Ölümsüz şiir
Arif ALTAN yazdı —
- Kır atının üstünde Jeanne d’Arc Fransa’dır; Hypatia, İskenderiye; Lais, Yunan; Lalla Ded, Kaşmir; Rodopis Mısır’dır. Flora Roma, Sati, Hindistan, Arin Rojava; Sara, bütün bir Mezopotamya’dır. Ama kendi ruhunu ve kalbini öldüren bir çağ bu.
Zararlı günler, eksilen zamanlar. Hayat veren her şeye yabancı, hayatı kaynağından yok etme zevkiyle başı dönen, kadınlarını öldürerek intihar eden bir uygarlık. Ölüme bir itirazı olmadığından, ruhu yumuşamayan bir çağ. Yeşeren her şeyi boğup kendisini nefessiz bırakan bir dünya. Uzun, upuzun listeler… Öldürülen kadınlar, ruhu ve bedeni paramparça edilen kız çocukları...
Yüceltirken aşağılayan, sığınırken yok sayan bir çağ. Bunca sözü edilirken bunca anlaşılmaz kılınan. Oysa onun dokunuşuyla yontulur, onun kokusuyla dirilir, onun susmasıyla yıkılır bütün çağlar. Durmadan öldürülüyor, ama onlarsız büyük bir dönem olamaz. Ne büyük düşünceler, ne kültürel dönüşümler, ne sanat, ne aydınlanma, ne büyük devrimler, ne gurur verici atılımlar… Her biri bir yüzyılı kapsar, her biri bir uygarlığın çehresini. Çok şey söylenebilir, ama bakın nasıl yakışıyor Josephine Napolyon’un dehasına da yenilgisine de; George Sand, romantizmin incelmiş kelimelerine; Lou Salomê, Nietzsche’nin aforizmalarına, Rilke’nin sessizliklerine. Dora Maar olmasa Picasso, Gala olmasa Dali neye tapacaktı? Hele Madame de Staêl, Fransız devrimini kelimelere ve Natalie Barney, “Güzel Çağ” aydınlanmasını beden diline çevirmiştir.
Her biri bir dönemin şiiri, ilham vereni ve belki de yıkımı. Zenobia olmasa, Palmyra bir taş yığınıydı. Theodora, Bizans'ı iplik iplik bakışlarıyla sarmaladı. Şirin, Pers şiirini sonsuzluğa taşıdı. Ve bakın, Jane Avril olmasa Toulouse-Lautrec neyi resmederdi? Lee Miller olmasa, Man Ray’in gözbebeği nasıl da donuk kalırdı? Simone de Beauvoir yalnızca Sartre’ın sevgilisi değil, yirminci yüzyılın kendine bakışıydı. Bütün bu sultanlar olmasa, saltanatlar sadece lağım ve kan kokardı. Margherita Sarfatti olmasa, Mussolini bile kendine inanmazdı. Mata Hari olmasa, savaş sadece bir kurşun istatistiğiydi. Ve Edith Piaf olmasa Paris, ancak ölü bir serçe sessizliğiydi. Bunların hepsi de bir yüzyılın şiiridir, ama sadece naif dizelerle değil, kanla, arzuyla, inkârla yazılmıştır.
Çünkü kadın sadece ilham değil, zamanın ta kendisidir. Bakın nasıl tamamlıyor Sappho, Lesbos'un göğünde çırpınan aşkları ve nasıl hâlâ mırıldanıyor Enheduanna, Ur’un tapınaklarından ilahi dizelerle. İlk kadın şairler, çağlarının en eski titreşimleri, iz bırakanları. Nefertiti olmasa, Amarna Devrimi bir taş çatlağından ibaret kalırdı. Ankhesenamun, yalnızca bir dul değil, firavun çağlarının mezar kapısıdır. Roxane, İskender’in doğuya açılan kapısıydı ve onun göğsünde ağlamasa dünya bir başka dönerdi, bir fatihin ayakları altında. Ve Aspasya! Yalnızca Perikles’in ilhamı değil, Atina’nın siyasi zekâsının yumuşak ama keskin diliydi. Hipatia, İskenderiye’deki mermer taşlar gibi pürüzsüz bir akılla doğu ve batıyı birleştiren son sütundu.
Konuşulmadığı olur, ama hep oradadır. Râbi'a el-Adeviyye olmasa, aşk Allah’a ulaşamazdı. Zübeyde, Bağdat’a su getirdi ama tarihe tevazu içinde gömüldü. Terken Hatun, bir devleti parmak uçlarıyla yönetti ve her mührün ardında onun sabrı kazılıydı. Tamar, Gürcü krallığının tek başına hükümranıydı. Unutturulmak istendi, ama dağlar onunla konuştu, dereler onunla sustu. Şehrazat yalnızca canını değil, masallarıyla bir kavmin ruhunu kurtardı. Mandukhai Hatun, Moğol bozkırında birleştirici güçtü ve savaş meydanında dizgin tutarken bir oğul değil, bir hanedanı büyütüyordu. Nur Jahan, Babür sarayının arka odalarında, imparatorluğun mühürlerinde yürüyordu. Sümbül Hatun, tekkelerin sabrıydı ve Fatma Bacı, Anadolu’nun ilk esnaf teşkilatı.
Hepsi de inceliği, ruhuydu; kimi bakışıyla çağları döndürür, kimi gülüşüyle iklimleri saptırır. Bir dize her biri, bir aforizma, bir uygarlık, bir yıkım, bir mucize… Çünkü kadınsız bir çağ, sadece taş ve rutubettir. İşte bakın nasıl ışıldar Zin! Sadece aşkın adı değildir o, bir ülkenin kalbini şekillendiren ateştir. Su gibi akmış Kürt’ün dağlarından şehirlerine ve aşk onunla bilgeliğin hikmetini giyinerek yükselmiş. Anahita, bir tanrıça ve nehirlerle taşıdığı krallıkların bereketiydi. Ve Mumtaz Mahal olmazsa, Tac Mahal yalnızca bir mermer yığınıydı. Öyle bir yasın adı oldu ki, sevgi taşa aktı, taş mabede dönüştü. Rani Padmini, aynadaki siluetiyle bir imparatorluğu çözdü; ateşe yürüdü kadınlarıyla birlikte. Çünkü fethedilemez kimi güzellikler, ancak saygıyla uğurlanır. Rani Lakshmibai, Jhansi'nin şahin kalbidir, boyun eğmeyen bütün bir Hindistandır.
Sarsılmaz irade, amansız savaşanlardır onlar. Tomyris gibi… Oğlunun kanını içen Kiros’un başını bir kan tulumuna daldırdığı gün, intikam artık bir ulusun değil, bir annenin sabırla büyüttüğü öfkeydi. Artemisia, bir savaş sanatı ustasıydı. Salamis’te gemisini düşmana değil, erkek kibri üstüne sürdüğünde, kılıç artık tamamlayıcısıydı zarafetinin. Boudicca, Roma’ya başkaldıran kelt kadını! Britanya ovalarını tutuşturan kızıl saçlarının alevinde herkesin gördüğü, adaletin yakıcı ışığıydı. Ama tarih ya gömer ya hep geç tanışır öfkesiyle. Fu Hao, Shang Hanedanı’nın generaliydi. Mezarına gömülü silahlarının sesidir hâlâ bozkır rüzgârlarınca gururla taşınan.
Hem şair hem esin kaynağı, unutturan çok alınsa da. Rubailerle konuştu Mahsatî Gencovî, şairlerin yitirdiği bir lisanla. İlk öğretendi, aşk, inanç ve cinselliğin aynı satırda uyum içinde süzülebileceğini. Safiye Sultan sadece saraylarda hükmetmedi, oydu bir dönemi kendisine benzeten; şairlere biçim, kelimelerine yön veren. Tanrıyı bir sevgili gibi bekleyen Mira Bai, Krishna’ya olan aşkını şarapla değil, şiirle içti. Tahire Kurratü’l-Ayn, kadın sesi haram sayıldığında bir şiir, bir büyü, tanrının kalbine işleyen bir duaydı meydanları titreten.
Tüm bu kadınlar, birer kelime, sihirli suskunluk ve eşsiz birer aykırılıktır. Çünkü bazen bir çağın bütün bir anlamı, sadece hangi kadını anlamayı başaramadığında gizliydi. İşte İsis, bir tanrıça, kayıp olanı arayan o ilk kadın! Osiris’in bedenini yeryüzünden toplayan ve sevgiyle yeniden dirilten. Nefertari, Ramses’in taşlara kazıdığı duadır, her harf onun bakışından doğmuştur. Luksor’a gölgesi düşmese, Mısır yalnızca anıtsal bir sessizlikti. Enheduanna, Sümer’in yıldızlarına ilk ilahiyi söyleyen kadındı; göklerden duyulan onun sesiydi, sonsuzluğu dizelere döken. Kug-Bau, Akkad'da tahta oturmuş ilk kadındı, bereket ve adalet yağdıran.
Yaratan, birleştiren, şifa verendir. Hildegard von Bingen! Ruhla ilmi, bitkilerle şifayı, mistik vizyonla bilimsel gözlemi aynı kalpte taşıyan. Trotula! Salerno okulunda kadın bedenini acılarından öğrenen ve doğumu bir sır olmaktan çıkarıp ilme çeviren. Christine de Pizan! “Kadınlar Şehri”ni kalemiyle kuran. Erkeklerin savaşla yıktığını sözcüklerle inşa eden. Börü Ana! Altay dağlarında çocuklara ninni söyleyip ay ışığını saçına dolayarak kabileye yön bildiren. Hem şifa dağıtan hem zamanı dokuyan. Nzinga! Omurgası direnişin. Afrika güneşiyle Angola tahtına en yakışan. Yaa Asantewaa! Ashanti halkının hem toprağını hem onurunu savunan. Krallar geri çekilirken cephede çarpışan. Mami Wata, bir tanrıça, Afrika’nın sularında süzülen. Aynada değil, derinliklerde kendini gören.
Bütün bu kadınlar olmasa imparatorluklar ne olurdu? Kır atının üstünde Jeanne d’Arc Fransa’dır; Hypatia, İskenderiye; Lais, Yunan; Lalla Ded, Kaşmir; Rodopis Mısır’dır. Flora Roma, Sati, Hindistan, Arin Rojava; Sara, bütün bir Mezopotamya’dır. Ama kendi ruhunu ve kalbini öldüren bir çağ bu. Söndürülmek istenen ışık, binyılların şiiri. Dönüp sorma gücü olur mu? Lydia olmasaydı Horatius ne olurdu; Delia olmasa Tibullus, Lesbia olmasa Catullus, Cynthia olmasa Propertius, Lamia olmasa Demetrius… Velhasıl bu şiir ölümsüzdür, sırrını, ölümlülerin asla çözemeyeceği.
