Özgür klanlardan devletli topluma geçişin serüveni

Dosya Haberleri —

  • Postmodern sanatsal aktivitelerin doğuracağı sanat akımlarının üretime geçmesiyle oluşacak yapıtların sanatsal değeri kapitalizmin parasal terazisi ile ölçülecek, sanatsal yaratım gerçek amacından sapıp bir alış ve satış aracına dönüşerek işlevini yitirecektir. Burada artık din ve tapınma eylemliliğinin yerine başka bir tapınma ve din biçimi olan sermayeye körü körüne bağlılık söz konusudur.

UYGARLIK PSİKOLOJİSİ-5

Özgür kılanlardan devletli topluma geçişin serüveni

AVREŞ JİYAN

İlk insanların 200 bin yıl önce "insanlığın beşiği" denilen Doğu Afrika'dan dünyaya yayıldığı fikri, Kuzey Afrika'da bulunan beş yeni Homo Sapiens (modern insan) fosili ile birlikte geçerliliğini yitirmiştir. İlk insanların o tarihten 100 bin yıl önce ortaya çıktığını gösteren bu bulgular, bir kez daha tarih teorilerinin görelilik (izâfiyet) öngörüsünü kanıtlamıştır. İnsan türünün, Afrika kıtasında belirmesiyle beraber 'Paleolitik Dönem (2 milyon-20.000)' diye adlandırılan bu dönemin son evresine girildiğinde, ilk primitif klanlar küçük gruplar halinde dünya kıtaları arasında yolculuk yapmaya başlamıştı. Bu küçük homojen gruplar göç yolları üzerinde büyüyerek, çoğalarak heterojen klanlara dönüşecek; Mezolitiğin belki de ilk toplumsal karmaşasını keşfedeceklerdi. Takriben iki milyon yıl önce başlayan ve son buzul çağı olarak nitelenen Alt Paleolitik Dönem, on iki bin yıl önce son bularak yerini insanlığın ara dönemi olarak bilinen Mezolitik Çağ'a bırakmıştır. En temel yaşam becerilerini Paleolitik Dönem'de edinen insanlık, Mezolitik Çağ'ın da temellerini atarak, yeni beceriler edinme ışığında büyüyüp çoğalarak 'Neolitik Dönem' olarak adlandırılan yerleşik hayata adım adım yürümeyi sürdürmüştür. İnsanlık Paleolitik Dönem'de ateşi bulmuş, ilkel aletler kullanmış, ilk sanatsal becerileri edinmiş ve iklimsel değişimler karşısında hayatta kalmak için göçebe küçük topluluklar halinde dünya kıtaları arasında yayılmışlardır.


Paleolitik'in ilkleri olan 'ilk topluluklar, ilk kaba taş aletleri, ilk ateşi yakma, ilk sanat becerileri ve uğraşları yanında elbette bin yıllardan günümüze değin etkisini sürdüren ilk tapınmalar, ilk totemler' Mezolitik Dönem'in (Orta Taş Devri) alt becerilerinin oluşmasına büyük etkide bulunmuştur. Epipaleolitik Çağ da denilen bu çağ M.Ö 22.000 ila 10.000’ler arasına tarihlenmiştir. Denilebilir ki bu dönem, Paleolitik'ten alıp geliştirdiği becerileri Mezolitik Dönem sonrasına denk gelen Neolitik yerleşik kültüre aktararak Neolitik tarım topluluklarının ilk toplumsal töre ve geleneklerinin de gelişiminde büyük rol oynamıştır. Uygarlık öncesi bu devirlerde yaşayan insan soydaşları tamamen yaşamın doğal gelişim ve evrimsel diyalektiğine bağlı bir yaşam sürdürmüşler; üretimden toplumsal ilişkilere, sanattan kültürel kaynaşmaya, ilk totem ve tinsel ayinlerden ilk geleneklere değin yaşamın varoluşsal doğal sınırları içinde evrimsel diyalektik ile barışık bir şekilde yol almışlardır.


Paleolitik göçebe avcı ve toplayıcı küçük insan gruplarının ilkel totem ve tinsel tapınma bileşimlerinin aktarım gücünün Epipaleolitik (Mezolitik) Çağ'ın insan imgelemi üzerindeki etkisi o kadar yoğun olmuştur ki rüyalar, mitler ve büyüsel majik etkiler içinde, doğanın zorlukları karşısında yalıtılmış insanlarda bir persona etkisi (kolektif bir olgu; karakterin, kişiliğin aynı oranda başkasına da ait olabilen bir yönüdür) yaratarak küçük topluluk birimlerini bu yalıtılmışlığa karşı kolektif bir bilince yönlendirmiştir. Bu kolektivizm, Mezolitik Dönem'in sembol işleyişi olarak ilk yerleşik klanlar şeklinde vücut bulmayı beraberinde getirecektir. Paleolitik Dönem'in ilk avcı ve toplayıcı klanlarından geleceğe bir miras olarak bırakılan yüz bin yıllık tecrübenin deneme ve yanılmaları ile beraber varılan nihai bilincin yegâne sonucu olan 'birlik içinde yaşama', Mezolitik'in ilk yerleşik alanlarını oluşturacaktır.

Mezolitik Dönem ve Göbeklitepe


Mezolitik Dönem'in (M.Ö 22.000-10.000) ilk klan topluluklarının belki de en büyük buluşu, Paleolitik Dönem'i yaşamış büyüklerinin onlara bıraktığı en değerli miras olan tinsel primitif ayinleri bu kez daha büyük kolektif topluluklar şeklinde, devasa tapınaklarda ilk dinsel ve töresel ayetleri oluşturma bilincini ortaya çıkarmak olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Arkeolojik araştırmalar ruhsal ve duyuşsal trans kültürünü ve ilk sistemsel tinsel ayinleri uygarlıkla birlikte başlatsalar da son dönemlerde Urfa Göbeklitepe'de bulunan 12.000 yıllık taş yapılar bu tarihsel öngörüyü tersyüz etmiş durumdadır. Göbeklitepe yapıları Mezolitik Dönem'in tasarımları olarak gün yüzüne çıkarılmıştır. Bir kez daha tarihi tersinden okumaya başlayan insanlık bu yapılar karşısında kendi tarih öncesi geçmişini sorgulamak zorunda bırakılmıştır.


Tinsel ayinler ve tapınma seremonileri uygarlığın çıkar araçları olarak gittikçe devletleşen kent yerleşik kültürünün kurumsal kimlikleri olarak yeniden düzenlenip bu sefer yaşamın ve doğanın diyalektiğinin tam karşıtı bir sömürü aracına dönüştürülecektir. Toplumları bin yıllarca uyuşturup etkisinde tutan bu kurumsal yapılar insanlık tarihinin insan, doğa ve yaşam karşıtı bir paradigmanın (uygarlık paradigması) tohumlarını dünyanın her yerine serpecektir. Böylelikle Mezolitik ve Neolitik Dönemlere ait doğal, yaşamla barışık ve insanın toplumsallaşmasına hizmet eden yapıların yerini kent-devlet işlerinin kıskacında toplumsal bilince uzak ve yabancı, yaşamla bağları kopuk, yalan dolanla maskelenmiş majik (büyüsel) ve tinsel devletli uygarlık ideolojisi tapınakları alacaktır. Bu tapınaklar erkek egemen devlet kurumlarının temellerini oluşturmada en etkin gücü temsil etmiştir. Toplumları uyutma, kandırma, dejenere (yozlaşma) etme ve devletli toplum sistematiğine alıştırma işlevi gören bu tapınaklar aynı zamanda din ve Tanrı oluşturma gibi çok iddialı mekanlar olarak insanlığın en karanlık geleceğinin de kapılarını aralayacaktır. Bu gelecekte, insanlık değerleri, birikimleri ve tecrübelerinden damıtılmış o büyük miras baş aşağı döndürülerek uygarlık-devlet-din üçgeninde sonu belirsiz bir karanlığa sürüklenecektir.


Mezolitik'in küçük gruplarının Neolitik'e geçiş evresinde inşa ettikleri tapınma mekânlarının işlevselliği ile devletli uygarlık sistematiğinin tapınak ve tapınma biçimleri kesin bir şekilde ayrışır. Mezolitik Dönem (22.000 –10.000) tapınakları; henüz oluşmamış toplumsallığın ilk kültür tohumlarının serpiştirildiği yerler, ilk bilgi ve tecrübelerin paylaşıldığı, ilk ritmin, ilk müziğin yaratıldığı ve belki de yaşamı anlamlandıran ilk ilahilerin söylendiği yerler olarak tanımlanabilir. Yine tüm bunlarla birlikte söylenilen ilahi ritmik melodiler ışığında, ilk tanrısal gücün bu kez bilinçli bir sistemle keşfedildiği mekânlardır. Onların düşsel tanrıları, içinde bulunduğumuz çağın Tanrıları ile asla özdeşleşmez.


Bilginin, felsefi düşüncenin, bilimsel araştırma ve çalışmaların olmadığı o dönemlerde bin yılların deneme ve yanılma yöntemleri ile sınanan tecrübelerin bilgisi ile hareket edecekler ve bu bilgiler ışığında yaşamlarının devamını sağlayan ihtiyaçlar, onların tanrısal kültürünü şekillendirecektir. Özellikle yaşam zorluklarının tetiklediği küçük gruplardan daha büyük topluluklara olan ihtiyacın bilgi paylaşımlarını beraberinde getirdiğini biliyoruz. Bu bilgi paylaşımlarının oldukça sade, basit anlatımlar yoluyla aktarıldığı biliniyor. Bu anlatımlara aforizmatik (özlü söz) sözler, resimler, kabartmalar, kaba heykeller, ritmik seanslar ve bedensel dil şematikleri örnektir. Küçük gruplar ile yapılan mağara ayinleri, Neolitik Dönem'de daha büyük gruplar ve grupların birleşimleri ile kabileler, sonrasında ise küçük toplumlar etrafında şekillenecek; ayinler daha gösterişli büyük tapınma yerlerinde sergilenecektir.

Göbeklitepenin sırları


Göbeklitepe taş yapılarına baktığımızda en ilgi çekici olanı, insan figürü tarzında işlenen taşlar ve o taşların üzerine yontulan hayatları boyunca kendilerinde izler bırakan çeşitli hayvan figürleri, tapınma işlevinin insanı yüceltmek ve yaşamı anlamlandırmak olduğunun göstergesi olarak karşımıza çıkar. Uygarlık tanrıları ve dinsel ayinlerinin tersine Mezolitik ve Neolitik Dönem insanı bir çıkarsal güç olarak bilinmeyen, anlaşılamayan bir varlık (tanrı) yaratmak yerine var olan, yaşayan canlıları işlemiş; onlara kutsiyet atfetmiş ve yaşamı böylece değerli kılma yollarına başvurmuştur. Göbeklitepe taş oymalarının bir diğer ilginç yönü ise toplumsallaşan insanların betimlenmesidir. Çember şeklinde iki sıra halinde dizilen taş oyma figürleri bir ayin ve tapınma, önemli bir karar anına şahitlik edercesine bize kendi dönemlerinin henüz anlayamadığımız mesajlarını iletmek istemektedirler. Çember halkalar şeklinde öbek öbek 'Xerawreşk' denilen bölgeye yayılmış yapılar, topluluklar halinde bütünleşmiş insanları bize anlatır.


Uygarlık arkeoloji bilinci bu yapıları tapınak, ibadethane, ayin yerleri gibi klişe isimlerle adlandırsa da bu öğelerin çok çok ötesinde, farklı değer bileşimlerinin gizli sırları ile karşılaşmaktayız. Bu sırları alışılagelmiş akademik ve pozitivist tarih bilinci ile çözmek mümkün değildir. Toplumsallaşan insan bilincinin bir yansıması olan tarihin bulunabilen bu en eski yapıları, insan evrimleşmesinin bir dönüm noktası olması itibariyle daha derin araştırmalar gerektiriyor. Zaten Paleolitik Dönem ile Neolitik'in arasına denk gelen o zaman aralığı yerleşik yaşam biçiminin yeşerdiği, toplumların oluştuğu, toplumsal etkileşim, paylaşım ve gereksinimlerin kendini dayattığı bir yeniden doğuş evresine tanıklık etmektedir. Toplumsal bilincin gelişmesiyle beraber, paylaşılan tecrübe ve bilgiler ışığında insanlık ilk kez evrendeki yerini merak ediyor ve varoluşsal soruları kendi tarzında o dev yapıları inşa edip motifleyerek soruyor, ilk felsefik cevapları bulma arayışına giriyordu. Xerawreşk (Kara Harabe) denilen bölgenin keşfedilmemiş bir isim olması ve henüz gün yüzüne çıkarılmamış gizemli harabelerinin olması da şaşırtıcıdır.


Urfa'nın Haliliye ilçesindeki bir bölgenin Kürtçe ismi olan Xerawreşk (Kara Harabeler) şimdilerde Göbeklitepe olarak değiştirilmiştir. O bölgeyi Xerawreşk olarak nitelendiren dönemin insanları tuhaftır ki toprağa gömülü bu taş yapıların zaten farkındalar. Çünkü orada yaşayan halk için bu yapıların bulunduğu tepeler kutsal ziyaret yerleri olarak bu zamana dek kullanılagelmiştir. Bu yapıların mirası bin yıllar önceki soydaşlarından mitsel ve sözel olarak onlara kadar ulaşmış, hafızalarında yer edinmiştir. Bu durum da başka bir araştırma konusudur. Göbeklitepe yapıları bize o dönemin yaşayışı ve toplumsal gelişim evreleri hakkında bilgiler verir. Henüz Mezolitik Dönem'in avcı-toplayıcı yaşayış biçimi egemendir. Peki, nasıl oluyor da avcılık ve toplayıcılıkla uğraşan bu insanlar yerleşik hayatın sembolleri olan o dev yapıları inşa ettiler? Bu sorunun cevabı henüz bulunmuş değil. Fakat pozitivist tarih bilincinin şematik, katı ve sınıflandırıcı öğretisi bu durumda şüphe ile karşılanır olmuştur. Tarihsel devirler katı bir şekilde ayrıştırılmış ve o devirlerin yaşayış biçimleri kesin bir dille özetlenmiştir. Göreceli bir tarihin yazılışı yerine, katı materyalist öğretiler ışığında kategorize edilmiş bir tarih anlayışı hep var olagelmiştir. Göbeklitepe (Xerawreşk) yapıları bu tarih anlayışını temelden sarsmıştır.

Neolitik toplumsal aidiyet
ve uygarlıkçı mülkiyet


İlk Kabataş aletlerin yapımı 1 ile 3 milyon yıl öncesini kapsar. Paleolitik Devir ise 2 milyon yıla tarihlenir. Paleolitik Dönem'in son 100.000 yılı ile 60.000 yılı bulan zaman aralığında ise toplumsallığın belki de ilk tohumlarının serpiştiği küçük grupların kolektif bir şekilde hayatta kalma arayışına girdiğini biliyoruz. En ilkel kaba taş aletlerden en kullanışlı tekniklere kadar geçen sürede insanlık geliştirdiği paylaşım kültürünün ilk temellerini de atmıştır. Yerleşik hayatla birlikte gelişen toplumsal ilişkiler, ilk aile düzenlenişini de beraberinde getirmiştir. Toplumun en küçük birimi olan aile oluşumunu ataerkil devletli uygarlık biçimlenmesi mi tetikledi yoksa aile zaten evrimsel gelişimin doğal aşaması olarak mı oluştu, bu tartışmaya açık bir konudur. Fakat zaten var olan akrabalık ilişkilerini çıkarsal potasında eriten uygarlık paradigması; dar kalıplar içine hapsolmuş, toplumsal ilişkilerde kısıtlayıcı bir rol üstlenen bir aile prototipi oluşturmayı başarmıştır.


Komünizm paradigması aileyi ilk özel mülkiyet ve ilk mirasın gelişimi ile birlikte başlatır. Oluşan artı değerin ve özel mülk mirasının bırakılacağı kesimleri belirleme gereksiniminin çekirdek aileye geçişi yarattığını öne sürer. Burada, oluşan özel mülkiyetin miras yükünü ailenin çocuklarına bırakma endişesinden söz edilir. Çekirdek aile fikrinin aslında özel mülkün ve maddi birikimlerin bırakılacağı kişileri belirleme düşüncesinden doğduğu söylenir. Artı değerin (üretim fazlası) insan hayatına girmesi ile beraber, komün hayatının darbe aldığı kolektif yaşayış biçimi olan klan ve küçük topluluklardan ilk aileye geçiş de bu şekilde sağlanmış olur. Fakat materyalist ve pozitivist tarih analizi beraberinde fazlasıyla ideolojik bir bakış açısı da getirir. Tabi ilk komünist manifestonun yazıldığı dönemlerde yeterince arkeolojik birikim yoktu ve derin tarih araştırmaları yetersizdi. O dönemlerde tarihin evreleri şematik bir biçimde sınıflandırılarak materyalist bir görüşle değerlendirilmekteydi. Din, toplum ve dönemin yaşayış biçimleri çok dar ele alınmakla birlikte ideolojik kalıplar, daha gerçekçi bir değerlendirmeyi ve analizi güçleştirmekteydi. İdeolojik kalıplar bazen politik gerçekliği yansıtsa da tarihi yüz binleri bulan insan, toplum ve aile faktörlerini tarihsel diyalektik içinde spesifik oluşumları yönüyle değerlendirme ve analiz etme gücünden yoksundu.


Aile yapısının ortaya çıkışının ve şekillenmesinin, Neolitik komün toplulukları ile devletli uygarlık toplumu arasında bir yerlere konulması gerektiğine inanıyoruz. Bazılarına determinist bir yaklaşım gibi gelebilir fakat en gerçekçi değerlendirmeyi ancak aile kurumunu başlangıcı ile öncesi ve sonrası olan o kritik dönemlerde arayarak yapmamız gerektiğini anlamış bulunuyoruz. Neolitik Dönem'in (M.Ö 10.000-6.000) tarım ve yerleşik hayat unsurları olarak gittikçe büyüyen paylaşımcı topluluklarında çekirdek aile kavramının olmadığını biliyoruz. Filmlerde, belgesellerde ve aşırı fantastik tarih makalelerinde yansıtıldığı gibi ahlaki kurallarının olmadığı safsatasının da gerçeği yansıtmadığını biliyoruz. Anaerkil Dönem olarak bilinen kadının işgücünün ve ekonomisinin yaygın olduğu, kadının bağlayıcı, yapıcı ve yönlendirici olduğu bir dönemde erkek egemenliğinden söz edilemeyeceği gibi bir erkeğin eşlerinden veya çok eşlilikten de söz edilemez. Dolayısıyla henüz aile kavramının oluşmadığı bu dönemde ilk yakın akrabalık ve aidiyet (aidiyeti sadece özel mülkiyet olarak anlamamak gerekir) duygusunun tohumlarının atıldığına şahit oluruz. Bu, insan ahlak anlayışının belki de ilk geleneksel örneğidir. Neolitik'in aidiyet anlayışı ile uygarlığın aile kültürü arasındaki fark küçümsenemez. Neolitik'in aidiyet kültürünün yaşamın evrimleşmesinin bir sonucu olarak kendini dayatmasına karşılık aile, uygarlığın ve devletli toplumun kolayca sömürülebilen bir politik argümanı olarak devreye girecektir. Kolayca sömürülebilen bir aile tipini oluşturmak ise devletli uygarlığın değer öğretileri sonucu gelişen içe kapanık, tarihsel ve toplumsal paradigmalardan bihaber, ucuz iş gücü ile zehirlenmiş, ataerkil ideoloji ile beyinleri yıkanmış, devlete, devletin kurumlarına adeta tapan, kof, apolitik, yaşama, insani değerlere yabancılaşmış bireyler yaratmakla mümkün olmaktadır.
Ahlaksız bir yaşamdan söz edilecekse erkek egemen aile ve toplum faktörlerine bakmak yeterli olacaktır. Devletli uygarlık ve toplum paradigmasındaki ahlak anlayışının, yaşamın evrimsel diyalektiği bakımından Neolitik'in ahlaki değerlerinin kıyısından dahi geçemeyeceğini o dönemleri birazcık araştıranlar bilir. Kof ata kültü ile zehirlenmiş, kendini aşiret reisi ve devlet erki gibi aileye dayatan ahlaksız baba faktörü gözler önündedir. Yine tüm özgürlüğü ve en kutsal değerleri ayaklar altına alınmış kadın faktörünü yakından gözlemlemek mümkündür. Ata kültü ile yaratıcı ufukları ve imgelem dünyası bir harabeye çevrilen çocukların o içler acısı durumlarını gözden kaçırmamak gerekir. Neolitik aidiyet duygusunun daha iyi anlaşılması bakımından bunu irdeleme gereği duyuyoruz. Biz buna toplumsal aidiyet olarak bakıyoruz. Aidiyet duygusu ile mülkiyet anlayışını bir tutmamak gerekir.

Toplumsal aidiyetin ve güvenlik


Toplumsal aidiyet; bireyin paylaşımda bulunduğu topluluklarda kendini ifade edebilme gücü, üretim ve diğer yaşamsal değerler bakımından bir bütünün en küçük parçası olarak bağlılık sunma biçimidir. Yine toplumsal aidiyeti uygarlıkla gelişen ailedeki gibi sahiplenme, mülkiyetinde tutup hükmetme biçiminde değil; bireyin daha özgür, doğa ile iç içe, yaşamın ona sunduğu değerler ve olanaklar ile barışık, kendi özgür iradesi ve istemiyle toplumsal yaşama katılması gibi yorumlamak daha açıklayıcı olacaktır. Diğer bir değişle Neolitik toplulukların aidiyet kültürü bir değerin herhangi bir bireyin sahiplenmesinden çok her bireyin o değer üzerinde söz söyleme hakkının olduğu ve bu toplumsal değer birikimlerinin kullanılmasının ancak toplum tarafından belirlenebilmesidir. O nedenle Neolitik topluluklardaki ait olma anlayışında kesinlikle mülk edinmek yoktur.


Uygar toplum geleneği ise zaten mülkiyetçi bir anlayışla oluştuğundan mülk edinmek, sahip olmak ve yaşam boyu elde edilen değer birikimlerini kendine ait görmek gibi kavram ve olgular uygar insanın sıradan aktiviteleri sayılacaktır. Ekonomik üretim açısından uygar aile biçimlenmesi her türlü sömürü ve istismara açık olarak tasarlanmıştır. Toplumsal yönü (içe kapalı ve mülkiyetçidir) olmadığından, devletle arasında herhangi yapıcı veya engelleyici bir unsur bulunmamaktadır. Bu durum onu devlet ve kurumları karşısında savunmasız halde tutmaya yetecektir. Eğer uygar aile biçimi özel mülk edinme anlayışını ve ataerkil mistik kapanma durumunu aşıp toplumsallaşabilirse ancak o zaman devletle arasında bir köprü rolü oynayan toplum aygıtları devreye girecektir.
Özetle, aileyi bu durumda tutmayı kendi çıkarına uygun gören devlet, genel itibari ile bu biçimdeki aileler bütününden oluşan akrabaları, sülaleleri ve sonunda kendi toplumunu -buna toplum demek delilik olur- yaratmış olur. Bu toplum, bahsini ettiğimiz aileler bütününden oluşmaktadır. Artık sömürülmedik bir tek insan, el değmedik bir tek toplumsal değer kalmayacaktır. İşte uygarlık ailesi bu morfolojik değerler bütününden oluşarak istenilen, tasavvuru yapılan kurgu toplumunu yaratmış olur. Öte yandan ailenin toplumsallaşma yönü pek sağlıklı sonuçlar doğurmayacaktır. Çünkü bahsini ettiğimiz toplum paradigması, uygarlığın kurguladığı toplumsal bir biçimlenmenin ürünüdür. Dolayısıyla çıkmazdaki aile artık ne sağlıklı bir toplum içinde irade sahibi olabilecek ne de sağlıklı bir aile zemininde gelişimini tamamlayabilecektir. Her iki durumda da bunalım ve sorunlardan kurtulması mümkün gözükmüyor.


Toplumsal aidiyetin bir diğer yönü ise güvenlik sorunudur. Kaotik bir oluşumun en tepetaklak durumunu yaşayan toplum, tüm çürümüşlüğü ile ruhsal ve psikolojik temellerinden sarsılarak zorunlu korunmacı bir zeminde git gide içine kapanacaktır. Zaten doğuştan kaderine boyun eğmiş aile kurumu, artık uygarlık toplum biçimlenmesi onu nereye sürüklerse oraya doğru ters evrimleşme süreci ile karşı karşıya kalacaktır. Yetersiz bilinç ve katı inanç dogmalarıyla ufku zehirlenmiş aile, içten içe yabancılığını hissettiği fakat çözümlemede yerli yerine oturtamadığı evrenimizin belki de en tehlikeli unsuru olan devlet kurumsallaşması karşısında teslimiyet ve korku ikilemi ile boğuşacaktır. Bu zamana dek gelebilmiş aile kurumunun parçalanma eşiğini çoktan geçtiğini unutmamak gerekir. Zaten uygarlık kurumları ve ulusal, küresel kültür aygıtları tarafından her bir ferdi dejenerasyon (yozlaşma) ve asimilasyona (özümleme) uğratılarak denetim altına alınan aile kurumunun kendi fertlerine onurlu bir yaşam sunabilme gücünden yoksun olduğunu da eklemek gerekir. Aile kurumu Neolitik'in paylaşımcı kültürüne ihanet ederek ve uygarlıkçı toplum içinde çekirdek aile imajını kabullenerek kendi sonunu da hazırlamıştır.

Özgür klanların varlık bilincinden
uygar toplumun sanatına doğru


Sanat insanlık tarihinde nasıl ortaya çıktı? Sanatı doğuran etmenler nelerdir? Sanat toplumsal etkileşimden çıkarak nasıl kapitalist modernitenin argümanına dönüştü? Sanata nasıl değer vermeli, onu nasıl tanımlamalıyız? Sanat insanlık için neyi temsil ediyor? Bu sorular ışığında insanlık tarihinin başlangıcından, sanatın ilk doğuş evrelerinden başlayarak kapitalist uygarlık biçimlenmesine değin, sanatın nasıl evrimleştiğini ve sonunda postmodernist akımlara doğru nasıl toplumdan ve yaşamın realitesinden koparak kapitalist ve hegemonik güçlerin elinde tekelleştiğini birkaç alt başlıkta çok kısa da olsa analiz edeceğiz.

Sanatın doğuşu, gelişimi ve farklılaşması


Paleolitik Dönem (2 milyon-20.000) olarak adlandırdığımız Taş Devri'nden günümüze kalan buluntular üzerinde hala bir tartışma yürütülmektedir. Tarihle ilgilenen farklı çevreler bu buluntuları tanımlayarak bir bireşime (sentez) varmaya çalışırken günümüze varabilen sınırlı sayıda bulgulara yaklaşım biçimleri de birbirinden farklı olmaktadır. Ve zaten birbirinden farklı teorileri gerektiren tanımlar genellikle varsayımlardan oluşmaktadır. Uygarlıkçı akademik eğitimin biçimlendirdiği bilim dallarının bu bulgular nezdinde açımlamaya çalıştığı ilk sanatsal faaliyetleri farklı bir yaklaşımla yeniden inceleyelim.
Paleolitik Dönem'in avcı-toplayıcı ve sürekli göçebe halinde olan ilk klanlarının yaşadıkları anlara değer atfedebilme yeteneğinin olağanüstü gelişmiş olduğu açıktır. Günümüze varabilen mağara duvar resimlerinde betimlenen av sahneleri ya avlanmadan önce taktik amaçlı resmedilmişler ya da avdan sonra o anın ölümsüz kılınması için böylesi bir aktiviteye girişilmiştir. Betimlemelerdeki ayrıntılar o denli ince işlenmiştir ki şaşırmamak elde değil. Klandaki her bireyin rolü bellidir. Ok atan, mızrak savuran, taş ile hedef alan ve avı tuzağa çekenlerin rolleri önceden tasarlanmış gibi her birinin avlanma anında yerleri belirlenmiştir. Avdan sonra o anları ölümsüzleştirmek gibi bir yönelim de olabilir. Belirttiğimiz gibi tüm analiz ve değerlendirmelerimiz varsayımlarından ibaret olup bu varsayımların incelenmesiyle o dönemlerin gerçekliği anlaşılabilecektir.
Tüm varsayımlara karşın şunu kesin bir dille özetleyebiliriz: Paleolitik insanının sanatı, tapınma seremonileri değildir; daha çok günlük yaşamdaki rutinleri anı olarak ölümsüzleştirmek ve değerli kılmak içindir. Tapınma işlevi uygarlıkçı ve devletçi toplumlar nezdinde ilkin belirginleşir. Yani sanat ilkin bir kutsama ve tapınma olarak ortaya çıkmaktan çok yaşanılanlar üzerinden hayatı anlamlandırmak için ve içe yönelik kendi öz bilincini ve ruhunu keşfetmeye dönük ortaya çıkacaktır. Mağara ve kaya resimleri aynı zamanda yazının ve sözlü anlatımın olmadığı zamanlarda geleceğe ve gelecekteki insan topluluklarına kendi dönemleri ile ilgili bir mesaj olarak da oluşturulmaktadır. Yaşanan olaylar ve onlara olağanüstü gelen, hayatlarında büyük yer kaplayan olgular üzerinde durulmuştur. Besin zinciri bu olgulardandır. Hayatta kalabilmek için en önemli etken avlanmaktır. O yüzden en çok avlanma sahneleri resmedilmiştir. Paleolitik sanatının bir diğer yönü ise ilk insanın kendi benine yani öz bilincine varmasının yanı sıra gizil yeteneklerini ilk kez keşfedebilme isteğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmasıdır.
İlk kez evrimsel sürecin bilinç ve kişiliği “ben”i oluşturmasıyla, insanın artık bir birey olarak öz gücünü ve yeteneklerini fark etmesini beraberinde getirecektir. İlk kez insan sanatın büyülü tesiriyle değerli taraflarını keşfetmiş ve kendini anlamlandırma yoluna gitmiştir. İlk insan yaşamdaki yerini bulma arayışını sanatla ifade etmiş, simgeleştirmiştir. Hayvanlar âlemi ile arasına ilk defa bilincini ve duygusal-ruhsal yoğunluğunu sembolize eden kalıcı eserlerle bir fark koymuştur. Böylece yaratıcı yönünü keşfeden Paleolitik insanı hem doğanın evrimsel diyalektiğindeki yerini hem de birey olarak öz benini değerli kılma etkinliğine yönelmiştir.
İlk müziğin, ilk resmin, ilk folklorun, oyunun ve transın oluşturulma biçimleri de bu sıraladığımız unsurlarla yaratılmıştır. İlk müziğin Paleolitik üflemeli bir çalgı olan, el ya da ayaklarının en uç kısmında bulunan eklemde yer alan falanks kemiğinden yapılan tek delikli düdük ile oluşturulduğu bilinmektedir. Yine vurmalı çalgılarda tef, darbuka ve davul türleri kullanılmıştır. Bu çalgılar eşliğinde ilk ayinler ve trans eylemliliği sonucu ilk dans figürleri ortaya çıkmıştır. Tüm bu sanat alanları, biri diğerinden önce değil, birbiriyle koşut, tamamlayıcı bir etkinlik olarak yaratılmıştır. İlk kaya resimleri ve ilk küçük heykelcikler yine evrendeki yerini arayan ve kendine yönelen ilk insanın varoluşunu diğer canlılardan farklı olarak anlamlandırma etkinlikleri olarak oluşturulacaktır. İlk insanların doğaya, evrene ve kendi dışındaki canlılara majik ve tinsel bir kutsallık atfetmesinin, kendi arketipini (ilk örnek, ilk kültür yapısı) bulma arayışı olduğu açıktır. Öte yandan kendine yöneliş biçimi ve tabiat varlıklarına yüklediği anlamlar bütünü kendi gölgesini, dışındaki varlıkların bir bütünlük içinde onda yarattığı karakter ve kişilik özelliklerini aynı oranda başka varlıklarda görme ( persona) eğilimini güçlendirmiştir.

 

Var olanı kutsama ayinlerinden
var olmayan tanrısal imgelere doğru


Mezolitik Çağ'a gelindiğinde sanatın biçimlenerek boyutlandığını görürüz. Mağara ve kaya resimlerinin yanı sıra küçük kaba yontulmuş heykelciklere rastlanır. Bu arada tek delikli üflemeli çalgılar yerini çok delikli ve farklı sesler çıkarabilen, ilk müzik notalarının oluşmasını sağlayan çalgılara bırakacaktır. Ayinler ve kutlamalar artık hem üflemeli hem de vurmalı çalgılar eşliğinde gittikçe gelişen dans figürleriyle yapılacaktır. Fakat hala dinden ve tanrıdan eser yoktur. Kutsadıkları, doğada yaşayan canlı ve cansız varlıklardır. Buna tapınma demek yerine, varlıkları değerli ve anlamlı kılma eylemleri demek daha doğru olur. Üst Paleolitik Çağ'ın (M.Ö 50.000-10.000) yoğunlaşmış yaratıcı aktivitelerini Mezolitik Çağ'da daha çok geliştirip detaylandıran insan büyükleri, Neolitik Çağ'a doğru artık büyük taş yapılar oluşturarak topluluklar şeklinde binlerce yıldır keşfettikleri yeteneklerini bu taş yapılarda sergileyeceklerdir. Mağara sanatı, artık insan eliyle şekillenip inşa edilmiş sembolik mekânlarda sürdürülüp bu kez çoklu topluluklardan oluşan daha geniş insan toplumlarında karmaşık bir hal alacaktır. Neolitik Çağ'da yerleşik hayatın gelişimiyle artık toplumun kendini ifade etme biçimine dönüşen primitif sanat, küçük yerleşkeler çevresinde ruhun, düşüncenin ve yeteneklerin dışa açılabilme olanaklarını sunan dev kayalar ve taşlardan oluşmuş mekânlarda ifade bulacaktır. Uygarlık tarihçileri sözünü ettiğimiz bu mekânları tapınak olarak adlandırıp tüm sanatsal ve Şamanist aktiviteleri tapınma olarak nitelendirirler. Gerçekte ise durum çok farklıdır. Ritmik seanslar ve Şamanların ruhani transları, dönemin ruh ve düşünce aktarımının ifade bulmuş halidir. Şamanizm, çoğunlukla Kuzey Asya'da yaygın olmasıyla beraber eski Taş Devirlerinde trans halinde olan yaşlı bilgelere verilen ad olarak kabul edilir. Yine uygarlık tarih ve bilim çevrelerince Şamanizm bir din olarak betimlenir. İlk insanların trans eylemliliği kesinlikle bir din veya büyü olmayıp bunun ruh ve düşünce yüceliğinin açığa çıkardığı gizil yeteneklerin dışa yansıması ve ifade bulma biçimi olduğu söylenebilir.


Neolitik Çağ sonrası gelişen kent bilinci ve karmaşık toplumsal ilişkiler dizini nüfus arttıkça daha da belirginleşip yönetimsel yasalar etrafında ilk uygarlık biçimlenmesini oluşturacaktır. Gelişen uygarlık bilinci ile birlikte tabiatın doğal diyalektiği ve işleyişi içinde o ana dek gerçeklikten kopmamış sanatsal ifade gücü yerini tapınma seremonilerine bırakacak; yaratılan görünmez, işitilmez, dokunulamaz, anlaşılamaz, hissedilemez doğadan ve evrenden kopuk büyük bir aldatma ve yanılgı olan ilk tanrılarla birlikte dinsel aktivitelere dönüşecektir. Taş Devirlerinde küçük toplulukların doğayı, canlıları ve en önemlisi de kendi varoluşlarını anlama ve değerli kılma girişimleri uygar toplum ile birlikte terk edilerek hiç var olmamış imgeler üzerinden yeniden inşa edilecektir. İlk uygar sanatın ve ifade biçiminin oluşmasıyla da kapitalist modernitenin postmodern yöneliminin zemini de hazırlanmış olur. Bundan böyle tüm sanatsal aktiviteler din, devlet ve sermaye üçlüsünün güdümünde hayat bulacaktır. Buna örnek, Rönesans sanatının kral ve kilisenin denetiminde ve desteğinde yürütülen çalışmaları gösterilebilir. Modern sanatın usta yaratıcıları Paleolitik'in doğal gerçeklik ve tabi varlıkları içinde gelişen kendini arama, varoluşunu doğada ve kendi dışındaki varlıklarda bulma eylemliliğini anlamayı teğet geçip bu büyük mirası küçümseyecektir. Dolayısıyla tarihi köklerinden kopuk ve tüm yaratım gücünü uygarlık araçlarına kaptırmış bir sanatçı profili yeşermekte gecikmeyecektir.


Postmodern sanatsal aktivitelerin doğuracağı sanat akımlarının üretime geçmesiyle oluşacak yapıtların sanatsal değeri kapitalizmin parasal terazisi ile ölçülecek, sanatsal yaratım gerçek amacından sapıp bir alış ve satış aracına dönüşerek işlevini yitirecektir. Burada artık din ve tapınma eylemliliğinin yerine başka bir tapınma ve din biçimi olan sermayeye körü körüne bağlılık söz konusudur. İlk çağların kendini bulma ve değerli kılma, yaşamı anlamlandırma ve evreni çözümleme aktivitesi olan yaratım gücü günümüzde bu amacın dışına çıkarak toplumları devletli uygarlık ve din paradigmasına bağımlı hale getiren aktivitelere dönüşmüştür.


İlk ayinlerin, ilk transların doğaya ve diğer tüm canlılara bağlılık sunma seremonileri yerini büyüsel ve dinsel totemlere bırakarak kapitalist devlete ve topluma bağlılık sunma biçimine evirilecektir. İlk klanlardan günümüz toplumuna varılan süreçte Paleolitik değer birikimleri ile aramızda derin bir uçurum açılacaktır. Uzak geçmişine ihanet eden insanlık elbette uygar din ve devlet paradigmasıyla yaşamın ve evrimsel diyalektiğin dışına çıkarak, karanlık bir yola sürüklenecektir. Bundan böyle tabiat ve diğer tüm canlılarla arasına kati bir sınır koyan uygar toplum ve insan, uygarlıkçı dinsel motiflerin büyüsünde git gide kendinden ve varlık amacından uzaklaşarak ucube bir yapıya dönüşecektir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.