Rejimin parkları, kreşleri, okulları

Toplum/Yaşam Haberleri —

ISGALCI EGITIM

ISGALCI EGITIM

  • Kars’ta yedi köy okulunun adı bir kararla değiştiriliyor. Okullara, yakın dönemde öldürülmüş askerlerin adları veriliyor. AKP denetimindeki belediyeler tarafından bahçeler, parklar, hatta çocuk parklarına sistematik olarak çatışma ögeleri işlendi. Bulduğum en çarpıcı örnek, Sincan Belediyesi tarafından 36 parka “şehit” sıfatının verilmesi.

MIHEME PORGEBOL

Şeylere neden adlar verdiğimiz uzun yıllardır düşünür ve akademisyenlerin sorduğu bir sorudur. Kimisi şeylerin adla anlamlandırılıp bilince aktarıldığını, burada da belleğe dönüştüğünü söyler. Böylece de dil ve algıda bir kültür yaratımına olanak tanır. Kimisi de imajın bellekte addan önce geldiğini, adlandırmanın da sadece kültürün aktarımı açısından gerekli olduğunu ifade eder. Her iki durumda da adlandırmanın önemi belirgindir.

Louis Althusser, kapitalist toplumların ortaya çıkışı ve yeniden üretilmesinin iki aşamada gerçekleşebileceğini söyler. Bu aşamaların biri baskıcı iken diğeri ideolojiktir. Althusser, baskıcı yanın “Devletin Baskıcı Aygıtları” diye tanımladığı okul, ordu, hapishane vb kurumlar üzerinden tesis edilirken ideolojik yanın da “Devletin İdeolojik Aygıtları” dediği sanat, eğitim, din gibi alanlarda uygulandığını savunur. Dolayısıyla fiziki varlığıyla devletin baskıcı varlığını hissettiren bir yapı/bina aynı zamanda işlevi ve belleğe saldırısıyla da ideolojik bir yapıya dönüşür. İdeoloji yapının konumu, görüntüsü, rengi ve en çok da adında kendini görünür kılar.

Bu yaklaşım doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti devletini ele aldığımızda, resmi ideolojinin sürece göre ideolojik tutumunu kamusal yapılarda nasıl görünür kıldığına tanıklık edebiliriz. Yerleşim yerlerinin adlarının değiştirilmesi, sokak ve cadde isimleri, okul, hastane, sanat mekânları gibi kamusal yapıların adları da bize devletin mevcut politikalarına dair ipuçları verebilir.

Biz de çoğunlukla çocuk ve gençlerin geleceği kurabileceği inancıyla çalışmalarını yürüten Prof. Dr. Serdar M. Değirmencioğlu’yla kamusal yapıların adları ve bu adlandırmaların resmi ideolojiyle ilişkisi üzerine konuştuk. Değirmencioğlu, 2016 yılında Barış İçin Akademisyenler’in "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildirisini imzaladığı için üniversitedeki görevine 2016'da son verilen bir akademisyen. Şubat 2017'de yayımlanan bir KHK ile kamu hizmetinden ihraç edildi. Değirmencioğlu şu an Almanya’da FernUniversität in Hagen’da konuk araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürüyor. Geçtiğimiz yıl psikoloji alanında dünyanın en saygın ödüllerinden olan Josephine “Scout” Wollman Fuller Ödülü’ne değer görülen Değirmencioğlu “Barış düşler kurmayı gerektirir: AKP rejimi bu düşleri bile yok etmek istiyor” diyor.

 

Geçenlerde Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atandı. Bu nedenle üniversiteler gündemde. Üniversitelerden başlayalım. Üniversitelere verilen adları nasıl okumalıyız?

İşimizi kolaylaştırmak adına basit bir örnekle başlayalım. Diyelim ki, yeni bir üniversite kuruluyor. Herkesi öğrenmeye ve üretmeye çağıran özgür bir ortam olacak. Düşünelim: Bu üniversiteye nasıl bir ad verirdiniz? Bu üniversitenin büyük bir kampüsü, büyük bir kütüphanesi, geniş alanları, geniş yolları, birçok fakültesi ve bir sürü binası olacak. Bunlara ad verilmeli mi? Evetse, ne gibi adlar verilebilir?

Bu sorulara verilecek olan yanıtlar, üniversiteyi kuranların ufkunu ve düşledikleri dünyayı yansıtacaktır. Daha güzel bir dünya, daha özgür bir gelecek kurmak isteyenler üniversiteye ne eski çatışmaları, ne hesabı verilmemiş bir geçmişi, ne de insanların çoktan aştığı düzenleri çağrıştıracak adlar vermek istemeyeceklerdir. Üniversiteye verilecek adı, ulaşılmak istenenlerle ilişkili olacak şekilde seçeceklerdir. Ya da bu üniversite bir bölgenin ayrılmaz parçası olsun gibi bir istek varsa, o bölgenin veya kentin adını koymak isteyeceklerdir.

Şimdi, Türkiye’nin 12 Eylül sonrası sürüklendiği neoliberal kapitalist düzende kurulan üniversiteleri düşünelim. Bu üniversiteler için seçilen adlar biraz önce söylediklerimin tam tersine bir gidişin olduğunu gösteriyor. İzmir’i örnek alalım. Köklü bir üniversitesi var ve bulunduğu bölgenin adını taşıyor: Ege Üniversitesi. Ama 12 Eylül rejimi 1982’de yeni bir üniversite istiyor. Seçtikleri ad, 9 Eylül! Ne kültürle, ne bilimle, ne de gelecekle ilişkisi var. Tam 60 yıl geriden seçilmiş ve çatışmaya odaklı bir ad. Tam da ufku olmayan, demokratik her oluşumu ezen acımasız bir rejimin seçebileceği, milliyetçi-militarist bir ad.

80’lerden 90’lara geçelim. Yıl 1992. Süleyman Demirel’in adı bir üniversiteye veriliyor. Bir diğer örnek, Adnan Menderes. Bu adlar bir üniversiteye nasıl verilebilir? Bu iki kişinin ne kültürle, ne bilimle, ne de gelecekle ilişkisi var. Dahası adları hem çatışmayla, hem de yolsuzluk vb. ile eşleşmiş kişiler. Aynı dönemden bir diğer örnek, Sütçü İmam Üniversitesi. Bu örnekler gösteriyor ki, 12 Eylül sonrasında artık toplumun ufku daraltılıyor. Kamu üniversitelerinin ufku çok dar olsun isteniyor. Konan adlar ya 70 yıl geriye dönük, ya da dönemin siyasi oyunlarının parçası.

Bu dönemde kurulan üniversitelerin bir diğer özelliği, neoliberal kapitalizme uygun adların da kullanılması. Türkiye’de birçok okula “hayırsever” kişilerin adları veriliyor. Okul yaptırma ve kendi adını koydurma yaygınlaşıyor. Bu anlayışa uygun olarak, kamu üniversitelerine işadamlarının adları veriliyor. Bolu’da Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Muğla’da Sıtkı Koçman Üniversitesi kuruluyor. Diğer yandan, Türkiye ekonomisinin tepesinde oturanların, ekonominin neredeyse yarısını kontrol eden patrongillerin adlarını taşıyan özel üniversiteler kuruluyor. Koç ve Sabancı. Ufuk darlığına burada da rastlıyoruz. Koç Üniversitesi’nin büyük kampüsü kurulduğunda, Henry Ford adı kullanılıyor. Bugün kampüste, “Henry Ford binası ve lojmanları” var.

Bir on yıl ileri gidelim. 2002’de başlayan AKP iktidarı dönemine. Üniversitelere konan adlar, rejimin ideolojik saldırısını ve siyasi hesaplarını yansıtır şekilde daha da kötüleşiyor. Konya’da Necmettin Erbakan, Adana’da Türkeş Üniversitesi kurulması üniversitelere biçilen işlevin kötüleştiğini gösteriyor. AKP için üniversite demek, oy-çıkar-rant, ideolojik kamplaşma ve kadrolaşma demek.

 

  • Diyarbakır’da bombalı bir saldırıda öldürülen yedi sivilden biri olan Rıdvan Süer’in adı, ölümünün üzerinden iki hafta geçmeden “Şehit Rıdvan Süer” olarak bir liseye verildi. Yetmedi, Sincan Belediyesi tarafından üç parka büyük bir hızla Rıdvan Süer’in adı verildi.

 

Yapılara verilen ve kamusal alanda kullanılan adlar? Buradaki amaç yapıya bir kimlik atamak mıdır?

Yapılar, üzerlerinde anıt yazmasa da benzer bir işlev görüyorlar. Bu kamusal alan için de geçerli. Kamusal alan kamuya, yani hepimize ait olan mekânlar demek. Köy meydanları gibi, çok uzun bir geçmişi olan kentlerdeki meydanlar gibi. Köprüler gibi. Bu alanlar bulundukları yerleşim yerinin belleği gibidirler.

Galata Köprüsü’nü düşünelim. Bir iktidar, seçilmiş olsun olmasın, bu köprünün adını siyasi hesaplarla değiştirmek isterse, bu kabul edilemez. Şimdi Boğaziçi Köprüsü’nü düşünelim. Adını İstanbul için önemli ve sevilen, ayrıca dünya çapında bilinen bir boğazdan alıyor. Bu köprünün adının siyasi hesaplarla değiştirilmesi nasıl kabul edilebilir? Siyasi hesap gizli saklı da değil. İstanbul’un tarihini 1453 ile başlatan Milli Görüş geleneğinden türeyen bugünkü rejim, öyle bir çıkmaza vardı ki, artık sürdürülebilmesi için sürekli efsane kullanmak zorunda. Bu nedenle neredeyse her yere Temmuz 2016 yazmak istiyor. Sonuçta, Boğaziçi Köprüsü’nün adını değiştirdiler.

Bu birçok açıdan yanlış. Özellikle de barışın yerine çatışmayı koyan bir rejimi yansıttığı için yanlış. Köprüye verilen yeni ad ne İstanbul’a yakışıyor, ne de Türkiye’ye. Barış içeren bir gelecekle hiçbir ilişkisi yok. Rejimin barış diye bir derdi olmadığını biliyoruz. Ama sürekli olarak kamusal alana çatışmayı ve kendi ideolojik saplantılarını işlemeye çalışmaları çok kötü.

 

Bir ülkede kamusal yapılara verilen adlar ne anlama gelir? Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca bu adlandırmalar neye göre yapıldı?

Başlara gidelim. Antep tarihi bir kent. Adı da öyle. Ama cumhuriyetin kuruluşunda bu ada, “gazi” sıfatı eklemeye karar veriliyor. Bu yetmiyor, dört yıl sonra Maraş’a “kahraman” sıfatı uygun görülüyor. Bu eklemelerin kime ne yararı olduğunu sormanın zamanı çoktan geldi. Neredeyse 60 yıl sonra 1984’de Urfa’ya “şanlı” sıfatı takılıyor. Zor sıfat bulunuyor çünkü hepsine aynı sıfat da verilemiyor. Hepsi “gazi” olamıyor, örneğin. Çünkü kentlerin adlarının birbirlerine benzememesi gerekiyor. Meclisin “şanlı” sıfatını uygun gördüğü kent, okuryazarlığın en düşük olduğu yerlerden biri.

Demek ki, uygun görüldüğünde kimi adlar yüceltilebiliyor. Ama cumhuriyet tarihi tersiyle dolu. Yani, uygun bulunmayan adların değiştirilmesiyle. Anadolu etnik ve kültürel açıdan çeşitlilik gösteriyor ama Osmanlı İmparatorluğu milliyetçilikle yönetilmediği için, yer adlarının değiştirilmesi pek gerekmiyor. Ulus devletin kuruluşu başlayınca bu anlayış değişiyor. Milliyetçilik bir yıkım zihniyeti ve Anadolu’da etnik temizliğe yol açmaması mucize olurdu. Etnik temizlik, başka halkların yok edilmesi ve yok sayılması demek. Binlerce yıllık yer adlarının değiştirilmesi de bunun parçası.

Dahası, bu yok etme ve yok sayma bir devlet geleneğine dönüşüyor. Ne zaman birileri haklarını aramaya, kendi varlıklarının tanınmasını istemeye başlarlarsa, o zaman onların kullandıkları yer adlarının, onların kutladıkları özel günlerin, hatta kendilerine verdikleri adların yok sayılması veya yok edilmesi söz konusu.

“Açılım” döneminde bunları yandaş gazeteler bile yazdı. Aklıma, "Türkiye'de İsmi Değiştirilen Köyler" çalışması geliyor. 1940’dan başlanarak sayıldığında adı değiştirilen köylerin sayısı 12 bin kadar. Galiba 100 köyden 35'inin adının değiştirilmesi gibi, büyük bir oran söz konusu. Değişiklikler bir İçişleri Bakanlığı genelgesiyle başlıyor.

Başta hedef tekçi, yani Türkçü zihniyete uymayan adların kaldırılması. 12 Eylül sonrasında bu furya yine başlatılıyor. Daha yakın dönemdeyse, tekçilik ile militarizm birleşimi ağır basıyor. “Öl Dediler Öldüm” başlıklı derlememde örneklerini vermiştim. Örneğin, Kars’ta yedi köy okulunun adı bir kararla değiştiriliyor. Okullara, yakın dönemde öldürülmüş askerlerin adları veriliyor. Amaç, şehit yakınlarına şirin görünmek ve onlardan oy toplamak. Diğer yandan, çatışmaların sürmesine katkı yapmak. Bir de köylülere iplerin kimin elinde olduğunu bir kez daha göstermek.

 

Peki AKP rejimi ile öncesi arasında fark var mıdır? Akla Yavuz Sultan Selim Köprüsü örneği geliyor. Özellikle Aleviler yüksek sesle itiraz etmişti bu adlandırmaya.

AKP döneminde yürütülen kampanyalar hem geniş ölçekli, hem de büyük medya desteğiyle gerçekleştirildiği için gizli saklı değil. Erdoğan-Gülen ittifakı, 2000’li yıllarda Çanakkale Savaşı’nın bir “iman zaferi” olarak efsaneleştirilmesine dayanan çok kapsamlı bir kampanya yürüttü. Yaptığım hesaba göre, ülke nüfusunun yüzde onuna denk düşen sayıda çocuk, genç ve yetişkin “Çanakkale Şehitlerini Anma” etkinliklerine götürüldü. “Türkler ve Kürtler iman kardeşidir; iman zaferini birlikte kazandılar” diye büyük propaganda yapıldı.

Öte yandan, AKP denetimindeki belediyeler tarafından bahçeler, parklar, hatta çocuk parklarına sistematik olarak çatışma ögeleri işlendi. Bulduğum en çarpıcı örnek, Sincan Belediyesi tarafından 36 parka “şehit” sıfatının verilmesi.

Bu ad verme işinin siyasi önemi, verilen kararların büyük bir hızla uygulanmasından da anlaşılabilir. 2008’den bir örnek: Diyarbakır’da bombalı bir saldırıda öldürülen yedi sivilden biri olan Rıdvan Süer’in adı, ölümünün üzerinden iki hafta geçmeden “Şehit Rıdvan Süer” olarak bir liseye verildi. Yetmedi, Sincan Belediyesi tarafından üç parka büyük bir hızla Rıdvan Süer’in adı verildi.

Okullara verilen adlar artık tümüyle siyasi kararlara bağlı. Bu uygulama sistematik olarak yapılıyor. Bunu AKP’nin çok önemli bir siyasi aracına dönüştürülen TOKİ tarafından yapılan okullara verilen adlarda görebiliriz. Okul adları, “TOKİ Şehit” diye başlıyor. Upuzun bir liste dolduracak kadar çok örnek var. 2012’de Evrensel’de bölge bölge örneklerini yazmıştım. Demek ki, TOKİ ülke çapında, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak denli sistematik olarak “şehit” adı taşıyan okul üretiyor. TOKİ doğrudan başbakanlığa bağlı. Başbakanlık kime bağlı, o da belli.

Köprü konusuna gelirsek. İstanbul’da ikinci köprü yapılması kararı verildiğinde, iktidardakiler Türk-İslam Sentezi uyarınca köprüye “Fatih Sultan Mehmet” adını verdiler. Üçüncü köprü kararını ise, önce İslamcı sonra Türkçü AKP rejimi verdi. Ad olarak, yine yüzyıllar öncesinden ama özellikle çatışma ve katliam çağrıştıran bir sultanın adını seçtiler. Rejimin ne kadar dayatmacı olduğunun çok açık göstergesi. Hem köprüye karşı çıkanları, hem doğaya verilecek zararı umursamaz; hem de Alevileri değil ciddiye almak, düşman bilir.

 

Çocuklar, eğitim ve pedagojiye dönük hassasiyetinizi her mecrada ifade ediyorsunuz. Bu bağlamda Türkiye'de ilkokul, orta okul ve liselere askerler veya militer politikaların temsilcilerinin adlarının verildiğini görebiliyoruz. Aynı uygulamanın çocuk oyun parklarında da görüyoruz. Bu adlandırmaları çocuklar ve toplum açısından değerlendirebilir misiniz?

Temsilcilerin adlarının verilmesinden çok daha kötüsü yapılıyor. Eskiden yaygın olan cumhuriyetin kuruluş dönemindeki komutanların adlarının verilmesiydi: Mareşal Fevzi Çakmak gibi. Bugün gelinen noktada, yani 21. yüzyılda, daha kötüsü söz konusu. Verilen adlar çatışmalar sırasında öldürülmüş kişilerin adları. Çocuklara ve gençlere değer veren bir toplumda, insancıl değerlerin ağır bastığı bir toplumda, okullarda ölüm değil yaşam yüceltilir. Okullara ölümü değil, yaşamı çağrıştıran adlar uygun görülür.

İkinci sorun ise şu: Bütün bunlar, bu adları çocuk parklarına veya okullara verenlerin önceliklerinin çocuk ve gençler değil, “vatan-millet-bayrak” gibi kurgular olduğunu gösteriyor. Yani, “vatan söz konusu olduğunda gerisi teferruat” anlayışı. Devleti, vatanı, milleti çocuklardan önemli görenlerin yaptıklarını çok iyi biliyoruz. Maraş Katliamı’nı, tüm büyük çaplı katliamları yapanlar hep “millet sevgisi” ile dolu milliyetçilerdi. Milliyetçiler insanı değil, bir boş kavramı sever. O “ülkü” uğruna insanlara en kötü şeyleri yapmaktan kaçınmazlar.

Daha da somutlaştırmaya çalışayım. Gözünüz gibi baktığınız bir çocuğunuz var. Ona güzel bir dünya, barış dolu bir dünya vermek istersiniz. Mahallenizde çocuklara ayrılmış bir oyun alanı olsun istersiniz. Çocuğunuzla gittiğiniz, çocuk sesleri ile çınlayan bir park düşünün. Bu parkın adı, Kiraz Çiçeği Parkı olabilir. Çocuğunuza bu parkın adını söylemekten kaçınmazsınız. Şimdi tam tersi için Ordu’dan örnek vereyim: Şahincili Mahallesi’nde Şehit J. Üstçvş. Kani Çaylak Çocuk Parkı var. Selimiye Mahallesi’nde Şehit J. Onb. Cemil Tanrıver Çocuk Parkı var. Kirazlimanı Mahallesi’nde Şehit J. Er Ali Keleş Çocuk Parkı var. Bir kabus gibi.

Çocuğunuz yuvaya ya da okula gitmeye başladığında gözleriniz parlar. Bir düşünün: Yuvanın adı, Bal Tatlısı Yuvası olsa olmaz mı? Gittiği okulun adı, Çilek Bahçesi İlkokulu olsa? Bugün rejim, ısrarla tam tersini yapıyor. TOKİ tarafından yapılan okullara bakalım.

Batı Karadeniz’den örnekler: Samsun’un Bafra ilçesinde TOKİ Şehit Mehmet Boşnak İlköğretim Okulu. Sinop’ un Ordu Köyü’nde TOKİ Şehit Jandarma Komando Er Fatih Erer İlköğretim Okulu. Marmara’dan örnekler: Tekirdağ Gazioğlu Mücavir Mevkii 1. Bölge TOKİ Konutları’ndaki Şehit Piyade Er Ercan Ay İlköğretim Okulu. Hasanağa TOKİ Toplu Konutları’ndaki Hasanağa Şehit Piyade Er Kadir Çavuşoğlu İlköğretim Okulu. Kayapa TOKİ Toplu Konutları’ndaki Kayapa Şehit Jandarma Er Eyüp Gürsoy İlköğretim Okulu. Küçükçekmece’de TOKİ Şehit Er Yılmaz Özdemir İlköğretim Okulu. Ege: Tire’de TOKİ Şehit Mehmet Çağlar Bölük İlköğretim Okulu. Muğla’da TOKİ Şehit Jandarma Yarbay Alim Yılmaz İlköğretim Okulu. İç Anadolu: Eskişehir’de TOKİ Şehit Emre Bolat İlköğretim Okulu var. Kırıkkale Yahşihan’da TOKİ Şehit Piyade Onbaşı Murat Sıktı İlköğretim Okulu var. Çorum’da TOKİ Şehit Onur Bakbak Lisesi.

Günümüzde rejim parkları, okulları, hatta üniversiteleri cinsiyete göre ayrıştırmak istiyor. Kamusal alanın herkese açık olmaması, yani kimi alanların, sokakların, binaların yalnız erkeklere, yalnız kadınlara, tek bir din, mezhep veya etnik gruba açık olması veya böyle görülmesi, gündelik yaşamda barış eksikliğinin açık bir göstergesidir. Bu tür tekçi uygulamalar, birilerinin kullanabildiği bir yerden başkalarının dışlanmasını gerektirir ve bu kabul edilemez. Tekçi anlayışın karşısına ısrarla çeşitliliğin, dışlayıcılığın karşısına ısrarla kapsayıcılığın konulması bir ilke olarak benimsenmelidir.

Şimdi okul adlarını düşünelim. Çatışma ile eşleşmiş adlar (örn. şehit) bir grup öğrencinin okulda dışlanmış hissetmeleri anlamına gelir. Bugün rejimin savaş ve ölüm siyaseti okullara “şehit” ile yansıtılmakta, okullar rejimin siyasetini yansıtmak için kullanılmaktadır. Çatışma çağrıştıran veya doğrudan çatışmadan üretilmiş adlar yerine, dayatma içermeyen adlar kullanılması gerekir.

 

Türkiye'nin bu anlamda kuruluşundan beri karnesinin kötü olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu adlandırma politikalarının somut etkilerine bugünkü toplum içerisinden örnekler verebilir misiniz?

Çocuklar için güzel bir dünya düşünenler, önce çocukların düşünülmesini isterler. İnsancıl yaklaşım bunu gerektirir. Önce engellileri, önce yaşlıları, önce en dışarıda kalanları düşünmek sosyal adalet gereğidir. Türkiye’ye dayatılan zihniyet, çocukların ikinci, üçüncü, hatta sonuncu gelmesi anlamına geliyor. Bu zihniyet, “en zayıf kimse, o yok olur” anlayışı. Haklara, adalete tam anlamıyla ters bir anlayış. “Güçsüz olan susmalı!” deniyor. Rejim, güçlüyü güçlendirmek için güçsüzleri daha da güçsüz kılmak için çalışıyor. Ezilenlere bunun “ilahi düzen” olduğunu yutturmaya çalışıyorlar.

Bu aldatmaca gerektiriyor: Açık açık “Güçsüz olan susmalı!” demek yerine, “din-iman” ve “vatan-millet-bayrak” diyorlar. Çocuklar değil, bunlar öncelikli diye yutturuyorlar. Çocukların öncelikli tutulmaması olağanlaştırıldığı için bebek ölümleri konuşulmaz oldu. Mayına basan, havan topu ile, panzer ile öldürülen çocuklar için de utanma yerine her zaman bir ideolojik bahane var. “Ana dilini okulda bulamayan çocuklar zarar görüyor,” diyoruz. Yanıt aynı türden. Bugün bütün okullarda çocuklara gericilik dayatılıyor. Bu çocuklar için zararlı. Ama hemen, “din-iman ve vatan-millet-bayrak elden gitmesin” anlayışıyla milyonlarca çocuk ve gence yapılan haksızlıkların üzeri örtülüyor. Bu rejimin bilim, hukuk ve her tür demokratik talep karşısında temel tepkisi red ve zor kullanma, yani şiddet.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.