Peru-Brezilya hattında 'Kongre Darbesi' girişiminin arkaplanı

Dünya Haberleri —

  • Peru’da gerçekleşenlerin, zamanında Bolivya ve Brezilya’da sol popülist hükümetlere karşı yapılan darbelerden farklı olduğunu ve daha çok sağ içi bir çatışma olduğunu söyleyebiliriz.
  • Peru’da kendilerini devletin gerçek sahibi gören Fujimoristler, yeni model sağcıların pandemi karşısında acizlik, başarısızlık ve aldırmazlığının yarattığı “halk memnuniyetsizliğini”, kendileri için bir fırsata dönüştürmeye çalıştılar.

 

DİLAN BOZGAN / BOENOS AIRES

Peru’da on günde üç başkan değiştirilmesine ve hatta Alberto Fujimori de dahil olmak üzere, son 20 yıldır tüm Başkanların yolsuzluk nedeniyle yargılamasına neden olan, “yozlaşmış siyasal rejimin” iç dinamiklerine yakından bakmakta yarar var. Zira, yalnız Peru’nun değil, birçok Latin Amerika ülkesinin gündemini meşgul edegelen ve son bir yıldır farklı ülkelerde farklı biçimlerde de olsa, “darbe” olarak nitelenen gelişmeler olduğunu görüyoruz. Peru’da sokak göstericisi genç bir kadının özce ifade ettiği gibi dersek, mesele “kongre diktatörlüğü.” Yani; yasama organının, yargının sorumluluk alanına el koyarak, yürütme organına müdahale edip “başkanları görevden alma” (impeachment) yetkisini geliştirmeye başlaması. Kısacası, bu yeni tip kongre darbeciliği, gayri-“meşru”nun olağanlaştırıldığı bir süreçte gerçekleşiyor. Kimileri için ise bu yeni bir Condor Planı Artık sokağa asker çıkararak değil, yargılayarak “görevden alıp” yerine “kayyum” atayarak yapılan “kongre darbeciliği” revaçta. 

Peru’da, geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen “kongre darbesi” girişiminin ömrü, sokaktan ve uluslararası kamuoyundan yükselen itirazlar nedeniyle sadece beş gün sürdü. Bolivya’da 2019 sonlarında gerçekleşen darbenin, sokaktaki itirazlara rağmen, uluslararası kamuoyu tarafından kabul gördüğünü de hatırlatmadan geçmeyelim. Darbeye uğrayanlar arasındaki siyasal/ideolojik yönelim farkı, bunda en büyük etken. Brezilya’nın eski Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in de 2016’da görevden alınmasına neden olan bu yöntem (impeachment), şimdilerde sağcı başkanları da tehdit eder hale geldi. Peru’da gerçekleşenlerin, zamanında Bolivya ve Brezilya’da sol popülist hükümetlere karşı yapılan darbelerden farklı olduğunu ve daha çok sağ içi bir çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Bu çatışmanın tarafları ise; bir yanda ulus ötesi sermayeye yaslanan ve çok uluslu şirketlerin ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde devleti tamamen özelleştirerek bir ticari şirket gibi yöneten yeni dönem neoliberalist sağcılar, Öte yanda, eskiden kalma darbeci/devletçi geleneğin muhafazakar takipçileri ve hatta bizzat kendileri. Kısaca hatırlamakta yarar var; yine Brezilya’da 2020 haziranında Jair Bolsonaro’ya karşı planlandığı söylenen darbe girişiminde de benzer bir sağ-içi çatışma söz konusuydu.

Peru’da yaşanan güncel gelişmelere bu arkaplanı akılda tutarak geri dönelim. 9 Kasım’da devlet başkanı Martín Viscarro, Kongre Mahkemesince açılan yolsuzluk davası sonucu görevden alındı. Selefi Pedro Pablo Kuczynski’ye (ve partisi PPK’ye) karşı, 2016’da Başkanlık seçimlerini kaybeden, Keiko Fujimori (Alberto Fujimori’nin kızı) öncülüğünde birleşen Fuerza Popular (Halkın Gücü) Kongre’deki çoğunluğu elinde tutuyordu. Kendilerine Fujimorist diyen kesimleri içine alan bu birleşim, muhafazakar/darbeci geleneğin devamı niteliğinde. Yasama gücünü ellerine almış olsalar da sermaye desteğinden yoksunlar.

10 Kasım’da Martín Vizcarra yerine, Kongre tarafından atanan ve beş gün boyunca Peru’daki protestoları şiddetle bastırmaya çalışan ve en sonunda halkın, darbeciliğe karşı geliştirdiği ısrarlı eylemler sonucu istifa etmek zorunda bırakılan Manuel Merino, bu kesimin temsilcisiydi. Fujimoristlerin karşılarına aldığı, yürütme organını elinde tutan, yani Başkanlığı ele geçirmiş olan sermaye destekli yeni/dinamik neoliberal sağcı liderler de sütten çıkmış ak kaşık değil.

Selefi Pedro Pablo Kuczynski gibi Martín Vizcarra’nın da Kongre Mahkemesince yargılanmasının yolunu açan iddia, Odebrecht Şirketi’nden (Brezilya menşei mühendislik, inşaat ve petro-kimya sanayi şirketi) rüşvet aldığı iddiasıydı. Bu şirket 2014 yılında Lava Jato (oto-yıkama) adıyla başlatılan ve ucu Lula da Silva’ya kadar uzanan, federal polis operasyonunun merkezinde yer alıyordu. Operasyonun başındaki savcı Sérgio Moro’nun daha sonra Jair Bolsonaro’nun hükümetinde, Adalet ve Güvenlik Bakanlığı (1 Ocak 2019 – 24 Nisan 2020) yapmış olduğunu da hatırlatalım. Ancak burada önemli olan Odebrecht’in rüşvet verip vermediğinden ziyade, siyasi karar mekanizmalarını etkileme kapasitesi.

1970’li yıllarda darbelerle gelen ve neoliberalizmi sorunsuz bir biçimde yürürlüğe koymayı hedefleyen ve hala yürürlükte olan anayasaların sonuç olarak yolsuzluğa dayalı yozlaşmış bir siyasi rejim yaratmadaki etkisi tartışmasız. Bu siyasi yozlaşma içerisinde çok-uluslu şirketlerin çıkarlarının, geriye kalan her türlü siyasi çıkarın önüne geçebiliyor olduğunu da tekrar vurgulayalım.

Peru’da son iki haftadır yaşanan tüm bu sıcak gelişmeler arasında değişmeden kalan öğeyi gözden kaçırmayalım; Alberto Fujimori’den kalan, 1993’ten beri hala yürürlükte olan neoliberal anayasa. 1980-2000 yılları arasında canhıraş yürütülen “teröre karşı savaş” yıllarında yapılmış bir anayasadan bahsettiğimizi de not etmeden geçmeyelim. Neoliberal/kapitalist düzenin koruyucusu bu anayasanın bekası, değişen/dönüşen siyasi eğilimlere rağmen sarsılmadan yerinde duruyor. Devletin “kamu yararına” (sağlık, eğitim, iş güvencesi, v.b.) dair bütün rolleri denklemden çıkarılarak, “ihaleci” devlet başkanlarının rüşvet almasını kaçınılmaz kılan topyekün bir sistemin belkemiği olan anayasadan bahsediyoruz esasında. 20 yıldır tüm başkanları yolsuzluk iddiaları ile yargılanmış Peru’nun durumu başka nasıl açıklanabilir? Birbirlerine zıt düşmüş gibi görünen bu iki sağ kesimin hiçbirinin köklü bir değişim ve darbeci anayasa ile bir sorunları yok.

Peru’da kendilerini devletin gerçek sahibi gören Fujimoristler, yeni model sağcıların pandemi karşısında acizlik, başarısızlık ve aldırmazlığının yarattığı “halk memnuniyetsizliğini”, kendileri için bir fırsata dönüştürmeye çalıştılar. Devlet-sermaye işbirliği karşısında tamamen savunmasız bırakılan halk kitleleri ise “darbeciliğe hayır” sesini yükseltti ve darbecileri beş günde yerinden ederek özgücüne güven tazeledi. Önümüzdeki süreçte bu “hayır” sesinin örgütlü bir güce dönüşüp dönüşmeyeceğini hep birlikte göreceğiz. Sokaktan yükselen ve üçüncü bir cephe olma potansiyeli taşıyan sese bir sonraki yazıda kulak verelim.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.