Neo-liberal bir hatırlatmama eylemi: Hafıza sergisi

Dosya Haberleri —

Ayşegül Sönmez

Ayşegül Sönmez

  • Sanat eleştirmeni Ayşegül Sönmez, Hafıza Sergisi'ne bambaşka çerçevelerden eleştiri getiriyor: "Türkiye olarak hafızasız olmayı diliyoruz. Helin'in de, Ceylan Önkol'un da yasını tutamadık. Hafıza sergisi Neo-liberal bir hatırlamama eylemi."
  •  “Çok iyi bilmeliyiz ki, asıl mesele, Godard'ın da altını çizdiği gibi ‘politik olarak sanat’ yapmaktır. Bir direniş ruhunun benimsenmesini sağlayacak bir ortam, entelektüel ve politik bir ortam, talep etmektir."

GÜLCAN DERELİ

Ayşegül Sönmez, bir sanat eleştirmeni ve gazeteci. Tartışmalara yol açan Ahmet Güneştekin'in Diyarbakır Sur'da açılan "Hafıza Odası" sergisi dolayısıyla konuştuk. Sönmez'in, sadece sergiye değil, hepimize, ülke olarak içinde bulunduğumuz hale dair çarpıcı tespitleri oldu. Konu bir sanat sergisi olsa da aslında onun çok ötesinde. Sanattan ülkenin hallerine, yüzleşmeye, gönüllü hafızasızlaşmaya, acının ürünleştirilmesine dair zihin açıcı değerlendirmeler yaptı Sönmez. Hepimizi yeniden düşünmeye, yüzleşmeye davettir bu söyleşi.        

Diyarbakır’da Ahmet Güneştekin'in sergisinde Ertuğrul Özkök ve İsmail Saymaz'ın halay çeken videoları ve sergide kullanılan firgüler, bu durum çok tepki çekti. Siz ne düşünüyorsunuz? 
Açıkçası beni kişiler hiç ilgilendirmiyor. Kişiler üzerinden konuşmak da siyaset oluyor. Burada durum daha önemli. Mesele bence halay çekmek değil. Türkiye Türklerindir yazısını kaldırmadan Ahmet Kaya'yı hedef göstererek gazetecilik yapan birinin bir sanatçının sergisinin açılışına katılması da değil. Kişiler üzerinde konuşursak dedikodu yapmış oluruz. Diyarbakır'ın bir şimdisi ve bir tarihi var. Bu tarihin verili bir doğrultusu yok. Bir amacı da bulunmuyor. Ama bu geçmişsiz kılınmak istenen şimdinin içinde, bize düşen bazı görevler var. Bir eleştirmen olarak örneğin ben bu şimdide, geçmişi yeniden okumak, değerlendirmek, yeni yollar bulmak isterim. Öyle de yaptım ve daha önce Diyarbakır ekolü diye tanımladığım bir ekolün estetik olarak iflasını ilan ettim. Bu estetiğin ya da bu estetiğe sahip sanatçıları suçlamak adına değil! Aksine bu estetiği ürünleştiren, kopya eden taklit edenleri ifşa etmek adına!

Foto: Ercan Arslan

Sanat nedir? Sanat eseri adı altında, Kürtlere kan kusturan bir dönemi rengârenk tabutlarla anlatmak sanat mı?
Kültür ortamının alabildiğine magazinleştirildiği, eserlerin ‘paslanmaz çelik’ diyerek anıldığı, ‘hayır burada ahşabı da var’ diyerek satıldığı, koleksiyonerlerin aldıkları heykelin üstüne bir ata biner gibi resmen çıktıkları bir ortamda, bir dönemde politik sanat yaptığını sananlar olacaktır. Bunu cesaret edenler... Ama çok iyi bilmeliyiz ki, asıl mesele, Godard'ın da altını çizdiği gibi ‘politik olarak sanat’ yapmaktır. Bir direniş ruhunun benimsenmesini sağlayacak bir ortam, entelektüel ve politik bir ortam, talep etmektir. Çağdaş sanat açısından baktığımız zaman Ahmet Güneştekin'in niyeti sanat yapmak olduğu sürece sanat yapabilir ve biz de bunu eleştirebiliriz. Güneştekin'in sanatını kendime bir eleştirmen olarak konu etmek değil benim niyetim. Niyetim onun neyin taklidini yapıp neyi ürünleştiriyorsa, onu deşifre etmek. 

Diyarbakır'da sokağa çıkma yasakları sırasında yaşananların "Hafıza Sergisi" olarak sunulması ve bu sunumun oyunlar eşliğinde adeta kutlanarak yapılıyor olması, hala yasağın devam ettiği bölgede yapılmış olması sizce tutarsız değil mi?
Bizim tartışma konumuz bireysel olarak sanatçılar değil de genel anlamda sanat ilkeleri, geçmişi de içeren bir şimdi olmalı! Diyarbakır'da bir kız çocuğu montunun içinde ekmek taşıyordu. Onu bir gece askerler az daha öldürecekti. Kırmızı montlu kız çocuğuna silahlar doğrulttular. Ekmeğini silah sandılar. Diyarbakır'da yaşananlarla Diyarbakırlılar yüzleşmedi henüz. O küçük kız çocuğu büyümedi henüz. Travmalarla bir sergiliğine yüzleşilmez. Diyarbakır ekolü de örneğin estetiğinde ironi ve manzaraya yüklediği anlamlarda, gerçeküstü mekanında, mekan zamana atfettiği çelişkili anlamlarda bunun yolunu aralamaya çalışıyordu. Bu çaba çok değerliydi. Değil Diyarbakırlılar, 90'larda Taxim Night Park'ta dans eden bizler, tam o yurdun güney doğusunda işkence görenlerin de yüzleştiğini düşünmüyorum. Türkiye olarak yüzleşmedik. Türkiye olarak hafızasız olmayı diliyoruz. Hala bunu diliyoruz. Oysa bakın Alman sanatı, II. Dünya Savaşı'ndan beri yüzleşiyor. Anselm Kiefer hala yüzleşiyor. Joseph Beuys yüzleşti. Zero akımı sanatçıları öyle. Tutarsızlık değil bence bu olup biten. Bu yaşananlar, bu yaşananları örtbas etmek. Bir kez daha yüzleşmekten kaçmak. Neo-liberal bir hatırlamama eylemi.  

Diyarbakır "Hafıza Odası" sergisi ve dönemin faili olan Akşener'in sergiye çelenk göndermesi ne anlama geliyor?

Bir yüzleşme söz konusu mu?Bir çelenk ile bir yüzleşme olur mu? Bir çelenk nedir? Nasıl bir formdur? Olsa olsa yas tutma işareti olabilir.
Çelenk, serginin sanatçısı tarafından biçimlendirilen taklit estetiğin ve onun işbirlikçilerini açığa kavuşturan bir formdan ibaret.  

Sokağa çıkma yasağı sırasında Sur'da 12 Ekim 2015 tarihinde ekmek almaya gönderilen ve devlet tarafından sokakta öldürülen 12 yaşındaki Helin Hasret Şen’in ve nicelerinin faillerinin yargılanmadığı bir dönem ile gerçek yüzleşme nasıl olur?
Helin'in de yasını tutmadık. Ceylan Önkol'un da yasını tutamadık. Türkiye o kadar uzun zamandır tam bir mutlak günahkarlık çağının içinde ki... Mistisizm ve bastırmayla dolu tarihin sürecini anlamakla değil onu pazarlamakla meşgul sergiler bunun tuzu biberi ancak. Ve tartıştığımız şeyler, tartışmamız gereken şeyler bir sergiyle, sanatla filan da sınırlı değil. Popüler sanat sorunu da değil bu mesela. Keşke öyle olsaydı, sizinle bu popüler sanatın dönem ruhuyla filan nasıl şekillendiğini geçmişten bugüne konuşabilseydik. O bile değil. Bu "popüler" kendince ayrıcalıklı bir zümrenin ilgilendiği, ilgilenmekten de eserlerin önünde poz vermeyi anladığı bir "sorun". 
 
Bu anlamda günümüzde popüler kültürü nasıl tanımlamalıyız?
Popüler kültür deyişinin belki de zamanı geçti, miladı doldu. Bir hayat tarzı kalmadı çünkü... Tıpkı bir dönemin muhalif ve son derece bireysel eğilimlerden oluşan estetiğinin taklit edilişi gibi kopyalanması gibi. Kapitalizm tarafından eritilmesi, pişirilmesi sonra tekrar pişirilmesi gibi... Kültürel ilgi ve hevesler öyle manipüle edilen beğeni ve yargılara dönüştü ki acı bile ürün. Bize düşen -kimi zaman o bile düşmüyor- bir özerklik yanılsaması. Alman filozof Ernst Bloch'a göre zamanın şimdisi her şeyden önce herhangi bir gerçek varoluşun herhangi bir gerçek bolluğunun olmayışıyla belirlidir. Bir boşluktur. Bir yetmezliktir. Bir tür karanlıktır. Şair Mallarme, "şimdi diye bir şey yok, hayır, bir şimdi mevcut değil" der 1945 yılında. Kürt diye bir şey yok dediler 1999 yılında. Popüler bir gazetenin popüler ekinin ödül töreninde. Şimdi'nin karanlığı, onun geçiciliğinin yapısı, bütün o kimlik sorunuyla, bizim en sonunda ne ölçüde kendimize yeniden kavuşabildiğimiz ya da egemen olabildiğimizle aynı şeydir. Jameson bunu böyle açıklar. Popüler kültürün karanlığı tam da budur. 


Bu kadar derin yaraların, şiddetli travmaların bu denli hoyratça ele alınmasına, bir halkın ve onun yaşadıklarını araçsallaştırmak acı üzerinden prim yapmaya çalışmak değil midir?

Bloch'dan son bir alıntı belki de gerekiyor tam da burada:
"Sanat hem bir laboratuvar hem de gerçekleşme aşamasına getirilmiş olanaklar karnavalıdır."
Yani bir sergi kadar, sergideki eserlerin önünde poz veren, bugüne kadar kullandığı bir terimden bir sergi yüzünden vazgeçen eleştirmen, sergideki o renkli tabutlara öfkeyle saldıran Diyarbakırlılar, sergiye çelenk gönderen Milliyetçi parti lideri, serginin sanatçısıyla daha önce çalışan küratörün sanatçının galericisini gösteriş meraklısı ilan etmesi, bu sizinle yaptığımız diyaloğumuz hepsi aslında sanatın kendisidir, içidir. Birer itirazdır. Birer yalan. Birer gerçektir. Hepsi de o karanlık şimdide öylesine yakın ve aslında ölesiye uzaktırlar ki...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.