman sömürgelerinden gelen nesnelerin konu edilmesini talep ederlerdi.

Nasıl bir sömürge olduğunun altını çizmek için bir örnek vereyim: 17. yüzyıl Hollandasında bir agustus soğanının (lale) fiyatı, 5 bin florin idi fakat aynı dönemde zanaat sahibi bir işçinin haftalık ücreti 2,5 florindi. Pieter Brueghel, çiçek natürmortları ile tanınan bir ressamdır. Çok da iyi tablolar çizer. Yaşadığı dönemde Brueghel tek bir tabloda 140’tan fazla çiçek kullanabilecek kadar zengindi. O dönemde botanik bahçeleri nadir rastlanan bir şeydi. Çoğu zaman krallar ya da prensler sahip olabiliyordu. Sıradan bir çiçek natürmort resmine baktığımızda masum olmayan bir şey görmeyiz ama 17. yüzyılda her lale bir ekonomik ve siyasal sınıfı temsil ederdi. Şimdi natürmort tamamen bakış ile ilgilidir. Sizden gözünüzü ayırmadan bu şatafata, ihtişama bakmanızı ve haz duymanızı talep eder fakat natürmort türü doğayı kültüre kurban eder. Bazen ölümü, cinayeti sokar resmin içine. Avlanmış hayvan resimlerini görmüşsünüzdür belki. Dehşet duymamız gereken bir olayı/durumu haz alınabilir ve arzulanabilir kılar natürmort türü.

 

Moldy Melon and Dry Flowers

Bu anlattıkların doğrultusunda senin çektiklerin nereye düşüyor?

Bunları öğrendikten sonra natürmort türüne o kadar masum bakamadım. Natürmort türü o andan itibaren gözümde çürümüşlüğün resmi oldu. O sebeple fotoğraflarımda nesnelerin alışılmışın dışında, güzel hallerinin dışındaki durumlarını konu ediniyorum. Natürmort’un o şatafat ile dolu perdesini kaldırıp aslında arkasında nasıl çürümüş bir ilişkiler ağı olduğunu, nasıl bir insan ve doğa sömürüsü olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bu yolla anlatısı olmayan tek türe de bir anlatı katmış oluyorum. İnsan soyunun doğa ile geliştirdiği problemli ilişkiyi direkt bir anlatımla sunuyorum. Çünkü bazı şeylerin direkt olarak anlatılmasından yanayım.

 

Kürt bir sanatçısın. Kürt sanat camiasıyla ilgili en büyük eleştirilerden biri de "taşra-merkez" ikiliğini yaratıp merkez diye kodlanan İstanbul'da yoğunlaşması oluyor. Merkezin neden İstanbul olarak görünürleştiği konusunu fotoğraf sanatı açısından değerlendirebilir misin?

Öncelikle sanat dediğimizde insanların kafasında tüm maddi ilişkilerden soyutlanmış bir şey canlanıyor, oysa durum tam tersidir. İcadından beri sanat, her daim sermayeye ihtiyaç duymuştur. Hiçbir büyük ustanın yoksul bir müşterisi olmamıştır çünkü sanat eseri dediğimiz ürünün işlevsel hiçbir yönü yoktur. Bir tablodan bir çekiçten faydalandığınız gibi faydalanamazsınız. Sanat eseri belli bir ekonomik seviyenin tescilidir. Onu satın alan kişi, aslında bunu yapabilme gücünü gösterir.

İstanbul, Türkiye sermayesinin merkezi olduğu için tüm piyasa dinamikleri burada kümelenmiş durumda. Fotoğraf disiplininin reklama dair tüm alanları İstanbul’da. Çünkü buna konu olacak olan sermaye burada. Taşrada da bunu yaparsınız ama gelişim ve ilerleme alanınız sınırlı kalacaktır. Kendini daha ileri taşımak isteyen, daha çok para kazanmak isteyen kişi, kendini sermayenin merkezine atmak zorunda kalır. Sermaye bir lunapark gibi parlak ve alacalıdır. İnsanları kendine çeker. Etraftaki en parlak şeydir, ondan daha görünür şey nadiren vardır. Herkes oraya gitmek ister. Merkez bu yüzden merkezdir, başka merkezlerin oluşması onun varlık yokluk savaşıdır. Taşrada hiçbir sektör yeterince gelişmez, gelişen sektörler bile merkeze döner, merkezden alır. Fotoğraf alanı da bundan nasibini alır. İstanbul’da fotoğrafçılık ile uğraşan biri ile taşrada fotoğrafçılık ile uğraşan biri aynı seviyede görülmez. Çünkü her açıdan merkez daha ileridedir.

 

Bu soruya paralel olarak: Kürdistan'da pek kimsenin duymadığı, görünür olamayan birçok fotoğraf sanatçısı var. Batman'da Sabri Özdemir, Amed'de Dündar Uğurlu gibi. Kürdistan'daki fotoğraf sanatçılarıyla iletişiminiz nasıl?

Öncelikle merkezden uzak bu disiplini icra ediyor olmaları bir handikap günümüzde. Açıkçası ikisinin adını daha önce duymadım. Bu belki de benim gidermem gereken bir kusurumdur. Lakin günümüzde başarılı olan fotoğraf sanatçılarını duymamamız çok mümkün olmuyor çünkü sosyal medya artık herkese bir sergi alanı sunuyor. Sosyal medyadan önce sanatçılar görünür olabilmek için sanat galerilerinin kapılarını arşınlardı ama günümüzde bir sanatçının tanınması, bilinmesi için başka bir şansı da var. Ne kadar karşı çıksam da günümüz dünya düzeni böyle. Bir sanatçının sanatçı olarak tescillenmesi için bir takım odaklar tarafından kabul görmesi gerek. Fotoğrafınızın tescilli bir yayında yayınlanması, bir sergide sergilenmesi, satın alınması gibi çeşitli tescil yolları var. Kürtler olarak fotoğraf sanatının her alanına temsil şansı tanıyan fotoğraf dergilerimizin olmaması büyük bir eksiklik bence. Merkez-taşra eşitsizliği bu şekilde kırılmaya başlanabilir ve birçok insana şans ve ilham verilebilir.

Fakat şöyle de bir durum var: Tanınan çok fotoğraf sanatçımızın olmaması, sadece Kürt olmanın getirdiği dezavantaj ile açıklanamaz. Fotoğraf disiplininin özellikle sanat alanı ile uğraşan insanlarımızın daha çok çalışması ve dünyaya daha çok açılmaya başlaması gerek. Kendilerini Türkiye ile sınırlı tutmaları, onlara şimdiye kadar hiçbir şey kazandırmadı. O zaman neden dışarıya, global dünyaya açılmıyoruz ki? Ben Türkiye’de şimdiye kadar sadece bir yarışmaya fotoğraf gönderdim. Daha önce çok ünlü bir film festivaline gönderdiğim kısa film senaryom ön elemeyi bile geçemedi ama aynı senaryo dünya genelinde 10 festivalden 7’sinden derece ile döndü. Her zaman söylerim: Kürt sanatçısının çok büyük hayalleri var ama güç nasıl kazanılır, bilmiyor.

 

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.