Rüzgârın çocukları
Arif ALTAN yazdı —
- Bugün bile, her özgürlük arzusunun içinde sallanan onların kara bayrağı ve her başkaldırının kıyısında dolaşan biraz da onların tutkulu ve tehlikeli gölgesi. Çünkü hikâyesi bitmedi hiçbirinin.
Korku, pusulasını; yön, duygusunu yitirirdi göründüklerinde. Tehlikenin kendisiydiler, korkunun efendileri. Karalara kanmayan, haritalara sığmayan, puslu sabahları arkasında bırakıp sonsuzluğa yelken açanlardı onlar. Toprak sınır demekti çünkü, liman bağlılık. Bir limanda başlasa da bir limanda son bulmayacak koşulsuz ve itaatsiz hayatlar için bağlanmak, solup giden bir ruh, kuruyup dökülen bir düş, çürüyüp kararan simsiyah bir kan. Çılgınca atan yürek, hiçbir şeyin tutamayacağı kudurmuş bir rüzgâr gücü; hiçbir yere ait olmayan, ama her yere korkusuzca savrulan. Her sabah yeni doğan güneş gibi yaşayıp her gece sonsuz denizler üstünde kayan yıldızlar gibi iz bırakmadan sessizce kaybolan. Dünü hiçbir şey, yarını hiçten de az gören. Anın sıcaklığı, kendiliğindenliği, canlılığı, sonsuzluğun bütün veçheleri. O yüzden köpükler anayurtları, dalgalar krallıkları, deniz evleri, gökyüzü, yelkenlerine sığdırıp yol aldıkları. Yağma mı, rastgele; asi mi, elbette; cesaret mi, ne kelime; özgürlük mü, kesinlikle; irade mi, bükülmeyeninden.
Tarihini de talihini de kendisi yaratan
Bir şafak vakti, sisin denizi öptüğü bir anda, gökyüzüyle ufkun birleştiği o gri çizgide beliren gemi, bir meydan okuma; dünyanın geri kalanına, kendi yazgısına. Kanunmuş, düzenmiş, ordularmış, karaların ve toprakların sultanlarıymış! Geminin pruvasında dalgaları yaranlar, tarihini de talihini de kendisi yaratanlar için tüm bunlar, bir fıçı şaraptan daha kıymetsiz tantanalar. Kalem diye tutulan kılıç, mürekkep diye dökülen kan, parşömen diye önlerinde serilen sonsuz okyanuslar. Rota ve pusulaya bile ilgisiz, ömürlerince yalnızca isyana ve onu tutuşturan alevlere odaklı hayatlar. İmparatorluklara, düzene, efendiye; korkuya, itaate ve köle ruhlu her şeye nefretle saldırırken asla durdurulamayan o asi ruhlar.
O rüzgâr ki rüyalarına yelken olur
Saraylar ve şatoları bir atımlık baruttan kıymetsiz görüp rüzgârın koynunda kaygısızca uyuyanlar… O rüzgâr ki rüyalarına yelken olduklarını ya kıyıya çarpar ya da efsaneye dolar. Girdapların müziği, dip akıntıların ezgileriyle büyüyenler. Kimi zaman tek gözleriyle denizi gözetleyenler, kimi zaman demir kancalarıyla donanmaları parçalayanlardı onlar. Tehlike her zaman, durmak imkânsız, ölüm kaçınılmaz, acı, içine çeken karanlık burgaçlar. Ama gerilemeyenler için her an, ölümsüz o biricik tek an. Geride bırakacağı hiçbir şeyi olmayanlar. Gözleri arkada kalmayanlar, sahip olduğunu alacağı her şeye çoktan dönüştürenler. Kılıçlarından önce arzularıyla, gece yarısı bastıkları gemilerin sayısıyla değil, ölümle dost oldukları fırtınaların şiddetiyle cesareti sınananlar. Ölüm bir son olur mu hiç, özgürlüğün en saf hali gibi taşıyana. Ölçüsüz bedeli zincirsiz yaşamanın. Hayatının bedelini peşin ödemiş olanlar için ha erken ha biraz geç, ölüm ne gam! O yüzden yalnızca denizlerin değil, hikayelerin de kahramanı onlar. Bazen uzak adalara gömülü bir hazine kadar suskun, bazen dev bir armada kadar tehditkâr. Yine de her halleriyle hep gerçektiler onlar, doğru veya yanlış bir şekilde yaşayabilen, kendi bildiğince ve kendi kurallarınca. Kendi yasalarını yazdılar, kendi adaletlerini uyguladılar. Pusulaları hep kuzeyi gösterirdi, hükümleri de yalnızca yüreklerini.
Her zaman ve daima özgür
Başlangıç ilkeleri ve ilk hayat öğretileri, kendi olmayı bilmek; itaat etmemeyi, sınır tanımamayı, korkuyla değil, özgürce yol almayı. Ve evet, bazen acımasız, bazen gözü kara, bazen kana bulanmış, ama her zaman ve daima özgür. Bugün bile zincirlerini kırmak isteyen her yürek, o sesi duyar; düzene öfke saçan her bakış, onların gözlerindeki o hiç sönmeyen isyanın alevlerine bakar. O gözler ki hiçbir şeye ait olmayan ama her şeye meydan okuyan yangınlarla taşan. Belki herkesin içinde sabırsızca kıpırdayan onlardan bir parça, uykuya yenik düşmeyen. Gemiyi terk etmek istemeyen, ama kıyıya bağlı da yaşayamayan. Yoksuldular, toplum dışıydılar, köylü, köle, suçlu, kaçak, firari, yabancı, düşman, asi, istenmedikleri vatanlarının haini her biri. Ama göğüslerine basılmış kızgın bir özgürlük damgası, ömürlerince gururla taşınan.
Bir zincirsiz, bir deli dolu ruh
Altınla değil, cesaretle kurulu bir yoldaşlık. İndirdikleri kraliyet armaları yerine bayraklarının süslediği direkler. Efsanelerinin habercisi bir kara bayrak. Kafatası ve çapraz kemikler. Ölümle dost olanların, yaşamı tutkuyla arzulayanların simgesi. Herkesin korktuğu, herkesin gizlice hayranlık duyduğu, herkesin olmak isteyip de herkesin olamadığı. Masallarda bile alçak sesle mırıldanılan bir sözcüktüler: Korsan! Bir zincirsiz, bir deli dolu ruhlar toplamı. Bu yüzden halk hikayelerinde hem lanetli hem kahraman, hem haydut hem kurtaran. Batık adaların gölgelerinde mezarsız yatanlar, hiçbir baladın dillendirmediği yoldaşlar. Kimi bir kraliyet gemisinde zorla çalıştırılmış bir köle, kimi dinini, dilini, ülkesini geride bırakıp isyan gemisine katılmış bir kaçak ve hepsi de aynı dili konuşan: özgürlük! Kimi zaman bir adada vuruşup düşen, kimi zaman bir donanma gemisinin güvertesinde asılan. Ama hiçbiri de diz çökmeyen, affedilmek istemeyen. Yanlışları, yalnızca kendi seçimleri olan. Başkasının günahını taşımayan, kendi karanlıklarını bir başına omuzlayan. İşte sırf bu yüzden efsanelere de en çok yakışan. Çünkü hata yapmanın değil, özgürce yaşamanın diyetiydi tuz sepili kızıl kanlarla ödenen.
Blackbeard, Anne Bonny, Bartholomew Roberts
Örnek mi? İşte Blackbeard, gerçek adıyla Edward Teach! Sakallarının arasına barut fitilleri yerleştirip yaktığında, şeytanın bile yüz çevirdiği bir hayalet, Karayipler’i baştanbaşa dolaşan. Korku salmakla, gemilerini batırmakla yetinmeyip sömürgecinin tahtı ve tacıyla da dalga geçen. Üstüne kraliyet donanmaları yollanan. Neden? Çünkü Blackbeard, yalnızca bir adam değildi; düzenin korktuğu bir fikir, zincirlenemeyen bir yürek, dalgaların üstünde yanan bir isyan ateşi.
Anne Bonny’ye kulak verin. Erkek kılığında Karayipler’in fatihi en tehlikeli korsan. Bir kadın ve kadınlığına rağmen değil, kadınlığıyla birlikte tüm isyanı ve özgürlüğü sırtlayan. Geceleri kraliyet gemilerini basan, gündüzleri güneşin altında yeni bir dünya düşleyen. Tüm mürettebat sarhoşken, donanmaya direnen ve yoldaşı Mary Read ile birlikte çılgınca saldıran. İşte Anne Bonny’in bu direnişidir gerçek korsanlığı tanımlayan.
Bartholomew Roberts! Kısa ömründe dört yüzü aşkın gemiyi ele geçiren. Ölümsüzlüğüne sebep yağmaladığı altınlar mı? Ne hakaret! Koyduğu kurallar… Eşit paylaşım, yoldaşlık hakkı, haksızlığa karşı ceza… Bir yazar, ilk korsan anayasasını yazan. Sahtesi uydurulamayan bir demokrasi, rüzgârın ve dalgaların sesiyle içi doldurulan. Çöken otoriteden bir çeşit özgürlük doğuran. Roberts, bunu ilk anlayan ve yaşatan.
Korkma, aç yelkenleri
Bir çağın ölümsüz imgesi, krallar ve kuralların boğduğu insan ruhunun zincirleri kıran öfkesi. Bugün bile, her özgürlük arzusunun içinde sallanan onların kara bayrağı ve her başkaldırının kıyısında dolaşan biraz da onların tutkulu ve tehlikeli gölgesi. Çünkü hikâyesi bitmedi hiçbirinin. Bu zulüm ve zorbalık çağında, dünyanın neresinde olursa olsun tutuşan her kafa, isyanla dolup taşan her yürek bugün hala o çağrıyı duyar: Korkma, aç yelkenleri. Rüzgâr senin tarafında.