O sancta simplicitas!
Arif ALTAN yazdı —
- "O sancta simplicitas!" sözü, evet bir acı ironi, ama öte yandan tarihsel aklın, halkın inançla kılıflanmış edilgenliğine karşı, çaresizlikle örülü ölümcül bir vuruş.
- Çıktığı dağın kalbine yine sarsılmaz bir inanç ve dirençle harmanlanmış bir yalnızlık içinde dönüp gözden kaybolurken, ardında bıraktığı kızarmış namlular, sanki Konstanz Meydanı’nda yüzyıllar öncesinden çınlayan Aziz Jan duasının kabulünü bildiren o alevden levhalar gibi parlamaya devam ediyordu.
Üç tarafı raflarla kaplı bir oda. Göle bakan tarafta bir pencere. Pencerenin önünde cevizden bir masa. Soğuk bir kış gecesidir, yıldızlı gökte gümüş soğuğu bir dolunay. Masada kâğıt desteleri, sağlam deri kaplı kalın birkaç kitap ve ahşap tüpler içinde eski el yazmaları, papirüs ve parşömen ruloları. Bazıları az önce açılmış gibi gelişigüzel ve dağınık, henüz açılmamış olanlar bir kenarda dizili. Yan taraftan içeriye hoş bir sıcaklık veren şöminede tutuşan odunların çıkardığı ılık sesler. Buhurdanlıktan içeriye dağılan baş döndürücü buhuru Meryem kokusu. Masada uzun sakallarına aklar düşmüş orta yaşlı bir adam ve önünde, yazmakta olduğu nüshalar. Sağ tarafında altın diviti batırıp çıkardığı bir gümüş hokka. Yazılar renkli. Kan Kızılı. Herhangi bir masumun kanı. Yedi ay önceki olayı yazıyor olmalı. Bir vakanüvis. Akıp giden harfler, aralarında dolanan şeytani bir zekâ…
Hep öyle hayal ettik, bir hile halesiyle çevrili herhangi bir egemen tarih yazmanı. Tarihin ters kurgulu, yalanlarla süslü renkli sahnesi. Ateş, kılıç, urgan, çarmıh, kelimeler, düşünceler, inançlar… Hokkayı tarihçiler için dolduran iyi insanların akan kanları. Ama bu kızıl sayfalara düşmeyen de yananların külleri, düşünce ve inançlarının bedelini duman olup gökyüzüne dağılarak ödeyenlerin son sözleri. Efendiler buyurur, ordular sürükler, azizlerin bağlandığı direğe odun taşıyıp tutuşturduktan sonra karşısına geçip gözlerini kısmadan ateşe diken de inanç yığınları…
Yer, Konstanz gölü kıyısı; vakitlerden, sabahın erken saatleri. Gökyüzü, karanlık bir bulut örtüsü. İnsanlarla tıka basa dolu bir şehir meydanı. Meraklılar, nefret yüküyle koşuşturanlar, korkuyla karışık hayranlıkla bakanlar…Bir geniş, bir büyük kalabalık. Tüm bu kalabalığın ortasında, dimdik yürüyen zincire vurulmuş bir adam: Jan Hus. Elinden İncil’i alınmış, sırtından rahip cüppesi soyulmuş, başında kâğıt inceliğinde metal bir koni, ahali neşesini bulsun diye üzerine şeytan figürleri çizilmiş bir “sapkınlık tacı.” Çünkü bir saat kadar önce kardinallerin huzurunda ruhbanlık görevinden atılmış. Kardinaller, askerler ve kalabalık bir halk yığını, kilisenin “sapkın” ilan ettiği Bohemyalı bedenden, şeytani ruhun uçup gidişini izlemek üzere toplanmış.
Kilise’nin dünyevi zenginlikten arınması gerektiğini, Papa’nın hatasız olmadığı ve eleştirilebileceğini, İncil’in halkın diline çevrilerek herkes tarafından okunabilmesi gerektiğini, gerçek otoritenin yalnızca İncil olduğunu söylediği için zincirlenmiş adam yürüyor. Sessiz, vakur ve sakin. Korku yok, sadece iç huzurun ve imanının yansıması, yüzünde ne bir hiddet ne de bir yalvarış. Gözleri göğe çevrili, sanki ölüme değil, Tanrı’ya doğru yürüyor.
Geniş odun yığınına sürükleniyor, kalın zincirlerle ortadaki direğe bağlanıyor. Ayaklarının dibine kadar çalı çırpı, odun ve saman dizili. Etrafında odun yığınından ve bir an önce onu tutuşturmak isteyen kalabalıktan bir daire. Herkesin gözleri onun üzerinde. Jan, hala çok sakin, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm; direnişin, inancın, haklılığın acı tebessümü. Son bir kez daha konuşması istendiğinde, meydanı dolduran artık onun sesi: "Doğru bildiklerimi, Tanrı adına söyledim. Bu doğruyu inkâr edemem. Gerçeği ateşle yakamazsınız."
Meşaleyi tutan bir el, odun yığının tutuşturuyor. Alevler bir daire biçimini alarak ortaya doğru ilerliyor, direğe bağlı adamı kucaklıyor. Dumanlar göğü kaplıyor, imanlı halk etraftan ateşe odun taşımak için birbirini çiğniyor. Ruhunu teslim etmeye hazır, alevlere bakıyor önce, sonra birbirini çiğneyen insan seline. İşte tam o anda göz göze geliyor, kalabalığın çarpıp düşürdüğü, sonra ayağa kalkan o yaşlı kadınla. Bir deri bir kemik, güçlükle yürüyebilen. Elleri ve yüzü asırlık bir ağacın damarlı kökleri. Nefes nefese yaklaşıyor. Son bir gayretle sepetinden çıkardığı kuru çalıları ayaklarının dibindeki alevlere bırakıyor. Ne düşündüğünü tanrı bilir, belki kilisenin emrini yerine getirdiğini sanıyor, belki kendi çapında Tanrı'ya hizmet ettiğini, belki de bir insanın yanışını hızlandırırken kendi günahlarından arındığını… Alevler vücudunu sardığından beri yüksek sesle ilahi söylemeye başlayan Aziz Jan, tam da o anda ilahiye ara verip zavallı yaşlı kadına bakıyor ve dudaklarından adeta çığlık gibi koparak yüzyıllar sonraya akan o sözleri dökülüyor:
“O, sancta simplicitas!” (Ah, kutsal saflık!)
“Kutsal basitlik” ya da “kutsal sadelik” diye de okunabilir. Sözü, hem kadının içten gelen trajik katkısına bir serzeniş, hem de halkın kör inancına karşı ironik bir yakarış... Ardıllarının söylendiğine göre, son nefesine kadar Tanrı’ya ilahiler okuyarak can verir Jan.
Hikâye kurgu, olay gerçek. Tam tersten bir hikâyeyi, önceki hafta dağın kalbinden çıkıp silahları tutuşturduktan sonra tekrar dağın kalbinde yitip giden genç Kürt kadını için de kurmak mümkün. Uyarlanmış ve sembolizmi yüksek bir “simurg” hikayesi belki… Aziz Jan’ın ölüm anında “sancta simplicitas” ifadesiyle kayda geçen altı yüz yıl önceki yaşlı kadın figürü ile genç Kürt kadının sözleri ve silahları tutuştururken verdiği o ikonik görüntü arasında tarihsel ve düşünsel olarak ters simetri içeren bir hikâye. Böyle bir kurgu, bir hikâye için olduğu kadar, iki kadının eylemini özgürlük ve ideoloji, edilgenlik ve etkinlik, tahakküm ve direniş zaviyesinden ele alan bir diyalektik analiz için de geniş imkanlarla dolu.
Bir meydanın ortasında yanan bir adamın dilinden dökülen "O sancta simplicitas!" sözü, evet bir acı ironi, ama öte yandan tarihsel aklın, halkın inançla kılıflanmış edilgenliğine karşı, çaresizlikle örülü ölümcül bir vuruş. Aklın karanlık yüzünü, ideolojinin, gündelik sadelik kisvesine bürünerek tahakkümü meşrulaştıran eğilimine şiddetli bir itiraz. Jan Hus’u tutuşturan alevlere odun taşıyan yaşlı kadını, aydınlanmış bir aklın değil araçsallaşmış aklın, mitsel ve ideolojik yapının sürdürdüğü geleneksel sadeliğin ürettiği bir figür. "Kutsal saflık", burada hem merhametin hem de bir cinayetin kaynağı. Evet, onun eylemi, bilinçli bir şiddeti içermez, gündelik, banal, sıradan bir katkı. Bir cani değil, o yalnızca sistemin öngördüğü 'iyi insan' olmaya çalışan zavallı bir yaşlı kadın. O saf eylemi de ahlaki bir sorumluluktan değil, düşünsel yoksunluktan. İnsan yakma törenindeki katkısı da halkın nasıl failleştirildiğini gösteren bir epifani. Saf, çünkü en fazla sorgusuz bir itaate içselleşmiş inancın basit bir dışavurumu. Etik olmayan, dogmatik kökenli ve sistemin meşruiyetini, gündelik sadakatle bir yeniden üretimi.
Bu edilgenliğe karşı konumlanan genç Kürt kadını ise, tarihsel özne suretinde. Onun tutuşturduğu alev, ideolojik aygıtların bir parçası değil, onların yıkımına yönelik bilinçli bir müdahale. Buradaki eylem, toplumsal sistemlerin bireyleri yalnızca mevcut düzenin içinde düşünebilecek hale getiren tek boyutluluğu ihlal eden bir direniş jesti olarak, çok boyutlu bir tarih bilinci üretir. Kadın orada artık itaatin değil, dönüşümün öznesi. Hus’un kadını, tarihin çizgisel sürekliliğini imlerken, Kürt kadının eylemi o çizgiyi kesintiye uğratır, “tarihin ilerleyen bir hat değil, kırılmalarla şekillenen bir şimdi'nin toplamı” olduğunu vurgular. Onun gibi geçmişin enkazını bugüne taşımaz; o enkazı tutuşturur, yeniden biçimlendirmek üzere yakar. Burada alev, yıkıcı olduğu kadar kurucudur; tahrip edici olduğu kadar yeni bir tarihsel bilinç oluşumunu simgeler. Kültürel olarak formatlanmış figürün aksine, kültürel kodların ötesine geçerek politik bir figüre dönüşen Kürt kadının eylemi, kendine özgü zarif deneyimiyle, herhangi bir düzen içinde açıklanamayacak kadar radikal bir düşünce ve dönüşüm gücünü gösteren bir ikonografik sunum şiddetinde.
Bugünkü modern toplumun hem edilgen taşıyıcılarını hem de potansiyel dönüştürücülerini karşılaştırma imkânı verebilen iki farklı kadın figürü ve iki farklı eylem biçimi. Ve nihayetinde, Aziz Jan’ın bu diyalektiğin başlangıç noktası olarak alınmayı olanaklı kılan şu “Kutsal saflık” yakarışı. “Kutsal basitlik!” Ne acı bir hakikat, ne soylu bir aldanış… Yanarken bile bir dua kudretinde, alevlere yutulurken bile ateşin rengine bürünen bir şiir inceliğinde. Ama bu yakarıştan sızan acıyı hissedip dindiren de, yüzyıllar öncesinden saflık kutsal olduğunda bile, düşünsel olarak körleştiğinde, yalnızca yeni bir zulmün aracı olabileceğini simgeleyen ve yaşlı bir kadını bile failleştiren tahakküm tarihinin çizgisel sürekliliğini kıran da yine bir Kürt kadını. Sahici ve sarsıcı, görüntü fazlasıyla ikonik ve çarpıcı. Çıktığı dağın kalbine yine sarsılmaz bir inanç ve dirençle harmanlanmış bir yalnızlık içinde dönüp gözden kaybolurken, ardında bıraktığı kızarmış namlular, sanki Konstanz Meydanı’nda yüzyıllar öncesinden çınlayan Aziz Jan duasının kabulünü bildiren o alevden levhalar gibi parlamaya devam ediyordu.
